M. Hardt ve S. Mezzadra yeni oluşan küresel güç ilişkilerini ve yükselmekte olan enternasyonalist özgürleşme hareketleri üstüne tartışıyor
Michael Hardt ve Sandro Mezzadra
3 Nisan 2025
Evvelce ABD’nin küresel hegemonyasına dayanak oluşturan yumuşak güç kurumları ve diğer aygıtlar bugün ikinci Trump yönetimi tarafından süratle ıskartaya çıkarılıyor. Demokrasiyi savunuyormuş, insan haklarına arka çıkıyormuş, özgürlükleri koruyormuş gibi yapmaktan bile vazgeçiliyor. Ama bu yine de izolasyon politikasına bir dönüş anlamına gelmiyor; aksine gelecek dönemde küresel güç ilişkilerinin ayırt edici niteliği haline gelebilecek post-hegemonik bir modelin ilk adımları bunlar.
Bu eğilim en iyi, küresel haritaların yeniden çizilişinin iki düzeyine odaklanılarak anlaşılabilir: Bir yandan dünya piyasası ve kapitalist üretim ve dolaşım uzamları dönüşüm geçiriyor; bir yandan da yeniden canlanan teritoryal genişleme ve ilhak süreçleriyle siyasi sınırlar yeniden düzenleniyor. Siyasi sınırlar ile dünya piyasası içindeki bölünmelerin bazen çakıştığı bazense birbirinden ayrıldığı bu iki yeniden haritalandırma süreci arasındaki dinamik, oluşum halindeki yeni küresel düzenlemenin temel çizgilerini açığa çıkarıyor. Bütün bu süreç, hem ticaret savaşlarını hem de askeri çatışmaları içeren, hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bir savaş rejiminin belirişiyle el ele gidiyor.
Küresel uzamların üst üste binen haritaları
Rusya 2014 yılında Kırım’ı ele geçirdiğinde, 2022 yılında Ukrayna’yı tam teşekküllü bir biçimde işgal ettiğinde dahi, Putin’in acımasız otokratik rejiminin teritoryal genişleme taktiği, çoktan geride bırakılmış olan uluslararası güç oyunlarından izler taşıyan bir girişim ve önü alınabilecek bir istisna gibi görünmüştü. Oysa bugün, İsrail’in yalnızca Gazze ve Batı Şeria’da değil, Lübnan ve Suriye’de gerçekleştirdiği, belki daha da öteye taşıyacağı toprak işgallerinden sonra, dahası Trump’ın Grönland, Kanada, Panama Kanalı, hatta Gazze’yi ilhak etme tehditleriyle birlikte, toprak işgali paradigması henüz normalleşmiş olmasa bile iyice oturmuş görünüyor. Anders Stephanson, Trump’ın teritoryal genişleme projelerini (ya da fantezilerini) ABD’de kökü oldukça gerilere uzanan aşikâr kader[i] geleneğiyle ilişkilendirmekte kesinlikle haklı olsa da, bu olguyu da daha geniş bir çerçeve içinde düşünmemiz gerekiyor. Dünya haritasının uzamlarının bir kez daha değişiyor olması ve kapanın elinde kalması, bugün yaşadığımız küresel uzamların yeniden düzenlenmesi sürecinin çok temel bir boyutu.
Aynı sırada ABD’de yaşanabilecek bir enflasyon, finansal ve ekonomik çalkantı, hatta durgunluk riskine rağmen, gümrük tarifeleri ve ticaret savaşları dünya piyasasının sınırlarını ve koşullarını yeniden düzenlemekte bir silah olarak kullanılıyor. Trump bu alanda da ABD hegemonyası pratiklerinin hükmünün kalmadığını açıkça belli ediyor.
