top of page

*Batı Eleştirel Düşüncesinin Açmazları[1]

  • Yazarın fotoğrafı: otonomdergi
    otonomdergi
  • 10 Mar
  • 20 dakikada okunur
"Marksizmin sınırlarının ötesine geçmeyi amaç edinmiş bir projenin başarısız olmasının bütünlüklü eleştirisini tek bir yazıya sığdırmak mümkün olmadığından, şimdilik bilhassa şu üç kilit kavramın eksikliğinin yol açtığı büyük hasarı analiz etmekle yetinelim: emperyalizm, tekel ve savaş.[3] Bu kavramların lağvedilmesinin bizi sermayenin, devletin, bunların ilişkilerinin ve politik eylemin dönüşümlerini anlamaktan nasıl alıkoyduğuna dönüp bakalım."

Maurizio Lazzarato
 
 
Şu anda bütün dünya üçüncü bir dünya savaşının patlak verip vermeyeceğini konuşuyor. Bu mesele karşısında da zihinsel olarak hazır olmasını bilmemiz, onu çözümleyebilmemiz gerekir. Bizler kesinlikle barışın yanında, savaşın karşısındayız. Ama emperyalistler yeni bir savaş başlatmak konusunda ısrar ederlerse bundan da korkmamak gerekir. Herhangi bir kargaşa karşısında tavrımız ne ise bu meselede de tavrımız aynıdır: Birincisi, buna karşıyız; ikincisi, bundan korkmuyoruz. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından 200 milyon nüfuslu Sovyetler Birliği doğdu. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından toplam 900 milyon insanın yaşadığı sosyalist kamp oluştu. Ola ki emperyalistler üçüncü dünya savaşını başlatmakta ısrar ederlerse hiç şüphe yok ki sosyalizmin saflarına yüzlerce milyon insan daha katılacak ve emperyalistlere dünya üzerinde pek bir yer kalmamış olacak, hatta belki de emperyalist sistem tümüyle çökecek.
Mao Zedung, Halkın Bağrındaki Çelişkilerin Doğru Çözümü, 19 Haziran 1957
 
 
Raboçeye Dyelo'nun,[2] bir zafer havasıyla Marx'ın şu sözlerini aktarırken nasıl patavatsız olduğunu değerlendirebiliriz: “İleriye doğru atılan her adım, her gerçek ilerleme, bir düzine programdan daha önemlidir.” Teorik kargaşa döneminde bu sözcükleri yinelemek tıpkı bir cenazede yaslılara “gözünüz aydın!” demeye benzer.
Lenin, Ne Yapmalı?, 1902
 
 
Mao’nun yukarıdaki sözleri sanki günümüz için yazılmış. Ne var ki bizim savaş gerçekliğine psikolojik olarak hazır olduğumuz pek söylenemez. Savaşın emellerini, sebeplerini ve açtığı olanakları analitik olarak değerlendirmeye ise hiç hazır değiliz. Bunu yapabilmek için gerekli olan duygulardan da kavramlardan da yoksunuz. Batı eleştirel düşüncesi (sadece en önemli figürlerini sayacak olursak: Foucault, Negri ve Hardt, Agamben, Esposito, Rancière, Deleuze ve Guattari, Badiou), sınıf çatışmalarına ve devletler arası savaşa değil müdahale etmek, bu gelişmeleri analiz etmek için bile gerekli olan kavramları ve duyguları oluşturmadığından onları öngörmeyi de başaramıyor ve bizi onun karşısında tamamen silahsız ve savunmasız bırakıyor. Son elli yıldır muazzam bir “teorik kargaşa” yaşanıyor. Böyle konuştuğumuz için teoriye gereğinden fazla önem atfettiğimiz düşünülmesin, ama şu bir gerçek ki teori olmadan “devrimci hareket de olmaz.”
 
Marksizmin sınırlarının ötesine geçmeyi amaç edinmiş bir projenin başarısız olmasının bütünlüklü eleştirisini tek bir yazıya sığdırmak mümkün olmadığından, şimdilik bilhassa şu üç kilit kavramın eksikliğinin yol açtığı büyük hasarı analiz etmekle yetinelim: emperyalizm, tekel ve savaş.[3] Bu kavramların lağvedilmesinin bizi sermayenin, devletin, bunların ilişkilerinin ve politik eylemin dönüşümlerini anlamaktan nasıl alıkoyduğuna dönüp bakalım.
 
Emperyalizm
Emperyalizm kavramı bütün bu teorilerden ama öyle ama böyle fiilen tahliye edilmiştir. Negri ve Hardt milenyumun başlangıcında bu kavramın lağvedilmesine teorik bir sağlamlık kazandırma gayretine girerek şöyle demişlerdi: “ABD bir emperyalist projenin merkezini oluşturmamaktır ve aslında günümüzde hiçbir ulus devlet bunu yapamaz. Emperyalizm miyadını doldurmuştur. Hiçbir ulus modern Avrupalı ulusların bir zamanlar olduğu gibi dünya lideri olamayacaktır.”[4]
 
Kapitalizmin içinden doğduğu ve geliştiği merkez-çevre ilişkisini altüst eden yeni bir dünya düzeni oluşturan İmparatorluk, kendini modern egemenliğin alternatifi olarak dayatır. Artık bir merkez yoksa çevre de yoktur, “Birinci, İkinci ve Üçüncü Dünyalar arasındaki ayrımlar bulanıklaşmıştır.”[5]
 
Yeni ulusüstü egemenlikte “birkaç emperyalist güç arasındaki çatışma ya da rekabetin yerini, bütün bu güçleri belirleyen, bir-örnek yapılandıran ve tartışmasız post-kolonyal ve post-emperyalist niteliğe sahip tek bir ortak hak nosyonu altında toplayan tek bir iktidar fikri almıştır.” “Ulus devletin nihai çöküşü” “büyük çatışmalar çağını [sona erdirecektir] … emperyalist, emperyalistler arası ve anti-emperyalist savaşların tarihi bitmiştir.”[6] Küresel ve devletler-üstü yönetişimin “barış” getirmesiyle birlikte, savaşlar polis operasyonlarından ibaret hale gelmiştir. Devletler arası dünya savaşının bugün devletlerin yalnızca bir parçasından ibaret olduğu küresel bir makine yaratacağını ileri süren Deleuze ve Guattari’de de benzer bir fikirle karşılaşırız. Şu halde de varılacak sonuç “hayatta kalmanın mutlak barışı”dır. Zira bütün bu düşünürler açısından, barış savaşın karşıtı değildir, zira korkunç bir barıştır bu, küresel makinenin dayattığı “güvenliğin” barışıdır. Ama Schmitt ve Arendt’in işaret ettiği gibi bir “küresel iç savaş”tan artık söz edilemez.
 
