*Marksist Olmayan Marksistler: Metin Kayaoğlu ve Marksizm
- otonomdergi
- 25 Eyl
- 19 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 29 Eyl

“Eğer bir Kentte uyruklar dehşetin egemenliği altında oldukları için ellerine silah almıyorlarsa burada barışın hüküm sürdüğü değil, ama daha ziyade savaşın hüküm sürmediği söylenmelidir. Gerçekte barış basitçe savaşın olmayışı değil kaynağını ruhun gücünden alan bir erdemdir.”
SPINOZA
Önemli filozoflardan Gilles Deleuze için felsefe kavram üretmektir. Kavram ve kavram setleri yaşamı anlamlandırma gücüdür. Düşünme üretimi yaşamı yeniden anlamdıran kavram setine dönüştüğünde paradigmatik bir kopuşu da içerir. Bu tür kurucu paradigmatik kopuşlar, içinde bulunduğu “şimdi”yi düşünmeye ve eylemeye davet eder. Kurucu fikirler, “şimdi”nin oluşu içinde güç ilişkilerini etkileyen, belirleyen ve kırılma noktaları yaratan, yaşamın devrimci ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde yaşamı devrimcileştiren praksislerdir. Politikliğe içkin bu fikirler kuruculuğa içkin yıkıcılığı içerir. Bu fikirleri ancak kurucu iradeler ve liderlikler üretebilir ve üstlenebilir. Marx’ın Komünist Manifesto’su, Lenin’in İki Taktik’i ve Nisan Tezleri gibi. Abdullah Öcalan’ın kaleme aldığı “Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu” paradigmatik kopuşu içeren, yeni bir anlamdırma gücü üreten, kuruculuğa içkin yıkıcı bir metindir.
Manifesto, bütün politik güç ilişkilerinin “karşılaşma”larını kaçınılmaz kılan ve politik pozisyonlarını yeniden düzenlemek zorunda bırakan bir metindir. Tarihi boydan boya kesen yeni bir okumanın içinden, yaşamı yeniden anlamlandıran bir kavram setiyle üretilmiş felsefi, teorik, politik ve diplomatik bir düşünmedir ve yaşamı anlamlandırmanın yeni bir gücüdür; doğruları ve yanlışlarıyla herkesi düşünmeye cesaretle davet eden bir manifestodur. Bu kurucu manifesto, istese de te istemese de yaşamı anlamlandıran başka kavram setlerine sahip düşünceleri rahatsız edici bir güce sahiptir. Bu bağlamda Manifesto, teorik ve politik olarak kaçınılmaz bir tehdittir. Manifesto’nun taşıdığı bu özellikler karşısında, Teori ve Politika dergisi yazarı Metin Kayaoğlu, Manifesto’nun eleştirilerini “Marksistçe karşılayan”, “Öcalan ve Marksizm” başlıklı bir makale kaleme almıştır. Bizim açımızdan “Öcalan ve Marksizm” makalesi Marksizmin arkasına saklanmış Marksist olmayan bir eleştiridir.
Kifayetsiz Muhteris
Kifayetsiz muhteris ifadesi teorik bağlamda şu anlamda kullanılabilir: bir işi yapabilmek için gerekli bilgi ve yeterliliğe sahip olmadığı halde o işi cesaretle yapmak. Manifesto’nun eleştirisini “Marksistçe karşılayan” Metin, ne yazık ki Marksizmi temsil edecek bir birikime sahip değildir. Metin Marksizmi bilmeden kendisini Marksist gören kifayetsiz muhteristir.
Devrimci entelektüel etiğin en önemli özelliklerinden biri bir metnin eleştirisini teorik sınırlarda tutabilme becerisidir. Teorik sınırlarda tutabilme becerisi, niyete bağlı olduğu kadar eleştiri konusunu eleştirebilecek bir arka plan birikimine ve bu birikim temelinde eleştiriyi teoriye çevirebilme yetisine de bağlıdır. Bir eleştirinin eleştirisini teorik sınırlarda tutabilme birikimi yoksa eleştiri ahlakileşir, ajitatifleşir ve fikirden daha çok kimin söylediği üzerinden kişilikleştirilir.
Metin, “Aşağıdaki satırlarda Öcalan’ın bu yoldaki pratik yordamını değerlendirmeyeceğiz, ama teorik gerekçelerini eleştireceğiz” diyerek entelektüel etiğe göre davranacağını ifade etmesine karşın, “Abdullah Öcalan, devletin izin vermediği tek bir ses ulaştıramıyor İmralı Adasından. Öcalan’a ulaşmak için devletin verdiği izinle kapılar açılıyor, masalar kuruluyor, konuşmalar yapılıyor. Böyle bir ortamda çeyrek yüzyıldır yaşayan Öcalan, devletin kendisi açısından önemsiz bir varlık olduğunu söyleyebiliyor, kendine kulak verenleri buna ikna edebiliyor” diyerek Öcalan’ın pratik durumunu iğneleyici bir dille değerlendirerek eleştirisine başlıyor. “Pratik yordamını değerlendirmeyeceğiz” demesine rağmen pratik yordamını değerlendirme eleştiri boyunca devam ediyor: “Öcalan’ın, belirtileri daha önce görülen ama 1999’da İmralı’ya getirildikten sonra geliştirdiği yeni paradigmasının temelini gerçek bir yenilgi oluşturuyor. Devletin karşısına çıkarak yenildiğini gördü; ve o bu kez büyük bir maharetle, devleti karşısına almadan, onun yanından yöresinden dolanarak güvenceli bir varlık inşa etmenin yolunu aramaya koyuldu.” … “Öcalan yenilgiyi kabul etti. Devlet yenilgiye uğratılamaz; devlet ele geçirilemez. O halde varlık için başka bir gerekçe, alt etmek için başka bir düşman ve ulaşmak için başka bir hedef saptanmalıdır.” … “Öte yandan onun, yeni koşullarda var olma gerekçesi bulmak için çok büyük bir arama çabası içine girmesi gerekmiyordu. Ezilenin devlet iddiasından vazgeçmesi için tarih ve günde istemediği kadar teorik ve sair malzeme doluydu ortalık.” … “Bir yandan onun azametini görüyor; devlet yenemeyeceğin bir devdir, o halde istikbalini onun varlığında arayacaksın.”… “Öcalan, devletin elinde oluşunu, devletin elindeyken var oluşunu, teorik bir hakikat haline getirmeye yöneliyor ve bir tarih inşa ediyor.” … “Öcalan, en soyut meseleleri ele alırken dahi büyük bir somut dikkatle devletin alacağı mesajı da hesaba katıyor. Öcalan’ın teorisinin her boyutu ve her zerresi, sadece kendi Hareketine bir yol yordam değil, kendi devletine verilmiş bir dilekçedir” diyen eleştiri ötesi bir dille “Marksistçe” eleştirisine devam ediyor ve bu dili sonuna kadar hiç bırakmıyor. “Marksist eleştiri” “Öcalan’ın sırtında devlet hançeri” diyerek, sen bu işlerle uğraşacağına ilk önce sırtındaki hançeri çıkar göndermesiyle bitiriyor. Metin, Öcalan’ı olumsuzlayarak Manifesto’nun içerdiği fikirleri anlamsızlaştırmanın psikolojik koşulunu oluşturma yeteneğindeki maharetini sergiliyor.