Bu hareketli sınırlar -ulusal sınırlar ile kapitalist sınırlar- arasındaki ayrılıklar kapitalist dünya sisteminden neredeyse hiçbir zaman eksik olmamıştır, fakat Trump, Putin ve Netanyahu’nun attığı adımlar bazı açılardan bu sınırları yaklaştırıyor ve üst üste bindiriyor. Bu eğilim sermayenin belli fraksiyonlarına kazanç sağlarken ekonomik gelişmelerin ve kârların genel kapsamını sınırlandırabilecek olsa bile, belli yönlerden, yirminci yüzyılın başlarındaki klasik emperyalizm teorileriyle örtüşüyor. Endüstriyel ve finansal sermayeyi farklı bir yoldan iç içe geçiren günümüzün kapitalist formasyonlarını tarif ederken emperyalizm teriminin hâlâ uygun düşüp düşmediği ancak zamanla görülecek.
Atlantik bölünmesi
Ukrayna Savaşı’yla birlikte hız kazanan, gerek dünya piyasasının gerekse siyasi sınırların yeniden düzenlendiği bu süreç savaşın doğrudan tarafı olan iki ülkenin de ötesine uzanıyor. Rus işgalinin daha en başında, Ukrayna’yla birlikte Avrupa’nın da bu savaşın büyük kaybedeni olacağı belliydi. ABD’nin attığı adımlar, tüm iniş çıkışlarına rağmen, mütemadiyen Avrupa’yı ikincilleştirme işi gördü. Bu bilinçli bir plan değilse bile nesnel bir eğilimdi. Görünüşte, radikal bir değişiklikle, Biden yönetiminin Ukrayna’ya destek verme ve NATO’yu olumlama politikası yerini Trump’ın Putin’den taraf olup, askeri desteğini çekme ve NATO’yu kötüleme politikasına bıraktı. Ama birinci tavır nasıl Atlantik İttifakı içinde Avrupa’yı fiilen ikincil bir konuma ittiyse, ikinci tavır da birleşik bir siyasi ve ekonomik aktör olarak Avrupa’nın gücünün temellerini daha da sarsıyor ve bunu yaparken ABD’nin yaşlı kıtayla ilişkilerini koparmaktan ziyade ilişkileri yeni hiyerarşiler ve güç ilişkileri temelinde yeniden düzenlemeyi amaçlıyor.
Avrupa’nın entegrasyonunda daha ileri bir adımın atılması masada olsa bile, bunun siyasi kırılganlık koşullarında ve kendine güveni gittikçe artan faşist bir sağın sürekli tehdidine rağmen yapılması gerekecek. Öteden beri tartışılan Avrupa’nın “stratejik özerkliği” meselesi nihayet bir ifadeye kavuşturuluyormuş gibi görünse de, söz konusu strateji ABD’li ve İsrailli silah üreticilerine yaslanması kaçınılmaz olan yeni bir askeri-endüstriyel kompleksin inşasına dayalı muazzam bir yeniden silahlanma planından başka bir şey içermiyor.
Tam da bütçe kısıtlamaları ve borç frenleri oluşturulması konusunda ısrarcı olan tüm o Avrupalı, özellikle de Almanya’daki liderler şimdi bütün güçleriyle askeri harcamalar alanında bu tür kısıtlamaların kaldırılmasını savunuyorlar. İşe bakın ki önceleri bütçe “sorumluluğu” kemer sıkma politikalarına bağlanıyordu, şimdi ise bütçe sınırlarının ötesine geçilmesi toplumsal refah alanında çok daha sert kemer sıkma politikaları uygulanması anlamına geliyor. Üstelik Avrupa kaynaklı bu modeller ekonomik, teknolojik ve bilimsel gelişmenin güvenlikçi ve askeri bir mantığa göre şekillendiği bir “savaş rejimi” yönündeki küresel eğilimle çakışıyor. Ayrıca “Avrupa’yı Yeniden Silahlandırma” planına uygun olarak ulusal askeri harcamaların artırılması, sınırları güçlendirme ve göçmenleri ülkelerine geri göndermeye dönük uzun vadeli stratejinin tamamlayıcısı olarak iş görüyor.