“Bu emperyal yayılmanın ne emperyalizmle, ne de devlet biçimlerinin fetih, talan, soykırım, sömürgeleştirme ve köleliğe dönük girişimleriyle bir ilgisi vardır. Böylesi emperyalizmlere karşı, İmparatorluk ağ biçimindeki iktidar modelini genişletir ve güçlendirir,”[7] yatay çokluğuyla (birkaç yıl önce moda haline gelen bir tabirle söylersek, düz ontolojisiyle) ayırt edilen bu ağ modeli ise “biyoiktidar” ve “kontrol toplumu” teorisine göre tanımlanır.
 
Amerika Birleşik Devletleri ne dünya piyasasında hegemonik bir dünya gücüdür ne de eski bir emperyalist güçtür. Aksine onun görevi, dünyayı devletlerin üstünde yer alan ve farklılıkları dışarıda bırakmak yerine içeren bu yeni sisteme doğru taşımaktır, zira Amerikan anayasası (kuruluş yapısı) başından beri emperyaldir, “çıkış, diyalektik olmayan olumlayıcı değerler, çoğulculuk ve özgürlük” üzerine kuruludur.
 
Dünya piyasası bütün ulusal paraların “egemenliğini kaybetmeye doğru gittiği” “evrensel bir para rejimi” üstüne inşa edilmektedir. Para “emperyal hakemdir, ama ne belirli bir yeri ne aşkın bir statüsü vardır,”[8] yani İmparatorluk doların gücünü iptal etmektedir.
 
“Otonom ve bağımsız” bir nitelik kazanmış olan çağdaş proletaryadan oluşan Çokluk İmparatorluğun diğer yüzüdür. “Toplumsal elbirliği artık sermaye yatırımının bir sonucu değil, [Çokluğun] otonom gücü”dür. “Dünyanın efendileri biziz”,[9] çünkü “bütün yaşam dünyasını emeğiyle otonom bir şekilde üreten ve yeniden üreten,” Çokluktan başkası değildir.
 
Machiavelli, yeni bir toplumu aşağıdan yukarı inşa etmenin “silah” ve “para” gerektirdiğini öne sürer. “Spinoza şöyle yanıt verir: Zaten onlara sahip değil miyiz? Gereken silahlar tam da çokluğun, onun üretkenliğinin yaratıcı ve peygamberlere özgü kudretinde yatmıyor mu?”[10]
 
Gerek emperyalizm, soykırım, finans tekelleri, savaş ve iç savaş gerçeği, gerekse iki yüzyıl boyunca verilen mücadeleler ve devrimlerin sonucunda kazanılmış bütün sosyal ve siyasi hakları teker teker yitiren, “silah”sız, “para”sız ve “otonomi”den yoksun yeni hareketlerin güçsüzlüğü bu kavramların doğrudan bir eleştirisidir. Teorilerine ya da programlarına bir olasılık olarak dahi katmadıkları savaşın patlak vermesi karşısında, hareketlerin çokluğu, darmadağınık bir halde, konuşma yetisini yitirmiş ve yönünü kaybetmiş görünüyor.
 
Emperyalizmi “kapitalizmin kalıcı bir aşaması” olarak gören Güneyli bir Marksistin bakış açısı sözünü ettiğimiz Batı eleştirel düşüncesinden çok daha ilginç olabilir. Samir Amin, çevrelerin merkez tarafından “mülksüzleştirilmesi”nin yüzyıllara yayılan sürekliliğinden yola çıkarak, günümüzdeki siyasi durumun gelişimini, oldukça şaşırtıcı bir biçimde, daha 1978 gibi erken bir tarihte öngörmüştü. 1945’ten sonra emperyalizmin biçimlenişi önemli ölçüde değişti. Aktörleri ABD, Avrupa ve Japonya, lokomotifi ise merkezinde ABD’nin olduğu hiyerarşik bir işbirliği/rekabet olan bir “kolektif emperyalizm” tesis edildi. Kolektif emperyalizm Kuzey ülkeleri arasında emperyalistler arası savaşlara yol açmıyor, aksine Güney’le sürekli bir savaş halinde. Çünkü Güney ülkelerine dayatılan “azgelişmişliğin gelişmesi”, “lümpen-kalkınma” Kuzey’in birikiminin koşulu olmaya devam ediyor ve hep de öyle olacak. Küresel kapitalizmde mekân asla “pürüzsüz” olamaz, daima kutuplaşmış olmak zorundadır.
 
Batılı olmayan bir Marksizmin keskin görüşlülüğünü ispatlarcasına, savaş hakikaten de Güney’in bir gerçeğine dönüşmekle kalmadı, Avrupa ve Japonya da tümüyle bir sömürgeye dönüşmeyi uslu uslu kabul etti ve ekonomileri Amerikalı müttefiklerinin önünde diz çöktürüldü. ABD, kamusal para -dolar- tekeli ve özel yatırım fonları tekelleri aracılığıyla, bu ekonomilerin yağmalanması sayesinde iflastan kurtarıldı. “Amerikan yaşam tarzı”nın yarattığı devasa bütçe açığı, bu ekonomilerin zenginliği ve birikimleriyle finanse edildi.
 
Kolektif emperyalizm teorisi olayların seyri içinde daha da yetkinleşti ve Berlin Duvarı’nın yıkılışından sonra, yine isabetli bir biçimde, Amerikan emperyalizminin önce Rusya, sonra Çin ve son olarak da Avrupa’yı tektaraflı hegemonya arzusunun baş düşmanları olarak tanımlayacağını daha o zaman öngörebildi. Avrupa özerk bir strateji izlemezken, Güney ABD’nin başını çektiği küreselleşmeyle güçlendi ve kolektif emperyalizme rakip çıkarak, politik/ekonomik (Çin) ve politik/bölgesel (Türkiye, Rusya) gücünü genişletti.
 
Kolektif emperyalizm teorisi, sorunlu olmakla birlikte tartışılmayı hak eden başka bir stratejik hipoteze daha dayanır: Temel çelişki, bir merkez ile giderek daralan bir çevre arasındadır. Emperyalist hiyerarşi, Birinci, İkinci ve Üçüncü dünyaların iç içe geçmesiyle ortadan kalkmak şöyle dursun, merkezin inisiyatifiyle daha da keskin bir biçimde kutupsallaşmaktadır. G7 ile BRICS ülkeleri arasındaki ekonomik-politik çatışmayı, Filistin soykırımında gördüğümüz gibi Güney’in proletaryasına karşı askeri saldırıları düşünürsek, bu hipotez de doğru çıkmış görünüyor. Çatışma noktalarının hepsi NATO, ABD ve İsrail ile merkezin, en azından başkanlık seçimlerine kadar, düşman olarak gördükleri (Rusya, Müslüman proletarya, Çin) arasında yer alıyor.
 
Samir Amin “İmparatorluk” teriminin emperyalizmle sömürgeciliği talihsiz bir şekilde özdeşleştirdiği kanaatindedir. Negri ve Hardt’ı sömürgeciliğin sonunun emperyalizmin de sonu olacağı sonucuna götüren yanıltıcı bir terimdir bu. Mısırlı-Fransız iktisatçı, kışkırtıcı bir örnek vererek, İsviçre’nin tek bir sömürgesi dahi olmadığı halde, tam da “azgelişmişliğin gelişmesi”ne ortak olduğundan -ki emperyalizmin doğru tanımı budur- emperyalist bir ülke olduğunu öne sürer.
 