“Marksistçe karşılayan” “Öcalan ve Marksizm” başlıklı bu metin, “Öcalan’ın bu yoldaki pratik yordamını değerlendirmeyeceğiz, ama teorik gerekçelerini eleştireceğiz” demesine karşın Öcalan’ın bu yoldaki pratik yordamını değerlendiren bir dilden bir türlü çıkamıyor ve eleştiriyi teorik sınırlarda tutamıyor. Neden bunu yapıyor? Metnin niyeti kötü mü? Hayır! Bu problem, Öcalan’ın kaleme aldığı Manifesto’yu teorik sınırlarda tutarak eleştirebilecek teorik, entelektüel ve Marksist bir birikime sahip olunmamasından kaynaklanıyor. “Marksistçe karşılayan” bu metin polemik bile yapmıyor, Marksistçe (!) kendine ajitasyon çekiyor.
Bir devrimci tutsağın cezaevinde iki özgürlük pratiği vardır: birincisi, cezaevini kızıl üniversiteye dönüştürmek; ikincisi de, firar kavramını bir yaşam biçimi ve pratiği haline getirmek. Devrimci tutsak için yaşamak her zaman firarda, kaçış çizgileri arama çabasıdır. Metnin yazarı, firar etmeyi düşünecek bir cezaevi tarihi olmadığı için A. Öcalan’ın firari dinamizmini anlaması mümkün değildir. Metnin yazarı bilmelidir ki bir devrimci önder için zaferler bile yeterli değildir, her zaman yapılacak şeyler, yaratılacak hayatlar vardır. Kurucu liderlik önderliktir. Önderlik için yenilgiler bile yeni zaferler için bir olanaktır. A. Öcalan için her kriz, güce dönüştürülecek bir fırsattır. Diplomatik kişiliği stratejik kazanımlarına içkindir. İmralı’da tek başına Türkiye ve Ortadoğu’daki güç ilişkilerini yeniden dizayn eden, gündem belirleyen bir önderin düşünceleri “yenilginin ürettiği rasyonalite” değil, ilişkileri, karşılaşmaları ve krizleri firar etmenin olanaklarına çeviren bir liderliktir. Bu süreçte Manifesto, firar eden kaçış çizgilerinden biridir.
Hobbescu Marksizm
Bu makalenin bizi düşünmeye davet ettiği fikri nedir? Bir makale üzerine düşünürken en çok zorluk yaratacak şey, ifadelerin birbirinden kopuk olduğu bir konuşma diliyle yazılmış olmasıdır. “Marksistçe karşılayan” “Öcalan ve Marksizm” metni, bizim için böyle bir metindir. Bu durumda metnin ifadelerini derleyip bu derleme üzerinden soyutlamaya gitmek daha makul görünüyor:
“Devletler ortaya çıkışlarından bu yana, ortaya çıkış gerekçelerini zayıflatan değil aksine güçlendiren bir gelişme yaşayan örgütler oldu,” “örgüt kavramını izlediğinizde … karşınıza çıkacak tek varlık devlettir,” “Devletlerin güçlenen varlıklarına karşı umut yine bizatihi devletlerin doğasıdır,” “Bütün bu tarihte kavrayacağımız halka devlet olmaktı,” “iktidardaki tek bir günün değeri hiçbir şeyle kıyaslanamaz,” “Biz, devlete karşı devlet diyoruz,”
Görüldüğü gibi, bu ifadelerin hepsinde “devlet” kavramı altı çizilip öne çıkarılıyor. “Marksistçe karşılayan” “Öcalan ve Marksizm” başlıklı bu eleştiri metninin giriş paragrafında Hobbes’dan bir alıntıya yer verilmesi bunun açık ifadesidir. Leviathan!... Güç, kudret ve devlet! Fakat her satırının ruhunda buram buram devlet kokan bu yoğun ifadelere karşın, eleştiride bir devlet tanımı yok! Devlet kavramının kuramsal temeli bomboş! Hobbes’un en önemli temsilcisi ve Nazi fakat aynı zamanda iyi bir kuramcı olan Carl Schmitt mezarından kalkıp bu satırları okusaydı “arka planın benim” diyerek metini ayakta alkışlardı.
Metin bize açıkça şunu söylüyor: Ontolojik olarak kurucu güç, devlettir ve devletleşmek devrimciliktir. Egemenlik ilkesi dışında varlık ve varlığın tarihi yoktur. Tarih sınıflar mücadelesi tarihi değil, “devlete karşı devlet” ve egemenler arası egemenlik savaşıdır. Bu ifadelerin fikir babaları Hobbes ve Carl Schmitt’tir. Bu bağlamda metnin Hobbes’un Leviathan’ından bir alıntıyla başlaması bilinçli bir tercihtir.
Hobbes, modernizmin ve sekülerizmin politik teorisinin kurucularındandır. Egemenlik ilkesi aşkın “Tanrı”nın yerini yeryüzündeki devlet almıştır. Egemenlik ilkesi devlettir. Hobbes doğal hukukçudur ve bu hukuka göre iyi ve kötü yoktur, toplumsal doğada insan insanın kurdudur. Toplumsal barış, ancak insanların doğal hakkı olan öldürme hakkını ve egemenlik ilkesini toplumsal sözleşmeyle ömür boyu Kral’a devrederek sağlanabilir. Toplumsal Barış, doğal hukuktaki öldürme özgürlüğünün toplumsal sözleşmeyle Leviathan’a devredilmesidir. Barış, Leviathan’ın öldürme hakkında yatar: “Koruma ve itaat ilişkisi olmaksızın bir hâkimiyet ya da tabiyet, mantıklı bir meşruiyet ya da yasallık durumu da mümkün değildir. ‘Koruyorum, o halde kendime bağlıyorum’ ilkesi ‘Düşünüyorum, o halde varım’ ilkesidir ve bu cümlenin bilincine sistematik açıdan vakıf olmayan bir devlet teorisi yetersiz bir fragmandan öteye geçemez. Hobbes bunu Leviathan kitabının esas amacı olarak nitelendirmiştir.”[1] “Marksistçe karşılayan” “Öcalan ve Marksizm” başlıklı eleştiri metninin en başına övülerek konan paragrafın sahibi Hobbes işte budur. Devlet itaat ister.
