top of page

*ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI ve EMPERYALİZM ÇAĞINDAN EMPERYAL ÇAĞA

  • Yazarın fotoğrafı: otonomdergi
    otonomdergi
  • 7 Nis
  • 7 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 8 Nis

"Modernizmin ortaçağı emperyal faşizme karşı yeni bir altermodern Rönesans’a ihtiyaç var. Artık Kurucu gücün uzamı ulusal değil küreseldir. Bu Rönesans ulusal vatandaşlığı aşan bir dünya yurttaşlığını, şirket devletlere karşı dünya halklarının özgürlüklerini ve demokratik haklarını güvence altına alan küresel bir toplumsal sözleşmeyi ve dünya anayasasını ilan ederek karşı bir enternasyonalizmi harekete geçirmek küresel devrimci bir ihtiyaçtır."

Egemenlik ilkesi “Devlet”tir. Devlet, egemenliğin hem virtüelliğinin hem de edimselliğinin ifadesidir. Egemenlik, virtüel olarak sermaye-devlet ilişkisini, egemenlik biçimi ise sermaye-devlet ilişkisinin makinesel düzeneği somut devlet de edimselleşmesini ifade eder. Bu bağlamda, egemenlik ve egemenlik biçimi birbiriyle içkin ve ontolojik bir ilişkisellik içindedir. Egemenlik ilkesi Devlet, sınıflar arası ilişkiyi üreten ve düzenleyen bir egemenlik makinesidir. Bugün sahip olduğumuz kavram setiyle yeterince anlaşılamayan ve üzerine düşünülmesi gereken gerçeklik, günümüz küresel sınıf, sermaye ve devlet ilişkileri; bu ilişkilerin üçüncü dünya savaşı içinden yeniden kuruluşu ve bu kuruluşun nasıl bir küresel egemenlik ve egemenlik biçimleri ürettiğidir.
Egemenlik ontolojisine farklı bakışları üç ana eğilim altında özetleyebiliriz: Birincisi, güç ilişkilerini klasik liberal bir bakış olan sermaye ve devlet karşıtlığı üzerinden okumaktır. Bu paradigmaya göre devlet, sermayeyi engelleyen bir güçtür ve devlet sınırlandırılmalıdır. İkincisi,  neoliberal ve postmodern bir bakıştır. Bu postmodern bakışın en önemli düşünürü olarak Foucault’yu öne çıkarabiliriz. Foucault, neoliberalizmle birlikte güç ilişkilerinin sonsuz küçüklükteki iktidar ilişkilerine yayıldığını, iktidarın her yerden geldiğini, negatif bir kapma, bir tahakküm ilişkisi değil pozitif, üretici ve yaşatıcı bir biyo-politik dispozitif olduğunu ifade etmiştir. Foucault bizleri iktidar kavramı üzerine düşündürtecek önemli bir teori üretmesine karşın, dikey, kapma aygıtı ve bir öldürme pratiği olan egemenlik ilkesi Devleti bizlere unutturmuştur. Üçüncüsü ise, egemenlik ilkesi devleti bize sürekli hatırlatan Marksist paradigmadır: Sermaye her zaman egemenlik ilkesi devletle çalışır ve form kazanır. Sermaye bir egemenliktir ve devlet bir sermaye diktatörlüğüdür. Liberalizm ve postmodernizm, politikliği agonizme ve performatifliğe indirgerken, Marksizm politikliği sınıflar arası antagonizma ve devletin parçalanması üzerinden okur. Sınıflar, sınıf üretme ilişkisi egemenlik pratiğiyle; sınıfların ortadan kaldırılması ve sınıfsızlaşma ise bir özgürlük pratiği olarak çalışır. Postmodernizme karşı alter-modernitenin politikliği, antagonizma ve devrim üzerinden sınıfların ortadan kaldırılmasını düşünmektedir.
 