Tekel
Deleuze ve Guattari emperyalizm kavramını reddetmekle kalmaz, Samir Amin’in yaygın bir şekilde kullanılan başka bir temel kategorisini, tekel kavramını da lağvederler. Fernand Braudel’in kapitalizmin ticaret tekeli olduğu dönemden bugüne daima tekellerin hâkimiyeti altında olduğu yollu öğretisini göz ardı ediyor gibi görünürler. Oysa merkezileşme süreci bugüne kadar hep şiddetlenerek gelmiş, 1970’lerden beri daha da hız kazanmış ve aynı yıllarda (artık endüstriyel değil de finansal olan) boyutları o güne kadar görülmemiş bir seviyeye ulaşmıştır.
 
Foucault, Deleuze ve Guattari, Negri’yi vs. okurken 68’den sonra merkezileşme sürecinin durduğunu, hatta tersine döndüğünü görürsünüz. Vurgu daha ziyade iktidarın yataylığına, saçılmışlığına ve yerel, mikropolitik yaygınlığına kaymıştır: Deleuze’e göre “on dokuzuncu yüzyıl kapitalizmi yoğunlaşma yanlısıydı,” bugün ise “esas olarak dağınıktır.” Eskiden kapalıyken şimdi açılan okul, hastane dispositifleri dünya piyasasının pürüzsüz uzamının içerideki mukabili olan bir “pürüzsüz uzam” oluşturmaktadır. Bu dispositifler artık “bir sahibe, devlete ya da özel bir iktidara” doğru yakınsamaz. “İktidarın ayırıcı özelliği, aşkın birlikten, küresel merkezileşmeden azade olan sahasının içkinliğidir.”
 
Yine de Biyopolitikanın Doğuşu başlıklı derslerinde, kapitalist merkezileşme, aşkın birlik, küresel merkezileşme süreçlerini tamamen silip, “kralın kellesini uçurarak” politik açıdan son derece zararlı ve radikal bir yanlış yorumu ortaya koyan asıl Foucault olmuştur.
 
Biyoiktidar ve kontrol toplumu kategorileri, egemenliğin, “iktidarın aşırılığı”nın bütün biçimlerini eleştirmeye olanak tanıyan yeni bir iktidar anlayışı olarak öne sürülüyordu. Foucault’nun “Tanrı’nın, bütünlüğün, Egemenin olmadığı ateist bir disiplin” olarak tanımladığı ekonomi politik, biyopolitik yönetimselliğin uygulama bilimiydi. Ekonomi politik, “egemenin bakış açısının yalnızca boşunalığını değil imkânsızlığını” da gözler önüne seriyor, “bütünleştirilmesi imkânsız çokluğun” varlığına işaret ediyordu. Egemen, fiyatların herhangi bir otoritenin müdahalesi olmaksızın, yalnızca kişisiz rekabetle oluştuğu piyasanın düzeni tarafından ortadan kaldırılmıştı.
 
Foucault’nun liberalizme sempatisinin olup olmadığını bilmemizin gerçekten bir önemi yoktur. Gerek işleyişi piyasaya dayalı bir ekonomi anlayışının, gerekse rekabetin iktidarın tekelci yoğunlaşmasına kısa devre yaptırarak fiyatları belirleyebilen kişisiz bir dispositif olarak tanımlanmasının, onun iktidar anlayışıyla ne kadar uyumlu olduğunu görmek çok daha önemlidir.
 
Biyopolitika ve kontrol toplumu teorisi (Negri ve Hardt bu kategorileri tümüyle benimsemiştir) yalnızca yatay yayılımın, mikropolitikanın, kâr ve iktidar birikiminin hareketini görür; tahakküm ve sömürü ilişkilerinin yatay yayılımına komuta eden, karar veren ve bunu düzenleyen diğer merkezileştirici dinamiği kavrayamaz. Yayılım tekele hizmet eder. Marx’ın 18. Brumaire’de işaret ettiği üzere, bu iki hareket daima bir arada bulunur, ama iktidarı uygulayan ve ademimerkezileşmeye komuta eden daima merkezileşmedir. Savaş hakikatin güçlü bir aracıdır, çünkü eleştirel düşüncenin gözden kaçırdığı dinamiği apaçık görmemizi sağlar.
 
Samir Amin süreklilik içindeki değişimi vurgular. Nasıl ki emperyalizmin yeni bir biçimlenmesi söz konusuysa, 1973-75’ten bu yana Baran ve Sweezy’nin tanımladığı tekel olgusu da değişim geçirmiştir. Amin, bütün üretici unsurlar her yere yayıldığından ve bütün dünya tekeller tarafından kapıldığı ve onların komutası altında olduğundan, “genelleşmiş bir tekel”den bahseder. En ufak özerk ve bağımsız girişime bile yer yoktur. Tarımdan örnek verecek olursak, “bağımsız” çiftçiler üretimlerinin gerek kaynağında gerekse çıkışında aslında tekellere bağımlıdır. Üretimlerinin kaynağında tohum, kredi ve üretim biçimi açısından bağımlıdırlar. Çıkışında ise, ürünlerin satışı fiyatları belirleyen ve geniş bir dağıtım ağına sahip olan tekellerin elindedir. Biyopolitikanın inandığının aksine, piyasa fiyatları içkin bir şekilde belirlemez. Her sektörde -enerji, gıda, finansal varlıklar vs.- fiyatlar, pandeminin hemen ardından kârlarda küresel enflasyonu tetiklemiş olan birkaç şirket tarafından belirlenmektedir. Fiyatlar “arz ve talebin” değil rant spekülasyonunun bir sonucudur (bkz. türev spekülasyonlarının etkili olduğu ve 26 Ağustos 2022’de reel talepte küçük değişimlerle karşı karşıya kalınca fiyatı on kat artıran Amsterdam gaz “piyasası”).
 
Kısacası, Samir Amin üretimin merkezileşmesinin gelişiminde yeni bir aşamadan bahsediyordu. Fakat 2008 krizinden sonra, endüstriyel tekellerin tasavvur bile edemeyeceği yeni bir tekelci merkezileşme ortaya çıktı. Amerika, Avrupa ve dünyanın çeşitli yerlerinden tasarrufları toplayıp Amerikan borçlarına ya da finansal varlıklara (bunlar da Amerikan’dır) yatıran bir avuç emeklilik ve yatırım fonu, bugün 55.000 milyar dolara varan astronomik miktarda bir para kütlesini kontrol ediyor. Birazdan bu astronomik rakamın anlamı ve işlevinden de bahsedeceğiz.
 