Trump’ın Ukrayna’yı yalnız bırakıp Avrupa’yı devre dışı bırakarak Rusya’yla yeniden “normal” ilişkiler geliştirme çabaları, tarihten fikir verici olabilecek benzer örnekleri akla getiriyor. Sözgelimi yeni bir Yalta imgesi mevcut durumun barındırdığı askeri (ve nükleer) riskleri belirginleştirmeye yarayabilir, bunu Nixon’ın Çin’i SSCB’den ayırma planının (ters dönmüş) bir tekrarı olarak görmek ise Rusya ile Çin arasındaki mevcut ekonomik ilişkilerin ne kadar derin olduğunu ve bunları ayırmanın ne kadar da zor olacağını vurgulamayı sağlayabilir.
Biz ise, ABD’nin ve diğer devletlerin mevcut eylemlerini, çoğunlukla siyasi sınırlar üzerinde bir mücadeleyle el ele giden, dünya piyasasının uzamlarını yeniden düzenlemeye dönük çabalar olarak gördüğümüz oranda mevcut durumu daha iyi anlayabileceğimiz kanaatindeyiz. Buradan bakınca, kapitalist dünya sisteminin tarihinde bir dönüm noktasında olduğumuzu görebiliyoruz.
Ortadoğunun haritası
Ortadoğu’daki çatışmalar, Ukrayna’da gördüklerimizden birçok açıdan çok daha karmaşık bir niteliğe sahip ve bu çatışma alanları sürekli değişiklik gösteriyor. Bu örnekte de ekonomik çıkarlar önemli olmakla birlikte durumu tam olarak açıklamaya yetmiyor. Ana parçanın Gazze olduğuna şüphe yok ve Trump’ın toprağa el koyma, nüfusları sürme ve şeridi dönüştürme fantezisi daha büyük bir gerçekliğe işaret ediyor. Ortadoğu’daki tüm siyasi çatışmalarda petrol elbette önemli bir rol oynuyor, ama bu illa çoğunlukla sandığımız biçimde gerçekleşmiyor. ABD’nin şu anda iç tüketimi için Körfez petrolüne o kadar da ihtiyacı olmasa bile, Çin gibi rakiplerinin petrole erişimi onun stratejik çıkarlarını yakından ilgilendiriyor.
Öteden beri, 1956’daki Süveyş Kanalı Krizi’nin de öncesine uzanan bir şiddetli çatışmalar tarihine sahip lojistik bir merkez olan bu bölgede, lojistik altyapılar için verilen mücadeleler bir kez daha ön plana çıkıyor. Örneğin İbrahim Anlaşmaları ve Hindistan-Ortadoğu-Avrupa koridoru planı Filistin topraklarının kontrol altına alınmasının ne kadar önemli olduğunu gösterdiği gibi, Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerini de bu projeye dahil ediyor. Lojistik altyapı alanındaki rekabet kaynakların kontrolü ve dağıtımı için verilen mücadelelerle birbirine geçiyor. Bu mücadelelerin, Irak Kalkınma Yolu ve Türkiye ile Çin’i birbirine bağlayacak olan Orta Koridor örneklerinden de anlaşılabileceği gibi, kaçınılmaz olarak bölgesel bir boyutu da var.
