Sermaye, üretim ve emek süreçlerinin küreselleşmesine bağlı olarak ekonomik, siyasi ve toplumsal iktidar yapılarında meydana gelen değişiklikler, ulusal egemenlik temelinde kurulan iktidar işleyişinin ontolojisini ortadan kaldırıyor. Küresel tekellerin faaliyet gösterebileceği küresel bir piyasanın oluşturulması ve güvence altına alınması gereği, ulus devletin egemenlik yapılarını çözüyor ve küresel demokrasinin ekonomik, siyasal ve toplumsal normlarının kurumsallaştırılmasını zorunlu kılıyor. Bu normların yapılandırılmasına direnen ulus devletler ile kapitalist imparatorluğun iktidar işleyişi arasındaki gerilim, askeri müdahaleler üzerinden çözülüyor. İmparatorluğu tehdit eden coğrafyalara askeri müdahalede bulunmanın siyasi söylemi olarak anti-terörizm ve küresel güvenlik, modernizmin maddi ve ideolojik altyapısını tamamlayamamış ulus devletlerin işleyişini çözerek İmparatorluğu işleten bir özneleştirme siyaseti olarak örgütleniyor.
İmparatorluğun emperyal merkezlerinin çelişkili birlikteliği, bu siyaseti ABD’nin askeri gücüne verilen siyasal destek üzerinden gerçekleştiriyordu. Oysa ABD’nin, kapitalist imparatorluğun çok merkezli hiyerarşik yapısını karşısına alarak Irak’a açtığı savaş ve Bonapartlığını kapitalist imparatorluğun krallığına dönüştürme çabası, küresel iktidarın yeniden yapılanmasında ve aktörlerin buna uygun olarak şekillenmesinde imparatorluğun sorunlu alanlarını açığa çıkardı. Savaşın öncesinde emperyal merkezlerin ABD’nin askeri gücüne verdikleri siyasal desteği çekmeleri üzerine BM ve NATO’da ortaya çıkan krizler, kapitalizmin emperyalist döneminin ihtiyaçlarına göre yapılanmış bu kurumların işlevlerinin imparatorluğun ihtiyaçlarına göre yeniden tarif edilmesinin gerekliliğini ortaya koydu. Görüldüğü kadarıyla, ABD’nin Irak’ı işgaliyle imparatorluğun içine düştüğü kriz, emperyal merkezlerin yeni askeri-siyasal kutuplara bölünerek değil, ABD’yi geriletilerek, imparatorluğun çok merkezli hiyerarşik yapısının yeniden güvence altına alınması yönünde atılan adımlarla aşılmaya çalışılıyor.
Küresel piyasanın oluşturulması ve küresel güvenliğin sağlanabilmesi için imparatorluğun iktidar işleyişini tehdit eden coğrafyalara müdahaleleri yapacak olan kurumsal güçlerin ve bu güçler içindeki dengelerin nasıl yapılanacağı sorunu ile ilgili olarak somut adımların atıldığı bir süreçten geçiyoruz. İmparatorluğun siyasal desteğini geri çekmesi sonucu ABD’nin Irak’ta içine düştüğü askeri ve siyasi kriz, ABD için var olma veya yok olma sorununa dönüşmüştür. Bu bağlamda, ABD Ortadoğu’yu bilinçli olarak kaosa sürükleyerek imparatorluğu tehdit altına sokuyor. İsrail’in Suriye’ye saldırıda bulunmasının ardından, Türkiye’nin asker gönderme tezkeresini meclisten geçirmesinin tesadüf olmadığı görülüyor. ABD’nin, Irak ve Filistin sorunu üzerinden Ortadoğu’yu bir dünya sorunu haline getirerek, hem emperyal merkezleri ve gelişmelere karşı tarafsız gibi görünen Arap ülkelerini bölgedeki siyasal sürecin içine çekmeyi hem de Geçici Yönetim Konseyi’ni küresel kumandanın disiplinine sokmayı hedeflediğini gösteriyor. Nitekim Türkiye’nin tezkereyi geçirmesinin hemen ardından ABD’nin BM’ye sunduğu, “Irak’ta BM şemsiyesi altında ve ABD komutasında uluslararası bir gücün oluşturulması ve Geçici Yönetim Konseyi’ne anayasa ve seçim takvimi için 15 Aralık’a kadar süre tanınması” ile ilgili tasarının onaylanmasını, ABD’nin Bonapartlığa geri çekileceğinin güvencesiyle imparatorluğun siyasal desteğini yeniden kazandığının bir ifadesi olarak okumak gerekir. Beklenen siyasal desteğin geleceğinin görülmesiyle, Türkiye’nin Irak’a asker göndermesi askıya alınmış görünüyor. Aynı günlerde AB’nin devreye girmesiyle, İran nükleer silah denetçilerini kabul edeceğini açıkladı. Mayıs ayında Türkiye’de yapılacak NATO toplantısında ise, Irak’ı da içine alan, Afganistan’dan Kuzey Afrika’ya kadar uzanan “istikrarsızlık kuşağının” yeniden yapılandırılması öngörülüyor. Bu gelişmelerle beraber NATO’nun işlevinin bir küresel güvenlik örgütü olarak yeniden tanımlanmış olması, Atlantik’in iki yakasının ittifakının imparatorluğun çok merkezli hiyerarşik yapısının siyasal güvencesini oluşturmaya devam edeceğini gösteriyor.