Egemen iktidar “öldürtme ve yaşamaya bırakma” hakkını elinde tutar. Egemenin tahliyesi ise, Foucault’ya göre, iktidarın pozitif bir idaresinin önünü açar. İktidar artık yeni bir hakla, “yaşatma ve ölmeye bırakma” hakkıyla, yaşamın “çoğalmasına” olanak tanıyan bir “yaşam idaresi” tekniğiyle tanımlanır. İktidarın kazandığı bu yeni boyut, bizi belli bir açıdan kapitalizmin, hiç olmazsa on dokuzuncu yüzyılda yarattığı etkilerin dışına çıkarır. Öyle ki artık sorun, küçük bir azınlığın zenginliğine ve büyük bir çoğunluğun sefaletine yol açan kâr üretimi olmaktan çıkmıştır. Bugün sorun, kârdan ziyade, bedenler üzerinde “çok fazla iktidar” uygulanmasıdır, öznellik üzerindeki tahakkümün aşırılığıdır. Karşısında kendimizi savunmamız gereken şey “bizatihi iktidarın etkileridir. Örneğin, tıp mesleği esas olarak kâr güdüsüyle hareket edilen bir alan olduğu için değil, insanların bedenleri, sağlıkları, yaşamları ve ölümleri üzerinde hiçbir şekilde denetlenmeyen bir iktidara sahip olduğu için eleştirilir.”[11]
 
Fransız filozofun öne sürdüğü bu yeni kategorilerin nasıl yetersiz kaldığını görmek için, biyopolitik eylemin en alası olan tıp pratiğine bakmamız yeter. Kısa bir süre önce Luigi Mangione’un United Healthcare’in CEO’su Brian Thompson’u öldürmesiyle birlikte, refah devletine karşı temcit pilavı gibi öne sürülen özel sigorta meselesini tartışmanın merkezine yeniden oturdu (Fransa’da bunun başını Foucault’nun yakın çalışma arkadaşlarından François Ewald çekiyor). Yaşamın kuvvetlerinin idaresini eline alan biyoiktidarın amacı bunları “silmek, eğmek ya da yok etmek yerine güçlendirmek ve düzenlemek”tir.[12] Oysa ABD’de sağlık sigortası şirketlerinin tek amacı, ihtiyaç duydukları bakımdan yoksun bıraktıkları sigortalıların, kelimenin tam anlamıyla, derilerinden elde ettikleri kârlardır. United Healthcare’in 2023 yılında hastalar, doktorlar ve hemşirelerden elde edip hissedarların ceplerine aktardığı kâr miktarı 22 milyar dolardı. Mangione ulusal kahramana dönüştüyse (insanlar savunma masrafları için para topladılar, mahkemesi görülürken ordaydılar, sosyal medyada onu savundular) bunun sebebi ABD vatandaşının, parası varsa yetersiz bir sağlık hizmeti için büyük paralar ödemesi, parası yoksa da hiçbir tedavi alamamasıdır. Sağlık bakımı harcamalarının Avrupa’dakinin iki katı olduğu ve tümüyle ranta dönüştürüldüğü ABD ortalama yaşam süresi sıralamasında 46. sırada yer alıyor. Bu tabloda en belirleyici rolü, en büyük ilk on sigorta şirketinin yüzde 20 ila 25’ini elinde bulunduran emeklilik fonları tekeli oynuyor. United Health’in ana hissedarları, sermayesinin yüzde 9’una sahip olan varlık yönetimi devi Vanguard, ondan sonra da BlackRock (yüzde 8) ve Fidelity’dir (yüzde 5,2).
 
Fiyatları belirleyen piyasa değil tekellerdir, çünkü “sigortalıların” sigortasının kapsamının ne olacağına karar verenler onlardır. Deleuze’ün hastanenin kapalı bir yapı olmaktan çıkıp açıldığı, böylece bakım biçiminin değiştiği (“sektörlere ayırma, gündüz hastaneleri, evde bakım”) şeklindeki açıklaması sorunun finansal yönünü anlamayı başaramaz, oysa kapitalistlerin aç gözlülüğü açısından tek gerçek sorun budur ve bu yeni bakım biçimi maliyetleri düşürmek üzere tasarlanmıştır.
 
Foucault’nun biyopolitikayı ve öznellik üzerinde uygulanan yeni iktidar biçimlerini tanımladığı sırada (1978-79), kapitalizm ve (Anglo-Amerikan) devlet on yıldır kendilerini yeniden düzenlemekle meşguldü. Ordo-liberaller ya da neo-liberallerin piyasası yerine, daima ve her durumda iktisadi tekel, yürütme gücü tekeli ve askeri güç tekeliyle güvence altına alınan o eski kârları bir kez daha siyasetin merkezine koymak istiyorlardı.
 
Tekelin “egemen” eyleminin iptalinin, merkezileşme ve iktidarın dikeyliğinin yadsınmasının, hiç şüphesiz, iktidar kavramının kendisi açısından da tehlikeli sonuçları oldu, zira bu kavram da kökünden pasifleştirildi. Foucault’ya göre, “bir iktidar ilişkisini tanımlayan, doğrudan ve aracısız olarak başkaları üzerinde değil, başkalarının eylemleri üzerinde eylemde bulunan bir eylem kipi olmasıdır: eylem üzerinde potansiyel ya da fiili eylem, gelecekteki ya da şu andaki eylem. Şiddet ilişkisi [ise] bir beden üzerinde ya da şeyler üzerinde uygulanır; şiddet ilişkisi zorlar, büker, kırar, tahrip eder”[13] (s. 73). İktidarı duygulama, “etkileme gücü” [pouvoir d’affecter] ve “etkilenme gücü”ne (Deleuze) indirgemek hem son derece tehlikelidir hem de sorumsuzluktur. Böyle bakıldığında, ölümcül bir metastazla dünyanın her yerinde çoğalan fiziki şiddet, şeylerin ve insanların yıkımı görünmez olur. Fiziki şiddet tekeli, gözlerimizin önünde yaşanmakta olan soykırımda, “yaşatma” biyoiktidarının aslında hiçbir zaman sarsmadığı “öldürme hakkı”nın en güçlü ifadesini bulur. Foucault da bu olasılığı yadsımaz, ama bunun için yanlış gerekçelere sarılır: “Soykırım modern iktidarların düşlediği bir şeyse, bu, eski öldürme hakkının günümüzde geri gelmesinden değil, iktidarın yaşam, tür, ırk ve kitlesel nüfus olayları düzeyinde yer alması ve kendini orada göstermesindendi.”[14] Savaşın, iç savaşın, saldırının, tahakkümün ve soykırımın, günümüzün ırkçı savaşlarının temeli, dün olduğu gibi bugün de kolektif emperyalizmin kâr tutkusu ve güç istencidir. İktidarın gerçeği, refah devletini ve onun “yaşatma” gücünü yok eden, onu özelleştirip harcamaları hissedarların ve Batı’nın iyiliği için silahlanmaya kaydıran savaş rejiminde görünür hale gelir.
 