Savaşın hayaleti ve gerçekliği bütün bu süreçleri tepeden kuşatıyor. Gerek büyük lojistik altyapı projelerinin gerekse kaynakların çıkarılması ve dağılımının istikrarı ve güvenliği, derin kökleri olan ve uzun zamandır devam eden antagonizmaların dönüşümüyle bölgede etkili ve kalıcı huzurun sağlanmasına dayandırıldığı halde, ABD ve İsrail’in bunun için önerdiği tek yol korku, tehditler ve şiddetle desteklenen sürekli bir savaş halini gerektiriyor. Savaşla ticaretin bu denli iç içe geçişi uzun bir tarihe sahiptir elbette ve bu bölgeye de özgü değildir. Bilhassa Ortadoğu’nun küresel güç ve zenginlik dağılımında nasıl da stratejik bir öneme sahip olduğunu düşünürsek, savaş rejiminin burada ekonomik gelişmenin zorunlu bir koşuluna dönüşmesini, küresel uzamların, dolayısıyla da kapitalist dünya piyasasının yeniden düzenlenmesinde sürekli sıkıntı çıkaran sınırların bir belirtisi olarak görebiliriz. “Ortadoğu’nun Rivierası”na dönüştürülmüş distopik bir Gazze tahayyülü, bize yalnızca İsrail’in yürüttüğü soykırımcı yıkımı değil, ABD’nin küresel gücünü yansıtma girişimleriyle el ele giden yağma ve mülksüzleştirme süreçlerini de hatırlatıyor. Dolayısıyla bu koşullarda Filistin, direnişin adı olmaya devam ediyor.
Post-hegemonya eğilimi
Tüm hızıyla devam eden ticaret savaşlarına bakınca, içinde bulunduğumuz uğrak küreselleşme çağının sonunu işaret ediyormuş gibi görünebilirse de, bu aslında küreselleşmenin ne olduğuna ilişkin bir yanlış anlamanın göstergesidir. Dünya piyasası hiçbir zaman pürüzsüz dolaşım uzamlarına sahip bir serbest ticaret cenneti olmamıştır ve olmayacaktır da. Dünya piyasasını yaratma eğiliminde, Marx’ın Grundrisse’deki sözlerini hatırlatmak gerekirse, “her sınır aşılması gereken bir engel gibi görünür.” Mevcut uğrak, kapitalist dünya piyasasının genişlemesinin önündeki engellerin bir dizi parçalanmaya ve kopuşa neden olacak şekilde çoğalışıyla belirginlik kazanıyor. Engellerin niteliği ve bunları aşmanın yolları farklı biçimlere bürünebilir, işte tam da bu açıdan bakıldığında sermaye ile teritoryal şekillenmeler arasındaki ilişki bilhassa önemli hale geliyor. Dünya piyasası zorunluluk gereği daima politik olarak kurulur ve düzenlenir. Son yıllarda, 2008 krizi, pandemi ve gerek savaş meydanlarında gerekse ekonomik yaptırımlar ve gümrük tarifeleriyle yürütülen çeşitli savaşlar yüzünden dünya piyasasında yaşanan kopuşlar, bizzat dünya piyasasının temel özelliklerini öne çıkarıyor. Önümüzde duran temel görev, kilit önemdeki engelleri ve onları yönetme ya da aşmaya dönük çabaları tanımlamaktır. Niyetimiz Ukrayna, Filistin ve başka yerlerde yaşanan savaşları dünya piyasasının dinamiklerine indirgemek değil kesinlikle, fakat savaşların vuku bulduğu alanlardan birinin de bu olduğunu kabul etmek gerek.