C. Schmitt, Hobbes’un modern bir entelektüel uzantısıdır. Schmitt’in, “Marksistçe karşılayan” “Öcalan ve Marksizm” başlıklı eleştiriyi daha iyi anlamak için kesinlikle okunması gereken Siyasal Kavramı kitabı temel bir kitaptır. Bu kitap ontolojik bir soru sorar: Politik olan nedir? Bilim, doğru ve yanlış; ahlak, iyi ve kötü; estetik, güzel ve çirkin üzerine düşünür. Schmitt için politiklik de dost ve düşman üzerine düşünmektir. Schmitt için politik olan, dost ve düşman üretme gücüdür. Dost ve düşman üreten ve bunun siyasal birliğini oluşturan güç, politik varlıktır. Egemenlik olağanüstü hale eyleminde karar verendir. Politik varlık egemenlik ilkesi devletle işler ve çalışır. Dünya asla tek devlete gitmeyecektir, çünkü tarihin ontolojisi egemenlerin egemenlerle egemenlik savaşıdır ve dolayısıyla devletlerin savaşıdır. Politik gücün en üst örgütlenmesi, egemenlik ilkesi devlettir. Varlık ve tarih, egemenlik ilkesine içkindir. Egemenliğin içinde düşünmüyorsan varlık ve tarih içi değilsin ve ezilmeye ve yok olmaya mahkûmsun demektir. “Ulus”, “halk”, “sınıf”, ”insan” ve “özgürlük” egemenlik üzerinden düşünüyor ve devletleşiyorsa varlıktır. Varlığın ontolojisi egemenliktir.
Politik teori tarihi, politik olanın ne olduğu sorusunu üç temelde düşünmüştür: egemenlik, toplumsal ilişkiler ve ekonomi politik. Marx, toplumsal ilişkilerden yola çıkıp, ekonomi politiğin ve egemenlik ilkesi devletin tarihsel eleştirisini sunar. Marx için Devlet, “bir sınıfın bir başka sınıf tarafından baskı altına alınması için öngörülmüş bir aygıttan başka bir şey değildir,”[2] “İşçi sınıfı mevcut devlet makinesini olduğu gibi almak ve onu kendi amaçları için kullanmakla bürokratik ve askeri makineyi başka ellere geçirtmeye değil, ama onu yıkmaya dayanacaktır,”[3] “özgür halkçı bir devletten söz etmek saçmadır.”[4] Özgürlüğün olduğu yerde devlet, devletin olduğu yerde özgürlük yoktur.
Marksist olmayan Marksistlerin en temel özelliği Marx’ı egemenlik pratiğinin içine gömmek ve onun düşüncesini egemenlik ve devlet teorisi haline getirmektir. Bizim eleştirimiz ise, Hobbes’la değil Spinoza’yla başlar. Spinoza, bir Hobbes eleştirisidir. Spinoza için politik olan, egemenlik pratiği değil özgürlük pratiğidir.
Farkımız netleşiyor! Marx, politik ontolojiyi egemenlik pratiği olarak değil özgürlük pratiği olarak düşünmektir. Marksizm egemenlik ve devlet teorisi değildir, Marx toplumdan çıkan, politikliği özgürlük pratiği içinden düşünen bir komünisttir.
“Marksistçe karşılayan” “Öcalan ve Marksizm” başlıklı eleştiri, bu hakikatleri çok iyi bildiği için, Lenin’in “Proletaryanın devlete sadece geçici olarak gereksinimi vardır. Hedef olarak devletin ortadan kaldırılması sorununda anarşistlerden kesinlikle ayrılmıyoruz”[5] ifadesinden açıkça rahatsızdır. “Marksistçe karşılayan” bu metin, bu rahatsızlığını eleştiriyle açıkça ifade etmiştir: “Marx ve Lenin, adı geçen iki anarşist düşünürün tamamen ütopik yaklaşımlarına karşı bizce bir tutamak olarak gerçekçi ama ütopyadan yine de tamamen arınmayan bir yaklaşıma sahipti. Marx-Engels ve Lenin, sosyalist devletin basit bir devlet olacağını, çok kısa sürede (en çok birkaç on yıla kadar bir sürede) söneceğini sandılar.” Ve “Bize göre, Marx … devletin belirleyici rolünü yeterince görmemiştir.” Marksist metinimizin Marx-Engels ve Lenin’i açıkça ütopistlik ile ötelelediği görülmektedir.
Politik ontolojiyi egemenlik ilkesinde gören, “marksistçe karşılayan” “Öcalan ve Marksizm” başlıklı bu eleştirinin, Marx ve Lenin’i ütopiklikle eleştiren ve Hobbes’dan Marksizm çıkaran bir konumda olduğu yeterince açık bir şekilde görülüyor. Yeni bir kavram kazanmış bulunmaktayız: Hobbescu Marksizm! Metin, Öcalan’ı değil Hobbes ve C. Shimitt’in Marksist eleştirisini yaptığı zaman Marsizmin ne olduğunu kavrayabilir. Marksizmin egemenlik dışı düşünme düzlemini ütopist gören ve eleştiren, Marksist olmayan “Öcalan ve Marksizm” başlıklı bu eleştiri, kendisini Marksist ilan ediyor ve A. Öcalan’ı Marksizm adına eleştirdiğini iddia ediyor. Bu durum kifayetsiz muhterisliğin trajikomikliğidir. Marksizmi ben savunur, ben eleştiririm!... Şovenizm yalnızca ulus devlet boyutunda kendini göstermiyor ayrıca ideolojik boyutta da kendini gösteriyor. Marksizmi tekele alma şovenizminin tipik bir örneğiyle karşı karşıyayız.
Politikliği egemenlik pratiği değil özgürlük pratiği olarak gören, toplumculuktan çıkarak egemenlik ilkesi devleti kastik katil, tarihi ise özgürlük pratiği komün ile egemenlik pratiği devlet arasındaki mücadele olarak gören Öcalan mı Marksizm içidir, yoksa Marx-Engels ve Lenin’i ütopislik ile eleştiren, tarihi egemenler arası egemenlik savaşı, devletler arası savaş olarak gören ve Marksizmi bir egemenlik, bir devlet teorisine indirgeyen “Marksistçe karşılayan” “Öcalan ve Marksizm” başlıklı eleştiri mi Marksisttir?
Sınıflaştırmaya Karşı Sınıfsızlaşma Politik Pratiği: Komün
“Tarih sınıflar mücadelesi tarihidir” ifadesi hemen hemen bütün Marksistlerin bayrağıdır ve Marx böylece sınıfa ve sınıflar mücadelesine gömülmüştür. Öcalan’ın “tarih sınıflar mücadelesi tarihidir” ifadesine yönelik eleştirisi haklı bir eleştiridir ve bu bağlamda “Marx” eleştirisi tamamen Marksisttir. Bu eleştiriyle Öcalan Marx’ı Marksist olmayan Marksistlerin elinden özgürleştirmiştir.