Egemen kim? Kâr ve strateji
“Kolektif emperyalizm” kavramı günümüzde devletin niteliğini ve kapitalizmle ilişkisini (finansallaşmış tekel) çözümlememize olanak tanır. Yeni emperyalizm devletler arasında bir farklılaşma yaratır. Kimileri egemenliklerini güçlendirir, ekonomik ve askeri güçlerini artırır ve “geniş uzamları” tahakküm altına alırken (ABD, Rusya, Çin), kimileri de, Avrupa devletleri gibi, ancak sınırlı bir egemenliğe sahiptir ve merkezin, yani ABD’nin doğrudan komutası altında olan ve seçilmişlerden oluştuğunu hiçbir zaman görmediğimiz Avrupa Komisyonu’na her açıdan tabidir. Deleuze ve Guattari, kolektif emperyalizm kavramına hiç başvurmadan, bilhassa Samir Amin’in ortaya koyduğu şekliyle, eşitsiz değişim ve bağımlılık teorisinden çokça faydalansalar da, devletleri daima ulus devlet kavramına göre birbirlerinden ayırt ederler. Teorik çerçevelerinin zayıflığı da buradan ileri gelir. Bunun tersine, Negri ve Hardt ulus devletin sonunu ilan ederler, ama onlarda da başka bir teorik zayıflık baş gösterir: Hiçbir zaman var olmamış olan bir emperyal egemenliği öne sürerler. Gerçekte ise, Berlin Duvarı’nın yıkılışından bu yana, ABD’nin egemenlikleri sınırlı devletler üzerinde kendi egemenliğini tektaraflı bir şekilde dayattığına tanık oluyoruz.
 
Gerek Deleuze ve Guattari gerekse Negri ve Hardt’ın devlet yaklaşımlarının sınırlılığı (Foucault’ya gelince, o “kralın kellesini [zaten] uçurmuştu”), sermayeyi kendi sınırlarını sürekli aşma eğiliminde olan ve ulus devletin sınırlarından sürekli kaçan kozmopolit bir güç olarak anlamalarından kaynaklanır. Sermaye “içkin sınırlardan başka sınır tanımayan bir güçtür;” ama gelin görün ki koca bir ekonominin (Avrupa ekonomisinin) sendelemeye başlaması için, savaşın (politik bir karar) Kuzey Akım 2 doğalgaz boru hattını sabote etmesi yeterlidir. Koca bir nüfusun açlıktan kırılıp ölmesi için (Irak, Küba, Suriye vs.), kolektif emperyalizmin yaptırımlar ve gümrük vergileri uygulaması (başka bir politik karar) yeterlidir. Piyasanın içkin mantığının susturulması için, Amerikan hükümetinin belli teknolojilerin Çin’e aktarılmasını engellemeye karar vermesi yeterlidir. Küresel piyasanın gözler önüne serdiği gibi, sermayenin sınırları onun “üretim tarzı”na içkin değildir, bu sınırlar tümüyle politiktir. Göründüğü kadarıyla, Çin devleti yabancı sermayenin ülkeye girişini engelleyerek ve ülkeyi yağmalayarak, sermayenin en yersizyurtsuzlaşmış ve soyut biçimi olan finansı politik olarak kontrol edebiliyor. İşin aslı, Les Trente Glorieuses[15] döneminde bile finansın “kozmopolit” gücü ulus devletlerin politik iktidarına tabiydi. Finans bütün bu sınırlardan kurtulduysa, kendi özü ya da bütün sınırları aşmaya dönük içkin eğilimi sayesinde değil, kendisini yeniden ekonominin merkezine yerleştiren baştan sona politik bir irade sayesinde kurtuldu.
 
Emperyalizmi ve devleti sermayenin gelişiminin önünde bir engel olarak gören Negri ve Hardt’ta devlet ile sermayenin “ontolojik” ayrılığı iyice derinleşmiştir, İmparatorluğu zorunlu kılan da budur: “Modern egemenliğin aşkınlığı sermayenin içkinliğiyle çatışır.” İkisi de [sermaye ve İmparatorluk], farklı yollardan da olsa, devlet egemenliklerinin pürtüklü uzamının karşısına üretim ve ticaretin pürüzsüz uzamını koyar gibi görünür. Oysa gerçekte sermayenin dinamikleri devlet olmadan düşünülemez, bu ikisi aşkınlık ve içkinlik olarak birbirine karşıt değildir, doux commerce[16] savaşı ortadan kaldırmaz, mübadele ve piyasa yasa olmadan yürümez. Önce kendine özgü ekonomik yasaları olan bir “üretim tarzı”, sonra da özerk birikimi desteklemek ya da engellemek üzere devreye giren araçsal bir egemenlik yoktur. Devlet ile sermaye, eşgüdümü/rekabeti Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana gitgide derinleşen ortak bir makine oluşturur.
 
Foucault’nun inandığının aksine, ekonomi “kralın kellesini [aslında] uçurmadıysa”, o zaman bugün Egemenin kim olduğunu sormak gerekir. Devlet ile Sermaye arasındaki ilişkiyi, Foucault’nun biyopolitikası ile Schmitt’in İstisna Hali teorisini birleştirmek isteyen Agamben’in Kutsal İnsan teorisini sorgulayarak anlamaya çalışalım. Egemenin “istisna haline karar veren” olduğunu kabul etsek bile, Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, Schmitt ve Agamben’in kavramsallaştırdığı gerçeklerle artık örtüşmediğini gördüğümüz egemen ve istisna hali tanımlarının tam da kendisini sorunsallaştırmamız gerekiyor.
 
İstisna hali artık Agamben’in ona verdiği tanımla sınırlandırılamaz, yani yalnızca egemenin hukuk sistemini yeniden yapılandırmak üzere hukuki normu askıya aldığı bir durum olarak tanımlanamaz. Daha Weimar Cumhuriyeti’nde bile istisna hali kapitalist gelişmeyi, kitlelerin politikaya akın edişini ve bunun yarattığı devrim olanağını, sınıflar mücadelesini ve bundan doğan devlet krizini, sömürgeci talan için emperyalist çatışmayı içermek ve hedef almak zorundaydı. Yani istisna hali pandemi gibi bir “olağanüstü hale” değil, yeni bir dünya düzeninin tanımlanmasının zorunlu koşulu olarak (ister üretimle ilişkili, ister hukuki, ister politik) bütün normların askıya alınmasına işaret eder. Bu karar, Schmitt’in devletin ölümüne hayıflandığı birtakım yeterlilikleri ve işlevlerinin, yani partiler üstü devlet, “toplumdan” ayrı devlet, ekonomiden bağımsız devlet, sınıflar mücadelesinin hakemi olarak devletin çok ötesinde, aynı anda hem politik hem ekonomik hem de askeri olan bir gerçekliğe dayanmalıdır. Devlet egemenliğin bu yeni boyutundaki aktörlerden yalnızca biridir. Bunun böyle olduğu yüzyıl ilerledikçe çok daha açık hale gelmiştir.
 