Bugün, Giovanni Arrighi ve başka pek çok yazarın anladığı anlamda bir hegemonik güç tarafından düzenlenmeyen bir küresel sistem olasılığıyla karşı karşıyayız. ABD’nin hegemonik düzenleme aygıtlarını terk etmesi, illa başka bir ulus devletin çıkıp bu gömleği giyeceği anlamına gelmiyor. O halde belki de sorulması gereken asıl soru hegemonik olmayan böyle bir projenin etkili ve kalıcı olmayı başarıp başaramayacağıdır. Şimdilik, merkezkaç ve çatışmalı bir çokkutupluluk, dünyanın içinde bulunduğu durumun uygun bir tarifi olabilir gibi görünüyor. Buradan bakıldığında, devamlılık gösteren, hatta sürekli bir savaş rejimi, hem dünya piyasasının örgütlenmesinin hem de kapitalist gelişme koşullarının zorunlu bir bileşeni olarak beliriyor. Tıpkı bütün kapitalist “serbest ticaret” rejimlerinin hâkim devletlerin ve emperyal rejimlerin silahlarını gerektirmesi gibi, kapitalist dünya da ekonomik güçlerin “sessiz zorlaması”nın ötesinde daima şiddeti ve mülksüzleştirmeyi gerektirmiştir. Mevcut konjonktürün bir farkı, göründüğü kadarıyla, zor uygulamayı demokratik idealler ya da uygarlaştırma misyonu iddiasıyla meşrulaştırmaya artık ihtiyaç duyulmamasıdır. Küresel alandaki post-hegemonya eğilimi, bu ve başka açılardan, ülke içinde otoriter ve faşist yönetim alanının genişlemesiyle çakışmaktadır.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bu gelişmelerin birçoğu, gerek büyük kapitalist tekeller veya kartellerle hâkim devletlerin iktidarının birleşmesi gerekse teritoryal genişleme pratikleriyle birlikte, emperyalizmin klasik özelliklerinin yeniden canlanışı gibi görünebilir. Günümüzde bu devasa kapitalist aktörler, daha önce hiç olmadığı kadar doğrudan bir biçimde politikler. Muazzam zenginlik birikimi süreçlerinin bugüne kadar hep oynadığı rolün ötesinde, büyük platformlar gerçekten de toplumsal ve ekonomik yaşamın temel altyapılarını inşa etmeye yönelerek, devletlere rakip çıkıyor ve doğrudan yönetim aktörleri olarak beliriyorlar. Kontrolün akış yönü terse dönmüş görünüyor: Devletlerin ulusal ya da ulusötesi şirketleri konuşlandırması yerine, ekonomi holdingleri devlet üzerinde üstünlük kurmaya doğru gidiyor. Aynı zamanda, Trump’ın ABD’nin ekonomik gücünü yansıtmayı tahayyül ettiği uzamın sınırlı bir uzam olduğunu, dolayısıyla bunun ekonominin dinamizminin zayıflamasını içerdiğini de tekrar etmemiz gerek. Bu durum, ABD’de ortaya çıkmakta olan kapitalist formasyonun sınırlarının, hatta çelişkilerinin bir kaynağı haline gelebilir. Bunların arasında küresel rezerv parası olarak doların konumu etrafında oluşan çelişkiler de yer alıyor. Bu noktada bu formasyonu sermayenin bileşimi, farklı “fraksiyonlar” arasındaki ilişkiler, hiyerarşiler ve anlaşmazlıklar açısından analiz etmemiz iyi olabilir.
Çin’in uluslararası ekonomik gelişimi küresel ilişkiler açısından ayrıksı bir model oluşturuyor. Çin Komünist Partisi’nin öne çıkardığı serbest ticaret ve kazan-kazana dayalı işbirliği retoriğinin ötesinde, Çin’in faaliyetlerinde son yıllarda, başta “Kuşak ve Yol Girişimi” ve Ching Kwan Lee’nin “Çin’in Ötesinde Çin” olarak adlandırdığı proje olmak üzere, ekonomik gücün ulusal sınırların ötesine yansıtılmasının değişken bir geometrisi göze çarpıyor. Aralarındaki farklılıklara rağmen, Çin modeli de dünya piyasasının haritasını yeniden çizen bir post-hegemonik projedir. ABD ve diğer bölgesel güçlerle rekabet seçeneği asla dışarıda bırakılmış değilse bile, bunu “yeni bir soğuk savaş” olarak görmek ekonomik genişlemenin değişken geometrisini fazlasıyla basitleştirmek anlamına gelir. Böyle bir bakış bu geometriyi koşullarının yalnızca Pekin tarafından belirlenmediği bariz olan bir blok oluşturma mantığına indirger.
Gelmekte olan mücadeleler döngüsü
Sırada hangi isyan ve ayaklanmaların olduğunu görmek için henüz çok erken olabilir. Yönelimsizliğin sisi dağıldığında ve insanlar yeni duruma ayaklarını daha sağlam bastıklarında bu mücadeleyi daha spesifik yönleriyle analiz edebileceğiz. Yine de bunun bazı genel çizgilerini şimdiden ayırt edebiliyoruz.