Ulus devlet
Marx’ın değer teorisine dayalı bir egemenlik ilkesi olarak “devlet” üzerine düşünceleri bulunmasına karşın, bir egemenlik biçimi olarak “ulus devlet” üzerine bir düşüncesi bulunmamaktadır. Marx’tan bize miras kalan bir “Ulus Devlet” eleştirisi yoktur. Ulus devlet, Lenin’in emperyalizm teorisiyle birlikte Marksizmin gündemine girmiştir. Genel olarak, “ulus devlet” Marksistler tarafından emperyalizme karşı olumlanan bir kavramdır. Oysa bugün Marksist değer teorisi üzerinden “ulus devlet” eleştirisi devrimci bir ihtiyaçtır. Marksist bir ulus devlet eleştirisi içinden geçmeyen bir bakış, günümüz küresel güç ilişkilerinin belirlediği egemenlik ilişkilerini ve bunun biçimlerini okumada yetersiz kalacak, teoriyi ajitasyon yoluyla ahlakileştirecektir.
Ulus devlet kapitalizmin bir egemenlik biçimidir. Ulus devleti, yalnızca feodalizme ve emperyalizme karşı ilerici görme dönemi kapanmıştır. Anti-emperyalizm burjuva özlü devrimleri içerir ve burjuva özlü devrimler çağı kapanmıştır. Anti-kapitalist bir emperyalizm eleştirisi ulus devlet eleştirisidir. Günümüzün devrimleri anti-kapitalisttir ve anti-kapitalist Marksist bir ulus devlet eleştirisi içinden düşünmeyen bütün pratikler, küresel güç savaşını okuyamamakta ve ulus devlet savunusu içinde sosyal şovenizme düşmektedir.
Marksist değer teorisine göre ulus devlet, emeğin ulusal egemenlik sınırları içinde çitlenmesi, emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılması, toplumun tek “halk” altında tekleştirilmesi ve emeği burjuvazinin siyasal mülkü haline getirilmesidir. Kapitalizmin siyasal tarihinde ulus devletin tarihsel görevi, bütün toplumsal ilişkilerin metalaştırılarak sermayeleştirilmesi ve kapitalistleştirilmesidir. Bir egemenlik biçimi olarak ulus devlet bu tarihsel görevi yerine getirmiş; toplumsal sermaye birikiminin yoğunlaşması, tekelleşmesi ve sermayenin devletleştirilmesi süreci tamamlanmıştır. Bir egemenlik biçimi olarak Emperyal çağ da ulus devlet, küresel sermaye birikiminin ve yeni bir egemenlik kuruluşunun önünde engeldir. Ulus devletler yerini yeni egemenlik biçimi emperyal “şirket devlet”lere bırakmaktadır. Bu durum bütün güç ilişkilerini yerinden oynatmış ve yeni bir egemenliğin üçüncü dünya savaşı içinden yeniden kuruluşuna yol açmıştır. Ukrayna, Suriye ve Filistin gerçekliği ile birlikte egemenlik ilkesi devletin egemenlik sınırları ulusal egemenlik sınırları olmaktan çıkmıştır. Teritoryal genişleme emperyal bir haktır.  Üçüncü dünya savaşı, egemenlik sınırlarının, ulus devletin sınırları dışında belirlenmesini dayatan yeni bir egemenlik biçimi kurmaktadır. Şirket devletlerin egemenlik sınırları ulusal sınırlar olmaktan çıkmaktadır. Egemenlik sınırlarını belirleyen ilkenin “ulusallık” olmaktan çıkmasıyla birlikte, egemenliğin ilkesi devlet artık ulusal sınırlarla tanımlanmayacaktır. Bu yeni bir durumdur. Emperyalizm, meşru ulusal egemenlik sınırlarının ihlali içinden düşünmek demektir; Emperyal çağ ise el koyma ile çalışmaktadır. Bugün egemenlik sınırlarının meşruluğu ulusal bir temele bağlı olmaktan çıkmıştır. Egemenlik ilkesi devlet, siyasal sınırlarını emperyal bir mantıkla oluşturmaktadır. Emperyal çağda devlet, öldürme hakkı ile geri dönmüştür.
 