Küresel boyutu ve kapitalist tahakkümün temelini oluşturan merkez/çevre boyutunu, ulus devletler içindeki olağanüstü halden bambaşka olan bu durumu tasavvur edebildiğinden, yeryüzünün nomos’u istisna halinin günümüzdeki gerçekliğini daha iyi yansıtan bir kavramdır. Schmitt’in bütün düzenleri üzerine oturttuğu şu üç ayak belki çok daha açıklayıcıdır: ele geçir, böl, üret. “Ele geçirme” (savaş, fetih savaşı, boyun eğdirme savaşı ve bunları mümkün kılan askeri devlet sistemi), “böl” (hukuk, özel mülkiyet) ve “üret” (ekonomik güç) birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Marksist bir bakış açısından, istisna halini devam eden bir “ilksel birikim” olarak tanımlayabiliriz.
 
Schmitt’in öne sürdüğü, Agamben’in de benimsediği üzere, egemen, istisna hali aracılığıyla, “hukukun geçerli olmak için ihtiyaç duyduğu durumu” hazırlar. İçinde bulunduğumuz istisna hali de, uzun zamandır, hegemonyasını yeniden üretebileceği yeni bir düzen arayışındaki Amerikan emperyalizmi tarafından hazırlanmaktadır; fakat bugün egemen, uzaktan bakıldığında bile, Agamben’in teorisinde olduğu gibi, biyopolitik bedenin üreticisi gibi görünmez, keza amacı da hukuk değil yeni bir dünya düzenidir.
 
Daha açıkçası, içine sürüklendiğimiz, yeni ve düşsel bir Amerikan yüzyılının yeniden biçimlendirilmesi için kaçınılmaz olan mevcut savaş durumuna karar veren egemen kimdir? Bu egemenin Schmitt ya da Agamben’in devleti olmadığı kesindir! “Egemen”, eşgüdümlü davranarak, karşı karşıya gelerek, hatta çatışarak ABD adına “varoluşsal” kararlar (varlık yokluk kararlarını) alan şu bir dizi iktidar merkezinden oluşmaktadır: seçilmişlerin derin devletin memurları kadar önemli olduğu federal devlet; doları, Yanki emperyalizminin en önemli “üretimi”ni kontrol eden ABD Merkez Bankası; inanılmaz miktarlarda likit varlığı kontrol eden Amerikalı endüstri ve finans tekelleri (savaşla birlikte para gibi finansın da milliyeti olduğunu gördük!); onun gücü olmasa siyasi ve parasal düzen diye bir şeyin de olmayacağı Pentagon; kesenin ağzını, yani yağmanın dizginlerini elinde tutan Wall Street; hepsi birbirinden gerici olan kuruluşlar; Ortadoğu’nun sürekli istikrarsızlaştırılmasının baş aktörlerinden olan Yahudi lobisi de dahil, silahlanma, emlak ve finans lobileri. Artık yalnızca devletin tekelinde olmayan “karar” ancak bu çarpışma/eşgüdüm içinde ortaya çıkabilir. Schmitt’in hayıflandığı, Agamben’in ise kurtarmaya çalıştığı devlet, en azından Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, zaten ortadan kalkmıştır.
 
Schmitt’e göre ve Agamben’in de benimsediği üzere, egemen istisna halini yaratmakla ve güvence altına almak kalmaz, normalliğe de, yani yeni standartlar, yeni iktidar ilişkileri, yeni bir dünya düzeninin kuruluşunun bir koşulu olarak, durumun yeterince normalleşmiş olup olmadığına da o karar verir. Oysa Amerikalı egemenin herhangi bir “normalliğe” karar vermesi gerekmez, çünkü onun stratejisi, egemenliğinin olmazsa olma koşulu olan kalıcı istikrarsızlıktır, bölünmenin tohumlarını eken kaostur. Normal durum küresel iç savaşın bitmek tükenmez yakıtı haline gelmiştir. Rusya’ya karşı savaşın Avrupa’da da tesis ettiği bu istikrarsızlaştırıcı Yanki normalliğinin deneme sahası Ortadoğu’dur (Irak, Libya, Afganistan, Suriye).
 
Rusya’yla savaşın sona erdirilmesine kim karar veriyor? “Egemen.” Bu örneğe bakınca egemeni oluşturan çokluğu da açıkça görebiliyoruz. Devlet, finans, Pentagon, Merkez Bankası’nın içinde birbiriyle çatışan çıkar bloklarının izlediği farklı stratejilere yanıt verebilecek en iyi çözümü seçmek için, farklı iktidar merkezleri arasında yaşanan amansız bir politik mücadeleye tanık oluyoruz.
 
Daha genel olarak ise, bir “üretim tarzı”nı devletten ayrı bir şekilde düşünemeyeceğimizi söyleyebiliriz. Sermaye devlet olmadan var olamaz, onun egemen ve askeri boyutu üretimin de kurucusudur. Öte yandan, Schmitt-sonrası yeni egemenlik de sermaye olmadan var olamaz: Devletin dolar üzerindeki gücü ve bu gücü mümkün kılan şiddet tekeli olmasa, devasa bir açık veren Amerikan kapitalist birikimi kendini nasıl sürdürebilir? Tersinden, finansın bütün dünyada değeri kapma gücü olmasa devlet nasıl ayakta kalabilir? Ordu ve 800 askeri üssün masrafları nasıl karşılanabilir, cihatçılar, darbeler (Ukrayna) ve yozlaşmış “komprador” elitler nasıl finanse edilebilir?
 
Deleuze ve Guattari sermayenin içkin dinamiğini bir aksiyomatik olarak tanımlıyor. Ben kârı ve rantı öznel güçlerin (politik, ekonomik, askeri, toplumsal, dinî ya da devlete ait güçlerin) işin içine girdiği bir stratejinin sonucu olarak düşünmenin daha doğru olacağına inanıyorum. Mevcut savaş ve bu savaşın ekonomiyle ilişkisi, görmek isteyen gözler için, bu stratejinin gerçekliğini yeterince ortaya koyuyor. Schmitt’in tanımını kendimize uyarlarsak, egemen, “savaş ve istisna hali uğraklarından oluşan stratejiye karar veren”dir.
 
Savaş ve iç savaş
Kapitalizmin doğuşu ve gelişimi savaş, iç savaş, insanlara ve şeylere karşı zor kullanımı ve fiziksel şiddet uygulanmasından ayrı düşünülemez. Eleştirel düşünce politikayı askeri olandan, ekonomiyi savaştan ayırmak gibi kötü bir alışkanlığa sahiptir. Barikatın iki tarafında da zor kullanımı ve iç savaşın izine bile rastlamadığımız Rancière’in felsefesi ve politikası bu bakımdan çarpıcı bir örnektir. Rancière’de de savaşı ve iç savaşı değil, yalnızca “polisi” görürüz.
 
Eleştirel düşünceye göre, antik çağlarda demokrasi “duyulurun paylaşımına” (Rancière) ya da “okuyup yazanlar arasında agonizme” (Foucault, Deleuze) dayanır. Demokratik kurumların, tehdidini sürekli hissettikleri için sürekli savuşturmak istedikleri iç savaşın ehlileştirilmesinin (Nicole Loraux) bir biçimidir bu.
 