Lenin, “Marx’ın öğretisinde özsel olan sınıf mücadelesidir. Bu çok yazılıp söylenir. Fakat bu doğru değildir. Ve bu yanlışlıkta adım başında Marksizmin oportünistçe çarpıtılması, onu burjuvazi için kabul edilebilir kılan tarzda tahrifi doğar. Çünkü sınıf mücadelesi öğretisi Marx tarafından değil aksine ondan önce burjuvazi tarafından yaratılmıştır ve genel konuşulduğunda burjuvazi için kabul edilebilirdir. Yalnızca sınıf mücadelesini kabul eden biri henüz Marksist değildir… Marksizmi sınıf mücadelesine indirgemek Marksizmi budamak demektir…”[6] der. Lenin bu sözleriyle, Öcalan’ın Marx’ın sınıflar mücadelesine indirgenmesine dair eleştirisinin haklılığı konusundaki tartışmaya noktayı koyar. “Marksistçe karşılayan” “Öcalan ve Marksizm” başlıklı metin de bu eleştiriye katılıyor görünmektedir. Fakat anlamlandırmalar tamamen farklıdır. Bu bağlamda metin, Öcalan’ın “sınıflar mücadelesi” eleştirisini hiç anlamamıştır. Öcalan’ın eleştirisi ancak Marx’ın sınıf kavramına ve sınıflar mücadelesi ifadesine yapmış olduğu devrimci müdahale anlaşıldığı oranda anlaşılabilir.
Marx, Joseph Weydemeyer’e 5 Mart 1852 tarihli mektubunda şöyle yazmıştır: "Modern toplumda sınıfların varlığını ya da bunlar arasındaki mücadeleyi keşfetme onuru bana ait değildir. Benden çok daha önce burjuva tarihçileri, bu sınıf savaşımının tarihsel gelişmelerini, burjuva iktisatçıları da sınıfların ekonomik yapısını açıkça anlatmışlardır. Benim yaptığım yenilik şunları kanıtlamaktı: 1) sınıfların varlığının ancak üretimin gelişmesindeki belirli tarihi aşamalar ile sıkı ilişki içerisinde bulunduğu, 2) sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağı, 3) bu diktatörlüğün kendisinin de sadece, bütün sınıfların ortadan kalkması ve sınıfsız bir topluma geçişten ibaret olduğu."[7]
“Sınıf” ve “sınıflar mücadelesi” kavramlarını keşfetme onurunun Marx’a ait olmadığını bizzat Marx’ın kaleminden öğrenmiş bulunuyoruz. Sınıf ve sınıflar mücadelesi kavramları Marksist kavramlar olmamalarına rağmen, bu kavramların Marksistler açısından önemi devam etmektedir. Sınıf kavramına verilen bu önem, Marx’ı “sınıf “ ve “sınıflar mücadelesi” kavramları dışında düşünülemez hale getirmiştir.
Marx’ın tarihsel önemi, “sınıf” kavramına ve “sınıflar mücadelesi” ifadesine devrimci müdahalesinde yatar. Lenin, Marksizmin düzleminin tam da bu olduğuna vurgu yapmıştır. Marx’ın önemi, “sınıf” kavramını ortadan kaldıracak “sınıfsız” toplumsal ilişkilerin kurulabileceği tarihsel olanakların politik olarak keşfinden ileri gelir. Bu bağlamda Marx ekonomi politiğin eleştirisidir. Lenin’in de ifade ettiği gibi, devrimcileri Marksist yapan, Marx’ın açıkça ifade ettiği gibi, “bütün sınıfların ortadan kalkması ve sınıfsız bir topluma” varma düşüncesini benimsemeleridir.
Proletarya diktatörlüğü, “devlet” kavramı değil, “devrim” kavramıyla ilişkilidir. Devrimi ifade eden “proletarya diktatörlüğü”nü devrimcileştiren ise, “bütün sınıfların ortadan kalkması ve sınıfsız bir topluma geçişten ibaret” olmasıdır. Devrim kavramını devrimcileştiren, “sınıflaştırma” politik pratiğine karşı sınıfları ortadan kaldıran sınıfsızlaştırma etik-politik pratiğidir. Bu bağlamda, Marksizm, “sınıf” kavramına içkin devlet değil, sınıflaştırma pratiğine karşı “sınıfsızlaşma” kavramına içkin komün kavramıyla komünizm içinden düşünülmelidir.
“Komünist devrim … çalışmayı ortadan kaldırır ve bütün sınıfların egemenliğini sınıfların kendileriyle birlikte ortadan kaldırır; çünkü bu devrim, artık toplum içinde bir sınıf işlevi görmeyen, artık toplum içinde bir sınıf diye tanınmayan, ve daha şimdiden artık bugünkü toplum içindeki bütün sınıfların, bütün milletlerin, vb. yok oluşunun ifadesi olan bir sınıf tarafından gerçekleştirilir.”[8] Marx’ın bu ifadesine göre, işçi sınıfı başta kendisi olmak üzere “şimdiden” tüm sınıfları, tüm “uluslar”ı ortadan kaldıran proletaryadır. Komünistlik, sınıfın bugünden sınıf olarak kendini reddeden örgütlü somut politik pratiğidir. Marx’ın ifade ettiği gibi, “Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu anda var olan öncüllerden doğarlar.”[9] Bu bağlamda komünizmin sınıflar mücadelesi içindeki pozisyonu, sınıflaştırma politik pratiğine karşı sınıfsızlaştırma politikliğinin pratiği olan anti-kapitalizmdir. Sınıfın kendini reddetme pratiğine içkin örgütlenmesi, devlet değil komündür.
A. Öcalan’ın, Marx’ı sınıf ve sınıflar mücadelesine gömen Marksist olmayan Maksistlere yapmış olduğu bu eleştirinin ne kadar haklı olduğu bizzat Marx ve Lenin tarafından doğrulanmıştır. Öcalan sınıfın doğuşunu asla reddetmemiştir, reddettiği, tarihin sınıflarla başlatılması ve toplumsal ilişkilerin sınıflaştırılmasının yalnızca ekonomik sınıfa indirgenmesidir. Öcalan, tarihi sınıfların doğuşuyla değil, sınıflardan önce gelen ve sınıfları doğuran erkek eksenli toplumsallaşmanın kadın merkezli toplumsallaşmayı kırım yoluyla tasfiye etmesiyle başlatır. Öcalan’ın Marksizme yapmış olduğu bu katkı görüldüğünde “Marksist”lerin neden erkek egemen bir kültüre sahip oldukları daha iyi anlaşılacaktır. Sınıflaşmanın yalnızca ekonomik sınıfa indirgenmesinin sonucu ise, toplumsal ilişkilerin bütününde sınıflaştırma politik pratiğinin nasıl çalıştığının ve toplumsal ilişkilerin pek çok boyutunun sömürü ve tahakküm altına alınmasının nasıl ıskalandığının görülmemesi ve önemsenmemesidir. Bu bağlamda Öcalan, Marx’ın değil Marksistlerin eleştirisidir. Bu eleştiri, selefileştirilmiş Marx’ın yeniden devrimcileştirilmesidir.