Emperyalizm bir devlet biçimidir
Ulus devlet, yalnızca emperyalizme karşı ulusal ve siyasal bağımsızlığı ifade etmez. Marksist değer teorisi ve anti-kapitalizm içinden düşündüğümüzde ulus devlet toplumsal sermaye birikiminin yoğunlaşmasının ve tekelleşmesinin bir ifadesidir. Artı değer sömürüye dayanır, fakat artı değerin kâra dönüşmesini belirleyen, toplumsal genel zekâ ve toplumsal emek zamandır. Toplumsal emek zamanın belirleyiciliği karşısında geri kalan artı değer üretimlerinin hiç biri kâra dönüşemez ve sermayenin rekabeti karşısında bu üretimler tasfiye olacaktır. Toplumsal emek zaman, sermaye içi rekabetin, tekelleşmenin ve siyasal savaşların temel kurucu gücüdür. Emeği ne kadar çalıştırırsanız çalıştırın toplumsal emek zamanı belirleme ve emeği üretken kılma gücüne dayanmadan sermayenin yoğunlaşması ve tekelleşmesi mümkün değildir. Tekelleşme ise politik bir tasfiyedir. Emperyalizm, bir devlet biçimi olarak ulus devlet altında toplumsal emek zamanın tekelleşmesi ve siyasal gericiliğin politik ifadesidir. Sermaye birikimi içinde rekabet, tekelleşme ile toplumsal emek zaman ilişkisi her zaman politik savaşların kurucu zeminidir.
Toplumsal emek zamanın ulusal egemenlik altında gerçekleşmesi ve tekelleşmesi ulus devletler arası dengesiz gelişme yasasının önemli bir temeli olarak karşımıza çıkmaktadır. Emperyalizm, tekelleşerek devletleşmiş ulusal sermayenin toplumsal emek zamanını uluslar-arası ekonomiye askeri güç olarak dayatması ve diğer ulus devletlerin ekonomisinin tasfiyesidir.
Emperyalizm, sermayenin uluslararasılaşması ile tekelleşme ve toplumsal emek zamanın ulusal egemenlik altında sınırlanması arasındaki geriliminin ifadesidir. Sermayenin uluslararasılaşması ile egemenliğin, tekelleşmenin ulusal sınırlarda kalması emperyalist çağı başlatmıştır. Kapitalizmin Emperyalist çağ, ulusal toplumsal emek zamanların uluslararası rekabetine dayalıdır. Emperyalist savaş, tekelleşmiş ulusal toplumsal emek zamanların ulus devlet eliyle uluslararası açık askeri çatışmasıdır. Emperyalizmin I. II. ve III. Bunalım dönemleri bu hikâyenin ayrıntılarıyla doludur.
Emperyalizmin III. Bunalım dönemiyle birlikte emperyalizm artık bir iç olgudur. Emperyalizmin aşkınlığı diğer ulus devletler aracılığıyla içkinleşmiştir. Emperyalizmin iç olgu olması ulus devletlerin tasfiyesinin, emperyalizme bağımlılıktan küresel ekonomiye bağlılığa geçişin başlangıcıdır. Kapitalizm, ulusal ve uluslararası ekonomi politikten, küresel ekonomi politiğe dönüşmüş bulunmaktadır.
 
Emperyalist çağdan emperyal çağa
Artı değeri kâra, sermayeye dönüştüren toplumsal emek zamanın uzamı ulusal ekonomi olmaktan çıkıp küresel ekonomiye dönüşmüştür. Toplumsal sermaye birikiminin rekabet, yoğunlaşma ve tekelleşme alanı küresel ekonomidir. Ulus devletlerin tarihsel işlevlerinden en önemlisi, toplumsal sermaye birikimi adına, sermayeleşmemiş toplumsal alanları kamusal güvenceye almak ve zaman içinde kamusal alanları sermayeye devretmektir. Marx’ın ifade ettiği gibi, sömürü içeren fakat kâra dayalı üretim olmadığı için üretken olmayan emek alanı olarak görülen kamusal alan bugün sermayeleşmiştir. Sermaye, devleti ele geçirmenin ötesinde devletleşmiştir. Emperyal çağda liberallerin düşündüğü gibi sermaye, devleti tasfiye etmedi, tam tersine sermaye artık devletleşmiştir, kamu şirket devletler olarak karşımıza çıkmaktadır. Artık devlet kamusal olmaktan çıkıp şirketleşmiştir. Kamusallık kâra içkin olarak üretilmektedir. Dünyanın herhangi bir coğrafyasında yapılan üretim, toplumsal emeği belirleyen ve emeği üretken kılan küresel genel zekâyla ilişkilenmeden, genel zekânın organik parçası olmadan artı değeri, sermayenin değerlenme zamanı kâra dönüştüremez. Ulusal ekonomi artık tümüyle küresel ekonomidir. Genel zekânın küresel olarak tekelleşmesiyle birlikte, dengesiz gelişim yasasının çalışma uzamı ulusal ekonomilerden çıkıp küresel ekonomiye dönüşmüştür. Küresel tekelleşme ve rekabet, egemenlik alanını ve egemenlik ilkesini ulus devletten çıkarmıştır. Şirket devletler ise küresel rekabetin organik bir ağıdır.
Küresel tekeller arası rekabet, şirket devletler aracılığıyla III. Dünya Savaşının içinden geçmektedir. III. Dünya Savaşı üç aşamayı ifade etmektedir: birinci ulus devletlerin tasfiyesi ikincisi bölgesel ve vekâlet savaşları. Bu iki aşamadan sonra şimdi üçüncü aşama emperyalist devletlerin emperyal devletlere geçişidir. Bunun başarılıp başarılamayacağı zaman gösterecektir. Ya emperyal post-modern krallıklar ya da küresel toplum sözleşmesi ile özgürlüklerin güvenceye alındığı küresel anayasa. Yarınlar III. Dünya Savaşının güç ilişkileri içinden kurulacaktır.
 