Günümüzde yaşanan olayların hakikati piyasa (Foucault) değil savaştır; başka bir deyişle, kapitalizmin hakikati sermaye, devlet ve savaşın birlikte hareket ettiği dünya piyasasıdır. Dünya ilişkilerine ister hükmeden ister bu ilişkileri bozan ABD’nin gücünü insanlık tarihinin en güçlü ordusu Pentagon’dan ayrı düşünebilir miyiz? ABD’nin ekonomik ve politik gücü, 1945’ten beri kesintisiz bir şekilde sürdürdüğü savaşı gerektirir. Başkan Mao sivil alanla askeri alanın geçilmesi imkânsız bir Çin Seddi’yle ayrılmış olmadığını, birinden diğerine geçişin her zaman mümkün olduğunu ve bunun son derece vahşi biçimler alabileceğini söylemişti: Barış üstüne kurulmuş bir Avrupa’nın hâkim sınıflarının, medyasının ve siyasetçilerinin bu denli hızlı bir biçimde savaşa geçebilmesi, savaşın politikayla -aynı şekillerde olmasa bile, hem kolektif emperyalizmin merkezinde hem de vasallarında- daima eşzamanlı olduğu gerçeğini gözler önüne seriyor.
 
20. yüzyıldan itibaren, savaş devletlerin ya da sınıfların kendi aralarındaki çatışmaların çözülmesinin bir aracından ibaret olmaktan çıkmıştır. Büyük buluşların (buhar makinesi, demiryolları, otomobiller) oynadığı rolü oynayan savaşın artık doğrudan ekonomik bir işlevi de vardır. Silahlanma harcamaları ekonomik döngüyü canlandırmaya ve denetlemeye hizmet eden bir unsurdur daima (Kalecki). ABD 1929 krizinden ancak dünya savaşı sayesinde çıkabilmiştir. Savaştan sonraki dönemde kaydedilen olağanüstü büyüme ve kâr oranları, iki dünya savaşının yol açtığı devasa yıkımın ardından Avrupa’nın yeniden inşasının bir sonucudur.
 
Reel talep yalnızca sosyal harcamalara indirgenemez. Askeri harcama ise politik olarak son derece mühim bir unsurdur. 1970’lerde James O’Connor’ın refahtan (welfare) değil de savaş/refahtan (warfare/welfare) bahsetmesinin sebebi de budur: “Gerek sosyal gerekse askeri harcamalar ikili bir niteliğe sahiptir: Sosyal harcamalar yalnızca artı nüfusu politik olarak denetlemeye değil, iç talebi ve piyasaları genişletmeye de yarar. Askeri aygıt ise yalnızca yabancı düşmanları kontrol altında tutmaya ve (hammaddeleri ve piyasaları kapitalizmin kucağında tutup) dünya devriminin önüne geçmeye değil, içeride ekonomik durgunluğu önlemeye de yarar. Bu nedenle, ulusal hükümeti ‘savaş temelli refah devleti’ olarak da tanımlayabiliriz.”
 
Öyle görünüyor ki günümüzde yaşananları açıklarken diğer bütün kavramların üzerine bina edileceği temel kavram, sivil olan ile askeri olanın eşzamanlılığını ve birbirinin yerini nasıl alabildiğini anlamamıza olanak tanıyan savaş/refah kavramıdır.
 
Ordunun yalnızca askeri değil “sivil” işlevleri de vardır ve birinden diğerine geçiş hiçbir sorun yaratmaz. Pentagon İkinci Dünya Savaşı’ndan beri “büyük bilimi” bizzat örgütlediği gibi, GAFAM’dan[17] öte, teknolojik ve bilimsel araştırma ve buluşların kalbini oluşturmaktadır. Kullandığımız bütün teknolojilerin, özellikle de dijital ağların askeri bir kökeni vardır.
 
Bütün bunlar, Clausewitz’in meşhur cümlesi (“Savaş siyasetin başka araçlarla sürdürülmesidir”) gibi, bu cümlenin Foucault’da, Deleuze ve Guattari’de gördüğümüz terse çevrilmiş halini de (“Siyaset savaşın başka araçlarla sürdürülmesidir”) sorgulamamızı gerektirir, zira iki durumda da savaş ve siyaset, savaş ve ekonomi birbirlerini kronolojik olarak takip ediyormuş gibi sunulur. Fakat siyasetle savaş birbirinden ayırmak mümkün değildir. Prusyalı generalin yazdığı on dokuzuncu yüzyılda bu iki kavramın ayrılığından belki bahsedilebilirdi, ama bu bugün artık geçerli değildir.
 
Eleştirel düşünce savaşı hiçbir zaman kapitalizmin yapısal bir koşulu olarak düşünmez, onu konjonktürel bir olgu gibi ele alır. İç savaşı ise tamamen göz ardı eder. Bunun tek istisnası, 1971 ile 1975 yılları arasında, savaşı iktidar ilişkilerinin modeli haline getirmeye çalışmış olan Foucault’dur. Gerçi Foucault bu projeden süratle vazgeçip biyoiktidarın yönetimselliği, daha sonra da özneleşme süreçlerine yönelecek, nasıl bir iç savaştan bahsettiği de hep anlaşılmaz kalacaktır.
 
Foucault iç savaş kavramını ortaya attığı, 1973 yılının “Cezalandırıcı Toplum” başlığını taşıyan derslerinde 1823 ile 1828 yılları arasındaki Fransız toplumuna odaklanacağını söyler. Ne ilginçtir ki (ya da belki de kendiyle gayet tutarlı bir biçimde) 1848’te patlak veren Avrupa İç Savaşı hakkında tek kelime etmez. Tam da o dönemde, 1830 ile 1848 yılları arasında Avrupa’da, gerek politik düzeyde gerekse teorik düzeyde her şeyin zincirlerinden nasıl boşandığını (kitleler -Tronti’nin tabiriyle “proletarya aslanı”- dünya mücadelesinin ortasına dalmıştı ve alanı hiçbir zaman terk etmeyecekti) görmezden gelir (Schmitt ise, tersine, tam da buna dikkat çekmişti). Almanya’da Hegel’in 1831’de ölümünün ardından, Batı’nın temellerine (kapitalizm, devlet, Hıristiyanlık, felsefeye) yönelen eleştiriler (Feuerbach, sol Hegelcilik, Stirner’in eleştirileri vs.) iyice alevlenmişti, 20. yüzyılın muzaffer devrimlerine rehberlik eden Marksizm bunun içinden doğdu. Foucault nasıl ki 19. yüzyılın en önemli iç savaşı olan Paris Komünü’nün yanı sıra iki dünya savaşına damgasını vuran Avrupa iç savaşlarını yok saydıysa, dünyayı gerek politik gerek ekonomik gerekse askeri olarak baştan sona yeniden biçimlendiren, Sovyet devriminin yol açtığı küresel iç savaşları da göz ardı etmiş görünür. Peki o zaman 1971 ile 1975 arasında yazarken Foucault hangi iç savaştan bahsetmektedir? Bu savaş kimle kim arasındadır? Bu soruya bir yanıt bulmak imkânsızdır. Nihayetinde Foucault bu kavramı terk etmiştir.
 