Tarih sınıflar savaşı değil, sınıflaştırmaya karşı sınıfsızlaşma mücadelesidir. Komün sınıfsızlaşma politik pratiğinin etik-politik gücüdür. “Devlete karşı komün”, günümüzde devrimin yeniden devrimcileştirilmesinde önemli bir soyutlamadır. Bütün toplumsal ilişkilerin komünleştirilmesi pratiği, yaşamı sınıfsızlaştıran içkin demokrasi komünalizmdir.
“Marksistçe karşılayan” “Öcalan ve Marksizm” başlıklı eleştiri, Öcalan’ı anlamadan tarihin sınıflar mücadelesi değil, “üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki mücadele” tarihi olduğunu hatırlatarak egemenlik ilkesine yeniden geri dönmektedir: “Örneğin sınıfa karşı sınıf yaklaşımının tarihsel olarak isabetli olmasa da mantıksal bir karşılığı vardır. Biz, devlete karşı devlet diyoruz.” Öcalan sınıflar mücadelesi eleştirisinden komün üretiyor, fakat “Marksistçe karşılayan” “Öcalan ve Marksizm” başlıklı eleştiri, sınıflar mücadelesi eleştirisinden yine devlet üretiyor. Marx’ı sınıflaşma üreten egemenlik pratiği içinden düşünen, devlet aracılığıyla yeniden sınıflar mücadelesine gömen metin mi Marksist, yoksa sınıfsızlaşmanın politik pratiğinden komün üreten Öcalan mı Marksist? Bence bunun yanıtını yukarıdaki alıntıda Lenin zaten vermektedir.
Paris Komünü
Lenin’in, Alman Marksizminin unuttuğu Paris Komünü’nü Ekim Devrimi’nde öne çıkararak yeniden düşünmesi tesadüf değildir. Paris Komünü, teorinin ötesinde pratik bir deneyim olarak Marksist birikimin en önemli dinamiğidir. Lenin bu Marksist birikimi Sovyetler üzerinden düşünmüş ve hatırlatmıştır. Devrimin her aşamasında devrimin kurucu sloganı “İktidar Sovyetlere” olmuştur. Lenin’in Devlet ve Devrim kitabı Paris Komününe -ekonomik olarak Proudhon, siyasal olarak Blanqui sorumlu olsa da- ve Marx ve Engels’in komün konusunda yarattığı birikime tam bir bağlılık göstermiştir. Komün Marksist kavramdır ve Marksizmdir.
“Marksistçe karşılayan” “Öcalan ve Marksizm” başlıklı eleştiri metnine göre ise, “komün, tarihsel olarak devletin alternatifi olamayacak bir toplum örgütüdür”, “Komün ve devletin, aynı düzlemde ve aynı işlevi gördükleri yerde ettikleri mücadele devletin açık ağırlığıyla sonuçlanmaya mahkûm”dur. Görüldüğü gibi, eleştiri metni komün kavramıyla gerilimlidir. Marksizmden farklı düşünülebilir, fakat tahrifat (bir şeyin aslını bozma) asla kabul edilemez. “Marx, Paris Komünü’nü devlet olmaktan, devlet gibi davranmaktan korktuğu için eleştirmişti.” Bu ifade bir tahrifattır, Marx’ın komün üzerine böyle bir ifadesi kesinlikle yoktur.
Nitekim Marx, Kugelmann’a yazdığı mektupta “On Sekizinci Brumaire’imin son bölümüne bakarsan, Fransız Devrimi’nin bir sonraki girişimi olarak, artık şimdiye kadar olduğu gibi bürokratik-askeri mekanizmayı bir elden diğerine geçirmeyi değil, bilakis onu param parça etmeyi ifade ettiğimi göreceksiniz… kahraman Parisli parti yoldaşlarımızın girişimi de budur”[10] demiştir. Engels, “Eh peki baylar bu diktatörlüğünün neye benzediğini bilmek ister misiniz, Paris Komünü’ne bakınız. Paris Komünü proletarya diktatörlüğüydü” diye ekleyecektir.[11] Lenin’e göre ise, “komün, proleter devrimin burjuva devlet mekanizmasını ilk parçalama girişimidir, parçalananın yerine konabilecek ve konmak zorunda olan ‘nihayet keşfedilmiş’ politik biçimdir.”[12] Engels, Bebel’e yazdığı mektupta, “biz, devlet sözcüğünün yerine, her yerde, topluluk (Gemeinwesen) gibi, Fransızca komünün karşılığı olan mükemmel eski bir Alman sözcüğünün kullanılmasını önermekteyiz” diyerek son noktayı koymuştur. Görüldüğü gibi, devlet kavramı yerine komün kavramı temel olarak olumlanmıştır. Son sözümü ara söz olarak kullanırsam, “Marksistçe karşılayan” “Öcalan ve Marksizm” başlıklı eleştiri, Öcalan’ın Marksist eleştirisi değil, Öcalan üzerinden bir Marksizm eleştirisidir.
Öcalan’ın “tarih komün ile devletin savaş tarihidir” soyutlaması, onun tıkanan ve açılamayan sol düşünce ve politik pratiğe devrimci bir müdahalesidir. Öcalan’ın yaptığı, yeni bir politik felsefe düzlemi kurmaktır. Modernist sol, direnişin ve devrimin koşulunu her zaman sermayenin krizlerinde arar. Bu bakış açısının felsefi temeli ise şudur: Varlık “anti” olmaya içkindir; “Sen kötüsün, o halde ben iyiyim.” Kötü olmak somut, iyi olmak ise düşünsel, spekülatif ve metafiziktir. Bu felsefe, ötekinin kötülüğü üzerinden var olmaktır. Böylece varlık, karşıtının olumsuzlaması üzerinden kendini olumlar. Öteki yok olduğunda kendisi bir hiçtir. Öcalan için bu nihilist ve mızmız politiklik, doğal olarak, toplumsal devrimi politik devrimden sonraya bırakmıştır. Bu bağlamda Varlık, iktidar olmadan, yani ötekine benzemeden varlık olamaz. “Marksistçe karşılayan” “Öcalan ve Marksizm” başlıklı eleştirinin felsefi temeli budur. Varlık, egemenliğin içinde varlıktır. Devleti yıkarız ve biz devlet oluruz… Ötekine benzemek karikatürizmdir. Bu bakış açısının doğal uzantısı, parti, partiye bağlı demokratik kitle örgütleri ve devlet… Çizgi budur.