Cumhuriyet, demokrasiden kopmuştur
Rekabetin ve tekelleşmenin uzamının küreselleşmesi, III. Dünya Savaşı içinden kurulacak olan yeni küresel egemenlik hiyerarşisinden pay kapma savaşı, egemenlik ilkesi devleti öne çıkarmıştır. Küresel rekabetin şirket devletler eliyle sürdürülmesi ve bu rekabeti düzenleyecek küresel egemenliğin olmayışı, toplumsal yaşamın hücrelerinde güvensizliği yaşam biçimi haline getirmiştir. Emperyal çağın ilkesi barış değil sürekli savaş, tehdit ve güvensizliktir. Artık güvenlik, ulusal egemenlik ve siyasal bağımsızlık altında güvence olmaktan çıkmış emperyal devletlerin güvenlik şemsiyesi altında yaşama hakkına dönüşmüştür.  Bugün yaşama hakkı demokrasi ve özgürlükler üzerinden değil güvenlik ilkesi ile düşünülmektedir. Güvenlik, özgürlük ve demokrasiyi tasfiye etmiştir. Dünya’da sağın yükselmesinin temel nedeni budur. Tiranlar, halkın arzusudur. Halk demokratikliğini yitirmiş popülizm ile gericiliği arzular olmuştur.
Cumhuriyet, egemenliğin aşkınlığına karşı demokratik ilke olan egemenliğin kayıtsız şartsız halkın olduğu söylemi ile tarih sahnesine çıktı. Bu bağlamda cumhuriyet vatandaş, halk ve ulus üretmek zorundaydı. Vatandaş, halk, ulus ve yurtseverlik cumhuriyetin; kamusallık ise ulus devletin demokratik değeriydi. Sermayenin devletleşmesi, devletin egemenlik sınırlarının ulusal olmaktan çıkması cumhuriyeti demokratik değerlerden kopardı. Seçim, kralların toplumsal rızası halini aldı. Demokrasiyi terk etmiş Cumhuriyet, faşizmin meşru “demokratik gücü”ne dönüştü. Artık küresel sermaye için cumhuriyetin demokratik değerleri vatandaş, halk, ulus ve yurtseverlik bir anlam ifade etmiyor. Filistin’de olduğu gibi, artık insan saygı ile gömülecek değer değil çöpe atılacak bir atıktır.
İlerlemeci, kalkınmacı, başka halklara saygılı demokratik bir yurtseverlik yerini kendini devletle özdeşleştirmiş, kendini dünyanın efendisi gören, saldırgan, ölmeyi ve öldürmeyi ulusal bir onur ve erdem sayan bir milliyetçiliğe bırakmıştır. Vatandaş, egoist şirket birey kişiliğiyle demokratikliğini yitirdi. Ulusal demokratik bir halk yerini emperyal devletin kalabalığına ve “tebaa”sına bıraktı. Cumhuriyet, ulustan ve demokrasiden koptu. Demokrasiye içkin cumhuriyette, temsili demokrasiyle bile olsa, yasaları halk belirler, seçilen yöneticilerin ise bu yasalara uyarak yönetmeleri istenirdi. Demokrasiden kopmuş cumhuriyet ise, yasa yapma yetkisini halktan alıp “kral”a devretmiş görünüyor. Cumhuriyet, kendisine yaşama hakkı tanıyan post-modern krallar seçmektedir. Hukuk devleti yerini “kanun benim”e bırakmıştır. Dünya kafayı yemiş krallarla birlikte tımarhaneye dönüşmüş görünüyor.
Devrimi ve devrimciliği hatırlama zamanıdır
Lenin’i beklemeye gerek yok, çünkü Leninist ruh bizleri devrimci olmaya çağırıyor. Umut devrimdir. Devrim, onur ve şahsiyettir. Emperyal çağ insanlığın onurunu çok ama çok kırdı. Onur en yıkıcı isyandır. İnsanlığın birikimlerine sahip çıkan devrimci onur, sermayeyi korkutan devrimi hatırlatacaktır ve hatırlatmaya başlamıştır. En gerici durumlarda devrim bir olanaktır. Dünyaya baktığımızda bu onur hareketi şimdiden başladı ve yayılarak büyüyecektir.
Modernizmin ortaçağı emperyal faşizme karşı yeni bir altermodern Rönesans’a ihtiyaç var. Artık Kurucu gücün uzamı ulusal değil küreseldir. Bu Rönesans ulusal vatandaşlığı aşan bir dünya yurttaşlığını, şirket devletlere karşı dünya halklarının özgürlüklerini ve demokratik haklarını güvence altına alan küresel bir toplumsal sözleşmeyi ve dünya anayasasını ilan ederek karşı bir enternasyonalizmi harekete geçirmek küresel devrimci bir ihtiyaçtır. Demokrasi etik-politik bir yaşam biçimidir. Halkları bir araya getiren, toplumlaştıran ve barışı getiren, devletler değil etik-politik demokratik toplumdur.
İnsanlık devrimle yeniden kendisini hatırlayacaktır.

Yazar: Cengiz Baysoy

bottom of page