Agamben’de egemen iktidarın uyguladığı dışlayıcı içerme ilişkisi, tıpkı Rancière’deki “duyulurun paylaşımı” gibi, Foucault’nun akıl/delilik, normal/anormal, hasta/sağlıklı vs. ayrımlarıyla aynı ilke temelinde; yani birbirini düşman olarak tanımlayan iki kampı açığa çıkaran bir kopuş olarak sınıf mücadelesinin aksine, şimdiden radikal bir kopuşa temel oluşturması imkânsız olan iktidar ilişkileri temelinde işler.
 
Deleuze ve Guattari’nin mikropolitik boyutun makropolitikaya bir geçiş olmazsa var olamayacağı, yani hiçbir şekilde etkili olamayacağı yollu önermesi, savaşla birlikte tümüyle doğrulanır ve onların kendi teorisine de uygulanabilir, zira bu teoride ne bu makropolitika ne de bu geçiş tanımlanmıştır. Kapitalizmin ama öyle ama böyle açık sınıf mücadelesiyle ayırt edilen makropolitik rejiminde, “ve… ve” formülü hiçbir durumda uygulanamaz.
 
Foucault’nun yeni hareketlere sunduğu, onların da sorumsuz bir aldırmazlıkla kabul etmeye hazır olduğu ölümcül öğretisi, 1978’den bu yana, sözünü ettiğimiz iki boyutu birbirinden ayıran bir politik felaketi desteklemiştir: “global ya da radikal olma iddiasındaki bütün projelerden uzaklaşmak”, bunun yerine, kısmi olsalar dahi, “var olma ve düşünme tarzımızı, otorite ilişkilerini, cinsiyetler arasındaki ilişkileri, deliliği ya da hastalığı algılama tarzımızı ilgilendiren” “dönüşümleri” tercih etmek.[18]
 
Politika, ekonomi ve savaşın güç ilişkilerinin hakikatini oluşturduğu bu global ve radikal boyutu (dünya piyasası) ortadan kaldırırsak, şu an olduğu gibi, bir mikropolitika, bir iktidar mikrofiziği olanağını bile yitirmemize sebep olan politik bir güçsüzlükten başka bir yere varamayız. Marx, kendi döneminin içine düştüğü teorik körlükten kaçmak için, eylemde bulunmayı (öznelliği kendiyle ilişki yoluyla dönüştürmek) ve yapmayı (dünyanın güç ilişkilerini dönüştürmek) aynı devrimci praksisin uğrakları olarak düşünmüştü: “Koşulların değişmesi ile insan etkinliğinin veya öz-değişiminin örtüşmesi, ancak devrimci pratik olarak kavranıp doğru anlaşılabilir.”[19]
 
Alain Badiou, 20. yüzyıl devrimlerinin sınırlarının bunları üretmiş olan koşullarda, yani savaşlarda aranması gerektiğini öne sürer. Ona göre, politikanın ve örgütlenmenin biçimini savaş belirler. Öyleyse askeri eylemi de dayatan savaştan ve iç savaştan çıkmak gerekir. Fakat Badiou 20. yüzyılın devrimlerinin amaçlarının hangi stratejiler izlenerek gerçekleştirilebileceğini hiçbir zaman açıklamaz.
 
Onun politika anlayışında “mühim olan güç dengesi değildir.” Badiou devrimlerin talihini belirlemiş olan bütün kavramları (strateji, taktik, savunma-saldırı, seferberlik vs.) reddeder. “Antagonizma” kavramının ne kadar anlamlı olduğu bile şüphelidir. “Adaleti ve eşitliği sürdürecek ve uygulayacak, barış zamanını varsayan ve bir tufan beklentisi içinde olmayan … bir radikal politika nasıl bir şey olabilir?” Bunu asla bilemeyiz.
 
Mevcut durum, eleştirel düşüncenin ötesinde, yine olası bir Leninist momente işaret ediyor. Savaş daima çatışmaların ve mümkün kopuşların “kuvvetli bir hızlandırıcısı” olarak rol oynar. İşte, Mao’nun emperyalistlerin kendi stratejilerine uygun olarak kışkırtmaktan hiç vazgeçmedikleri dünya savaşlarının devrimci sonuçlarına duyduğu bu güven, gerek “zihin berraklığı”, gerek inadı, gerek kararlığı, gerekse sınıf kini bakımından düşmanının gerisinde kalan ve stratejiden tamamen yoksun olan Batı eleştirel düşüncesi için anlaşılmaz bir şeydir.

Çev. Sinem Özer

[1] Savaş üstüne yayımladığım üç kitaplık “döngü”nün en sonunda (Savaş ve Devrim [2023], Savaş ve Para [2023], Küresel İç Savaş [2024]) kaleme aldığım bu yazıda, güncel gelişmelerin baskısı yüzünden o kitaplarda üstünde yeterince duramadığım emperyalizm, tekel ve savaş gibi bazı kavramları şimdi daha etraflıca ele almak istiyorum.
[2] İşçi Davası, Rus sosyalist gazete (1889-1902), 1903 Kongresi’nde Menşeviklere katılan ve “ekonomistler” ismiyle anılan sağ kanat sosyal demokratların yayın organı.
[3] Bu üç kavrama kapitalizmin post-modern tanımlarının (bilişsel, semiyotik, biyopolitik, nöronal kapitalizm, platform, yeniden üretim kapitalizmi vs.) hiçbirinde rastlamayız. Dolayısıyla üçü de olup bitenleri anlaşılır kılmak açısından pek yararlı görülmemiştir.
[4] A. Negri ve M. Hardt, İmparatorluk, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 6. Basım, 2008, s. 22.
[5] A.g.e., s. 19 – çev. değiştirilmiştir.
[6] s. 204-205.
[7] s. 184.
[8] s. 355.
[9] s. 393.
[10] s. 90.
[11] M. Foucault, “Özne ve İktidar”, Seçme Yazılar 2 Özne ve İktidar, çev. Osman Akınhay, Ayrıntı Yayınları, 4. Basım, 2014, s. 62.
[12] M. Foucault, Cinselliğin Tarihi, çev. Hülya Uğur Tanrıöver, Ayrıntı Yayınları, 2. Basım, 2007, s. 100.
[13] Foucault, “Özne ve İktidar”, s. 73.
[14] Foucault, Cinselliğin Tarihi, s. 98.
[15] 1945-1975 arasındaki otuz yıllık ekonomik büyüme dönemi – ç.n.
[16] “Tatlı ticaret”, ticaretin insanları uygarlaştırdığını, şiddet ve irrasyonel davranışlardan uzaklaştırdığını öne süren bir Aydınlanma Çağı kavramıdır – ç.n.
[17] ABD merkezli beş teknoloji devini (Alphabet, Amazon, Meta, Apple ve Microsoft) gösteren kısaltma – ç.n.
[18] Foucault, “Özne ve İktidar”, s. 191.
[19] K. Marx ve F. Engels, Alman İdeolojisi, çev. Tonguç Ok ve Olcay Geridönmez, Evrensel Basım Yayın, 2013, s. 16 – ç.n.
bottom of page