Öcalan ve Manifesto, bu çizgiye devrimci müdahaledir. Öcalan için devrim, yalnızca sermayenin krizlerine gömülemez. Öcalan’a göre, varlık kendinde varlıktan çıkıp kendisi için varlığa dönüşmeden varlık olamaz. Varlık önce kendini olumsuzlayarak olumlamalıdır. Ücretli emek sermaye içi bir sınıftır. Emek, ücretli emek altında sınıflaştırılmasını etik-politik kuruluşu içinde reddetmeden sermaye dışı bir güç olamaz. Bu bağlamda devrim, Varlığın kendini olumlamaya içkin olarak karşıtını olumsuzlamasıdır. Asıl olan, varlığın kendinde bir fark olarak kendini ifade etmesidir. Güç karşıtını olumsuzlamakla değil kendini olumlamakla mümkündür. Güç ve hak talep edilerek elde edilemez. Güç ve hak varlığın etik-politik pratiğine içkindir. Politik güç, güç ve hakkın içkin olarak geliştirilmesine bağlıdır. Varlıksal gücünü geliştirdikçe hak talep edilmez dayatılır. Hak gücün ötekini zorlamasıyla yaratılır. Bu bağlamda artık devrim, karşıtının krizine değil, varlığın kendinde geliştirdiği hak ve gücün yarattığı krize bağlıdır.
Komün, ezilenlerin şimdiye içkin kendini olumlama pratiğidir. Komün, ezilenlerin güç ve hakkını içkin ve uzamsal olarak artırması, genişletmesi ve kriz üretme pratiğidir. Manifesto ile birlikte devrim olanağı kriz, yer değiştirmiştir. Politik devrimden sonraya bırakılan toplumsal devrim artık öne alınmıştır. Politik güç ve devrim toplumsal devrime içkindir. Bu yaklaşım devasa bir içkin direniş ontolojisidir. Varlığın conatus’u kuruculuğa içkin sürekli direniştir. Devrim, bu ontolojik kriz üzerinden düşünülecektir. Egemenlik pratiğine gömülmüş devrim yıkıcılığa içkin kuruculuktur, özgürlük pratiğinde ise devrim, kuruculuğa içkin yıkıcılık olacaktır.
Taşıyıcı Eşek
Bugün insanlık bir barbarlığın içinden geçiyorsa ve bugün Filistin’de insan çöplük bedene dönüşmüş ise, bunun en önemli nedenlerinden biri SSCB’nin çözülüp çökerek insanlığı terk etmesidir. Ekim Devrimi 1848 devriminden, Komün’den ve “İktidar Sovyetler”e şiarından gelen Marksist birikimin sonucu olarak gerçekleşti. Ekim Devrimi, 1848’den itibaren gelişerek kendisini oluşturan Marksist devrimci birikimi, egemenlik adına, devlet adına, iktidar adına kapitalizmin taşıyıcı eşekliğini üslenerek kendisiyle birlikte tasfiye etti. Ekim Devrimi, devletleşerek devrimin devrimciliğini ortadan kaldırdı. Bu hayallerin yıkıntısı altında, bugün hâlâ kendimize gelmiş değiliz. Marksizm politik olarak tarihinin en zayıf dönemini yaşamaktadır. 1848 devriminden gelen Marksist birikimi ütopist diyerek, komün kavramını küçümseyerek, Sovyetler için “bir işe yaramadı kendi kendine sönüp gitti” diyerek ve devleti yücelterek ve SSCB’nin çöküş nedeni konusunda hiç çekinmeden “yeterince devlet olamadı” diyerek ve önünüze gelen her eleştiriyi liberalizmmiş gibi göstererek bu Marksist birikimi Marksizm adına tasfiye edemezsiniz.
Öcalan’ın dediği gibi, doğrudan demokrasi olmadan, özgürlük olmadan baskı ve terörle Marksizm adına sosyalizmi kuramazsınız. Olmadı ve olmayacak. İnsanlığın özgürlük ve demokrasi adına Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren Marksist birikime sahip çıkmasının ve hesap sormasının karşısında Marksizm adına devletleşemezsiniz. Her devrimin yıktığı devletler gibi yıkılmaya ve parçalanmaya mahkumsunuz. Öcalan’ın eleştirileri, özgürlük ve demokrasi adına insanlığın politik vicdanıdır. Öcalan, hem taşıyıcı eşeklere hem de kapitalizme karşı küresel vicdanın, özgürlüğün ve demokrasinin direnişidir.
Bütün kifayetsizliğiyle “marksistçe karşılayan” “Öcalan ve Marksizm” başlıklı eleştiri, “Sovyetler Birliği, iyi organize edemediği devletine eşlik edecek şekilde, üretici güçleri geliştiremediği yani toplumunu zenginleştiremediği için çöktü. Çin, gücü elden bırakmayan bir devletle üretici güçleri, kapitalizmi de geliştirmek pahasına, hızla geliştirebildiği için çökmedi. Sovyetler Birliği’ni kapitalizmin taşıyıcı eşeği saymak açık bir maddi yanlıştır” diyerek Marksizmi bir devlet teorisi olarak görmeye ve göstermeye devam ediyor ve Marksist birikimi tasfiye ettikten sonra Marksistliği, aralarında bağlantı kurmadığı şu üç kavrama indirgiyor: üretici güçler, üretim ilişkileri ve devlet. Bu üç kavram üzerine de düşünmeye devam edelim.
Sovyetler Birliği “iyi organize edemediği devleti” yüzünden üretici güçleri geliştiremedi, evet, yeterince silahlandırılmamış devlet ile üretici güçler bağlantısının ne olduğunu bilmeden bunu böyle anlamak zorundayız. Peki ya Çin! Çin “gücü elden bırakmayan bir devlet”e sahip olmasına karşın neden üretici güçleri “kapitalizmi geliştirme”ye ihtiyaç duymadan geliştiremedi? Metin, üzerinde basa basa durduğu devlet ile üretici güçleri geliştirme bağlantısını Çin’e gelince koparıyor. Oysa Çin, devlet ile üretici güçlerin gelişmesi arasında bir ilişki değil üretici güçlerin gelişmesi ve kapitalizm arasındaki ilişkinin bir ifadesidir. Metinin bu çelişkisi ve Çin’in bu hakikati, Marksizmin değer teorisi içinden geçmeden, anlaşılması mümkün değildir.
Marx, komün “bütün hükümet biçimlerinin o zamana kadar daha çok bastırmaya önem vermelerine karşın onun yayılmaya çok elverişli bir siyasal biçim olduğunu gösterir. Komün’ün gerçek gizemini onun her şeyden önce bir işçi sınıfı hükümeti, üreticiler sınıfının sahiplenilenler sınıfına karşı yürüttüğü savaşımın bir sonucu, en sonu bulunan ve Emeğin iktisadi kurtuluşunun gerçekleşme olanağını sağlayan siyasal biçimi alması oluşturur”[13] diyor. Devlet, en güçlü politik olanak idiyse, Marx “doğrudan emeğin iktisadi kurtuluşunun politik olanağı Devlettir” neden demiyor. “Marksistçe karşılayan” “Öcalan ve Marksizm” başlıklı eleştiri ise “emeğin iktisadi kurtuluşu”yla ilgilenmiyor, tam tersine üretici güçlerin gelişmesiyle ilgileniyor. Bütün sorun da buradan başlıyor. Öcalan emeğin kurtuluşu üzerine düşünürken, “Marksistçe karşılayan” “Öcalan ve Marksizm” başlıklı eleştiri üretici güçlerin gelişimiyle ilgileniyor.