3 Haziran’da NATO, İmparatorluğun küresel polis gücü olarak işlevlendirilmiş ve imparatorluğun güvenliğine tehdit oluşturacak herhangi bir coğrafyaya müdahale edebilecek kadar esnekleştirilmişti. Bir NATO üyesi olan Türkiye’nin; Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya coğrafyasının merkezinde bulunmasıyla küresel iktidar yapılanmasının askeri ve siyasi bir aktörü olarak yapılanma sürecine gireceği görülüyor. Ancak küresel iktidar yapılanmasının güçler dengesi içinde Türkiye’nin nasıl bir rol alacağını, iç güçler dengesi bu işleve uygun yapılanırken ortaya çıkacak krizler ve bu krizlerin gerilimleri belirleyecek.
Türkiye’nin Krizi
Türkiye’nin AKP’yi iktidara taşıyan 3 Kasım seçimlerinden bu yana Irak, Kıbrıs ve YÖK meselelerinde içine düştüğü krizler, siyasal ve toplumsal dinamiklerin yeni iktidar işleyişine uygun olarak yapılanması sürecinin sancılarını, gerilimlerini ve iç direnmelerini yansıtıyor. Bu anlamda Türkiye, dünyanın siyasal sürecine, küresel güçler dengesinin ve bu denge içindeki konumunun iyi bir okumasından çok, iç güçler dengesinin seyrine göre belirlenmiş bir siyasetle eklemleniyor.
Türkiye, Cumhuriyet’in kuruluş sürecine kurucu bir dinamik olarak Osmanlı birikimini ve Kürt gerçeğini katamamanın ve katamamakla yetinmeyip dışlamanın, yok saymanın krizini 80 yıldır taşıyor. Bu kriz aşılmadan, sermayeye rahat yüzü görünmüyor. Gerek Osmanlı birikimi gerekse Kürt hareketi, Cumhuriyet’in kurucu bir dinamiği oldukları gerçeğini, imparatorluğun içinde bulunduğu kriz içinde göstermek istiyor. Cumhuriyet’in kurucu dinamikleri arasındaki bu çatışkı, sermayenin küresel iktidar işleyiş hiyerarşisinde konumlanmasını krize sokuyor.
Kamu yönetimi reformu, iş kanunu, YÖK yasası, düzenleyici reformlar ve yoksullar için mikro kredi programları gibi bütün toplumsal ilişki alanlarının ticarileştirilmesini öngören bir siyasetin aktörlüğünü üstlenen AKP, siyasal islamı protestanlaştırarak kapitalist imparatorluğun kurucu bir dinamiği haline getirmek yönünde net bir tercih yapmış durumda. Devletin resmi siyasetinin direncine karşı bu siyasetin bir ağırlığını oluşturarak Türkiye’nin siyasal sürecinde kurucu bir dinamik haline gelebilmek için AKP, küresel güçler dengesini arkasına alma siyaseti izliyor. DEHAP’ın oylarının iptal edilmesiyle mecliste sahip olduğu anayasal çoğunluğun elinden alınarak zayıflatılması girişimine karşı AKP, Irak’a asker yollama tezkeresini meclisten geçirerek küresel güçler dengesinin böyle bir süreçte 28 Şubat gibi bir müdahaleye izin vermeyeceği hesabıyla, içerideki siyasal ağırlığını bir yıllığına garanti almayı hedefledi. Bu süreçte, Erkan Mumcu’nun yaklaşık bir sene önce açıkladığı, küresel kapitalizmin ihtiyaçlarına göre eğitimin ticarileştirilmesini ve YÖK’ün bu sürecin gerektirdiği siyasal normlara uygun olarak yapılanmasını öngören siyaset belgesi geri çekilerek, yerine AKP kadrolarının önünü açacak bir tasarı gündeme getirildi. Bu durum, AKP’nin Türkiye’nin kurucu bir dinamiği haline gelebilmek için izlediği esnaf siyasetini gözler önüne seriyor. Bu siyasetle YÖK ve üniversiteler gündemi, üniversitelerin yeniden yapılanması ile ilgili bir tartışmadan çok iç dinamiklerin birbirleri olan gerilimlerinden beslenen bir krize dönüştürülmüş oldu. Geçtiğimiz haftalarda TÜSİAD’ın üçüncü bir taraf gibi, asıl meselenin üniversitelerin ticarileştirilmesinin önünü açacak çerçeve bir yasa hazırlanması olduğuna vurgu yapan bir ilkeler önerisi getirerek yaptığı müdahale, sermayenin iç güçler dengesi içinde küresel kapitalizme eklemlenme siyaseti üzerindeki konsensüsün güvencesini sağlamakla işlevleneceğini gösteriyor. AB üzerinden demokratikleşme perspektifini benimseyen sermaye, kendi çıkarını gerçekleştirmesinin Siyasal İslam ve Kürt sorununun bir gerilim unsuru olmaktan çıkmasına bağlı olduğunun bilinciyle hareket ediyor.