Evet, metin haklıdır, devlet üretici güçlerin gelişiminin politik olanağıdır. Marx zaten bunu biliyor, fakat Marx’ı Marksist yapan soru, emeğin iktisadi kurtuluşunun politik olanağı nedir? sorusudur. Marx ütopik olduğu için değil, değer teorisi içinden düşündüğü için, bilinçli bir biçimde, emeğin iktisadi kurtuluşunun politik olanağını devlet değil komün olarak görüyor. Biraz meselenin özüne inmemiz gerekiyor.
Üretici güçler, sabit sermaye ve değişken sermaye olarak ikiye ayrılır. Sabit sermaye ile değişken sermaye arasındaki ilişki temel önemdedir. Marx kapitalizmi üç dönemde inceler: ilksel birikim, mutlak artı değer ve nispi artı değer. Marx, mutlak artı değer için biçimsel tahakküm, nispi artı değer için gerçek tahakküm demiştir. Bu dönemleri birbirinden ayırt eden temel unsur, değeri üreten ve değerin ölçüsü emeğin verimliliğindeki artıştır. Kapital’in içinde yer alan başlıklardan biri “Makineler” bölümüdür. Makineler artı değer üretme araçlarıdır. Emeğin verimliliğinin artışı doğrudan sabit sermayeye bağlıdır. Emek değer üretiminin kaynağı olduğu için, emeğin verimliliği doğrudan bilimin üretim sürecindeki gücüne bağlıdır. Yani emek sömürüsü ve artı değer üretimi emeğin sürekli ücretli emek altında sınıflaştırılmasına ve sabit sermayenin gelişimine bağlı olarak emeğin verimliliğinin artırılmasına bağlıdır. Bundan dolayı Marx için kapitalizmin “teknik temeli devrimcidir.” Sermaye için, sabit sermayeyi geliştirmek emeğin verimliğini artırması bağlamında doğrudan artı değer sömürüsüne içkindir. Bu bağlamda üretim araçlarının özel mülkiyeti altında üretici güçlerin gelişme tarihi asla ilerici olamaz. İlerici olan emeğin sürekli toplumsallaşma gücüdür. İşte Marx, emeği verimli kılan üretim araçlarının mülkiyetini tam da bu bağlamda problemleştirir. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması emeğin iktisadi kurtuluşu için zorunludur ve devrim sorunudur. “Marksistçe karşılayan” “Öcalan ve Marksizm” başlıklı eleştiri, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti devlete devrettiğimiz zaman işin bittiğini sandığı için kendisini Marksist sanıyor. Burjuvazi ortadan kaldırıldığı zaman sermayenin de ortadan kaldırılacağını düşünüyor. Neden?! Çünkü Marksist değer teorisini bilmiyor.
Marx şöyle diyor: “Bizzat sermaye-emek ilişkisinin, kapitalist ile işçi arasındaki ilişkinin yeniden-üretimi ve yeni-üretimi, üretim ve değerlenme sürecinin başlıca sonucu olarak görülmektedir. Bu toplumsal ilişki, bu üretim ilişkisi, gerçek sürecin maddi sonuçlarından çok daha önemli bir üründür. Gerçekten, bu süreçte işçi kendi kendini emek kapasitesi olarak ve kendi karşıtı olarak sermayeyi üretmekte, kapitalist ise kendi kendini sermaye olarak ve kendi karşıtı olarak canlı emek kapasitesini üretmektedir. Her biri kendini yeniden üretirken, kendi olumsuzlamasını da yeniden-üretmektedir. Kapitalist, emeği yabancı emek olarak üretmekte; emek, ürünü yabancı ürün olarak üretmektedir. Kapitalist işçiyi, işçi de kapitalisti üretmektedir, vb.”[14] Bu bağlamda, “Aynı zamanda hem ücretli emeğin korunmasını hem de sermayenin ortadan kaldırılmasını istemek, demek ki kendi içinde çelişkili ve kendi kendini çürüten bir taleptir”[15] sonucuna varıyor.
Burjuvazi ve ücretli emek sermaye içidir ve sermayenin kişilikleşmiş biçimleridir. Sermayeyi üreten, emeğin sınıflaştırılmış ve sermayeleşmiş biçimi ücretli emektir. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti sermayenin kişilikleşmiş biçimi burjuvaziden alıp sermayenin tüzel kişiliği devlete verdiğinizde, fakat emeği ücretli emek altında sınıflaştırdığınızda artı değere dayalı kâr ve sermaye ortadan kalkmıyor. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti devlete devrettiğinizde emek ücretli emek altında sınıflaşmaya devam ediyor. Artı değere dayalı sermaye birikimi daha da yoğunlaşıyor. Devlet, üretici güçleri geliştirme adına, sınıfı sınıf olarak üretip yeniden üretiyor. Lukacs’ın dediği gibi sınıf bürokrasi üzerinden kendini sömürüyor. Böylece sermaye üretiminin politik koşulu devlet oluyor. Devlet kapitalizmi, kapitalizm içidir ve SSCB, toplumsal sermaye birikimi için emeği ücretli emek altında sınıflaştırmaya ve sömürüyü daha yoğunlaştırmaya devam etmiştir. Ekim Devrimi, sermaye birikimini en kısa zamanda oluşturmak ve kapitalizmin biçimsel tahakküm döneminde olduğu gibi emeği politik zorla ücretli emek altında sınıflaştırmak için devlete ihtiyaç duymuştur. Devlet, emeğin iktisadi kurtuluşu için değil toplumsal sermaye birikimi için emeğin sömürüsünün politik bir olanağıdır.
“Marksistçe karşılayan” “Öcalan ve Marksizm” başlıklı eleştiri, ekim devriminde “üretimin militarizasyonu”ndan hiç mi hiç bahsetmiyor. Ama metni anlamak için bahsetmemiz gerekiyor. Troçki, emeğin militarizasyonu konusunda Ekim Devrimi’nin devletleşmesini temsil eder: “Emeğin militarizasyonu emek gücümüzün örgütlenmesinin vazgeçilmez yöntemidir… Zorunlu çalışmanın hiçbir zaman üretken olmadığı doğru mu? En sefil en zavallı ön yargıdır bu: kölelikte üretkendi… zorunlu köle emeği zamanında ilerici bir olguydu. Bütün ülke için yükümlülük olan, her işçi için zorunlu olan çalışma sosyalizmin temelidir,” “işçi devleti normal olarak istediği herhangi bir zamanda herhangi bir yurttaşı herhangi bir işyerine getirmeye zorlama hakkına sahiptir.”[16] Bu alıntıdan sonra “Marksistçe karşılayan” “Öcalan ve Marksizm” başlıklı eleştirinin egemenlik ilkesi devleti neden bu kadar önemsediği daha açık görülüyor. Üretici güçlerin gelişmesi ile devlet arasındaki bağlantı çok daha iyi anlaşılıyor.
Marx için komün neden emeğin iktisadi kurtuluşunun bir olanağıdır? Değerin kaynağı emek olduğundan, emeğin verimliliğini artırmanın bir koşulu üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet olmasına karşın, diğer koşulu emeğin elbirliğidir. Marksistlerin Marksist değer teorisinde ıskaladıkları bu temel Kapital’de yer alan “Elbirliği” başlığı altında ele alınmıştır.
Emek ve üretim her zaman ve her zaman toplumsaldır. Üretimden bahsettiğimizde doğrudan toplumsallıktan bahsederiz. Üreteci güçlerin gelişim tarihi, emeğin toplumsallaşmasının gelişim tarihidir. Üretimin toplumsallığı ile üretim ilişkilerinin özel mülkiyeti arasındaki antagonizma bu gerçeğe dayanır. Emeğin verimliğini ve üretici güçleri artıran, emeğin toplumsallığı ve üretimin elbirliğidir. İlerici olan da budur. Üretici güçlerin gelişimi sömürüye dayanırken emeğin elbirliği ve toplumsallaşmasının gelişimi emeğin güç artımının bir ifadesidir.
Kapitalizm, özel mülkiyetle emeğin toplumsallığını ve üretimin elbirliğini depolitize eder ve apolitikleştirir. Kapitalizm, toplumsal ilişkileri, insanlar arası ilişkiyi metalar arası ilişkiye dönüştürdüğü için toplumsallık ve elbirliği asla “TOPLUM”laşamaz. Toplumsallığın “toplum”laşamaması toplumsallığın depolitizasyonudur. Aynı şekilde, emeğin verimliliğini artıran üretimin elbirliği alanı özel mülkiyetten dolayı toplumlaşamaz ve depolitizedir. Emeğin verimliliğini ve üretici güçleri artırmanın koşulu, emeğin toplumsallığını ve üretimin elbirliği alanını özgürlük pratiği olarak politikleştirmektir. İşte emeğin iktisadi kurtuluşunun koşulu bu politik zemindir. Emeğin iktisadi koşulu bu bağlamda ekonomi- politik değil etik-politiktir. Marx tam da bu bağlamda koşul devlet değil komündür demiştir. Komün, toplumsallığı “toplum”laştırmanın ve elbirliğini demokratikleştirmenin politik koşuludur. Emeğin elbirliğinin demokratikleştirilerek politikleştirilmesi, yerelden kamusal mülkiyetin kolektif mülkiyete dönüştürülmesidir. Elbirliğinin komünler üzerinden politikleştirilmesi bir özgürlük pratiği olan komünalizmdir. Öcalan, komünalizmin ve bu hakikatin ifadesidir.
“Marksistçe karşılayan” “Öcalan ve Marksizm” başlıklı eleştiri, bir Öcalan eleştirisi değil Marksizm eleştirisidir. Peki bu Marksizm eleştirisi, Marx’tan Marksist olmayan Marksistlere ne bırakmıştır?: Devrim kavramı. Ne yazık ki “Marksistçe karşılayan” “Öcalan ve Marksizm” başlıklı eleştiri, Çin üzerinden onu da reddetmiştir.
Marx, devrimin koşulunu üretim ilişkilerinin üreteci güçlerin gelişimine engel olduğu zamana bağlar. Çin ve “Marksistçe karşılayan” “Öcalan ve Marksizm” başlıklı eleştiri ise, bize açıkça şunu söylemektedir: Bugün üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişmesine ne yazık ki engel değildir, anti-kapitalist devrimin olanağı yoktur. Bugün için üretici güçlerin gelişim koşulları kapitalizm dışında mümkün görünmemektedir. Sol görünüp sağ olmak böyle bir şey. Marksist olmayan Marksistlerin Marksizminden geriye hiçbir şey kalmadı. Peki geriye ne kaldı? Kapitalist olunacaksa biz olalım: yaşasın bir gün de olsa iktidar!
Bir kez daha tekrar ederek metinimizi sonlandıralım: A. Öcalan’ın Marksist eleştirisi bir Marksizm eleştirisidir. Eğer Marksist bir eleştiri yapılacaksa bu adresin Metin Kayaoğlu olmadığı görülmektedir.
[1] Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, Metis, 2021, s. 83.
[2] Karl Marx ve Friedrich Engels, Devlet ve Hukuk, Ayrıntı, 2020, 3. Baskı, s. 59.
[3] Karl Marx, Kugelmann’a Mektup, 12 Nisan 1871, Seçme Yazışmalar 2 1870-1895, Sol, 1996, s. 45.
[4] Friedrich Engels, Bebel’e Mektup, 18-28 Mart 1875, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol, 1989, s. 56.
[5] V. I. Lenin, Devlet ve Devrim, İnter, 1999, s. 69.
[6] A.g.e., s. 26.
[7] Karl Marx, Weydemeyer’e Mektup, 5 Mart 1852, Seçme Yazışmalar 1 1844-1869, Sol, 1995, s. 72-76.
[8] Karl Marx ve Freidrich Engels, Alman İdeolojisi, Sol, 2004, s. 66.
[9] A.g.e., s. 62.
[10] Karl Marx, Kugelmann’a Mektup, 12 Nisan 1871.
[11] Freidrich Engels’in Karl Marx’ın Fransa’da İç Savaş kitabı için 1891’de yazdığı önsöz.
[12] Lenin, Devlet ve Devrim, s. 71.
[13] K. Marx, Fransa’da İç Savaş, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, 2005, s. 66.
[14] K. Marx, Grundrisse, Birikim, 1979, s. 492.
[15] A.g.e., s. 399.
[16] Üçüncü Bütün Rusya sendikalar kongresi 1920. Say, 87-89, Bolşevikler ve işçi denetimi ayrıntı yay. say,109
Yazar: Cengiz Baysoy
Marksist Olmayan Marksistler: Metin Kayaoğlu ve Marksizm






![*Batı Eleştirel Düşüncesinin Açmazları[1]](https://static.wixstatic.com/media/f4f98b_546bf7e5d3124b5daf638a013ccf4fde~mv2.jpeg/v1/fill/w_980,h_658,al_c,q_85,usm_0.66_1.00_0.01,enc_avif,quality_auto/f4f98b_546bf7e5d3124b5daf638a013ccf4fde~mv2.jpeg)