Karşıdan Kurucu Güç
Küresel iktidar yapılanmasının çelişkilerinin ve krizlerinin en çok yoğunlaştığı bu tarihsel uğrakta emek cephesi, siyasal sürecin gidişatını belirlemek noktasında bir ağırlık oluşturamıyor. Yeni dönemin iktidar işleyişinin çatışkılı kuruluş sürecini okuyabilecek bir paradigmanın eksikliğinden dolayı, devrimci olanakları açığa çıkartarak karşıdan bir kuruculuğu üstlenebilecek bir hareket yaratamıyor. Kapitalizm, yeni bir ontolojik yapılanmanın içine girmiş bulunuyor ve bu ontolojinin epistemolojisini pratiğiyle kuruyor. Devrimci hareket için, karşıdan bir ontoloji ve epistemoloji kurmak zorunlu görünüyor. Geçmiş dönemin paradigmalarının içinden kurulan burjuva özlü bir devrim üzerinden bir anti-emperyalizm söylemi, kapitalizmin küresel iktidar yapılanması karşısında ön açıcı olamıyor. Modernizmin konsepti içinde burjuva demokrasisinin ilericiliği, devrimci hareketi tıkıyor. Tıkamanın ötesinde, “küresel demokrasi” söyleminin uçlarına, “demokratik emperyalizme” kadar savurabiliyor.
İmparatorluk, Latin Amerika, Afrika, Orta Asya ve Uzakdoğu’ya, dünyanın dört bir yanına ekonomik, siyasi ve askeri saldırı içinde bulunuyor. Sorunu yalnızca Ortadoğu veya İslam ülkeleri ve bölgeleri olarak okumak, devrimcileri bütünü görmeyen bir yanılsamaya sürükleyebilir, imparatorluk ve anti-emperyalist İslami muhalefet ikilemine bizi sıkıştırabilir. Bu sıkışma bizleri, ulusal bağımsızlıkçı ve burjuva özlü anti-emperyalist direnişin destekçisi pozisyonuna sokabilir. Bu pozisyon geri bir pozisyondur. Dünyanın neresinde olursak olalım destekçi değil, direnişin doğrudan öznesi olduğumuz görülmelidir. Bugün politik kuruculuğu ancak İmparatorluğun merkezi küresel saldırısına karşı küresel bir direniş paradigması üstlenebilir. Yoksa süreç, kapitalizmin bütünlükçü saldırısının yerine, emperyalist bir merkezin bir bölgedeki çıkarlarını gerçekleştirmesi olarak okunur; bu da bizi burjuva özlü anti-emperyalist bir mücadelenin destekçisi pozisyonuna ya da daha somut söylersek, ABD emperyalizmine karşı AB emperyalizminden medet ummaya sürükleyebilir.
Direnişin içerisi dışarısı kalmamıştır. Sermayenin imparatorluğuna karşıdan bir kuruculuk, kapitalizmi cepheden karşısına alan, doğrudan kapitalist mülkiyet ilişkisinin dönüşümünü hedefleyen ve kapitalizmi aşan bir pozisyona geçmek zorundadır. Bu pozisyon, kendisini güncel politik dile çevirerek gerçekleştirmelidir. Emperyalizme karşı ulusal sınırların korunması temelinde bağımsızlık söyleminin yerine, sınırların kaldırılması üzerinden topraklara evet...