Bugün ABD ve başka yerlerde, tek başına direnişin etkisiz bir strateji haline geldiğini ve “normale dönüş” çabalarının tümüyle aldatıcı olduğunu kabullenmek bunun için iyi bir başlangıç noktası olabilir. Ret pratiklerini yeni bir toplumsal kuruluş projesiyle ilişkilendirmemiz gerekiyor. Bu yazıda yapmaya çalıştığımız gibi, antikapitalist mücadelenin örgütlenmesi kadar, kapitalist gelişmelerin ve dünya piyasası dinamiklerinin analizini bu kadar önemsememizin bir nedeni de bu. Elbette faşizme, savaş rejimine ve küresel tahakkümün post-hegemonik biçimlerine karşı savaşmalıyız. Fakat bunları kapitalist hükümranlığın bugünkü biçimleriyle bağlantılandırmak zorundayız. Marx ve Engels’in sıklıkla dile getirdiği gibi, sermayenin kendi gelişiminin peşinden koşarken kendisine karşı verilecek savaşın silahlarını ve post-kapitalist bir alternatif oluşturmanın temellerini de kaçınılmaz olarak sunmasının, kapitalist hükümranlığın ayırt edici niteliklerinden biri olduğunu aklımızdan hiç çıkarmamamız gerekiyor.
Özgürleşmek için Çin devletinden, BRICS veya Şangay İşbirliği Örgütü gibi “Küresel Güney”i temsil eden devletler grubundan bir liderliğin çıkmasını beklememek gerek. Yaşanan keskin değişimler yalnızca ABD hegemonyası değil herhangi bir “Batı” hegemonyası olasılığına da meydan okuyor ve bu değişimler elbette çatlaklar yaratabilir, özgürleşme projelerine alan açabilir. Ama ne olursa olsun küresel hükümranlığın mevcut biçimlerine karşı direnişin ve etkili bir isyanın, sermayenin hükümranlığının ötesinde bir yaşamı tahayyül edebilen toplumsal hareketler ve mücadeleler içinde kök salması gerekiyor.
Böyle hareketler ve mücadeleler kaçınılmaz olarak özgün ve yerel bağlamlara dayanıyor, sermayeyi, otoriterliği, ataerkiyi ve ırkçılığı, mülksüzleştirmeyi, ekstraktivizmi ve çevre tahribatını kendilerine özgü biçimlerde karşılarına alıyorlar. Ama bu hareketler aynı zamanda, bütün bu süreçlerin küresel boyutuna işaret etme ve karşı çıkmanın öneminin, dolayısıyla sınırların ötesinde ve her türlü milliyetçiliğe karşı harekete geçme ihtiyacının giderek daha çok farkına varıyorlar. Yerel, ulusal ve bölgesel gerçekliklere yaslanmakla birlikte bunların ötesine geçen yeni bir enternasyonalizm ortaya çıkmalı. Bugün karşı karşıya olduğumuz zorlukların üstesinden gelmeye uygun bir özgürleşme politikası, bu yeni enternasyonalizm sayesinde nihayet ortaya çıkabilir. “Batı”nın kırılması ve hegemonik pratiklerin çöküşü, birlikte mücadele etmek üzere, Atlantik ve Pasifik boyunca, Kuzeyde ve Güneyde, başka bölünmeleri de kesen yeni bağlantıların politik olarak icat edilmesi için bir fırsat sunabilir.
Post-hegemonik kapitalist düzene meydan okuyabilecek, bitmek bilmez savaş rejiminden çıkabilecek, otoriter ve faşist yönetimlerle savaşabilecek mücadelelerin yeni bir dalgasını tetikleyecek güçler birleşmeye daha yeni başladı. Şu anda önümüzdeki manzara çok iç karartıcı gibi görünse de yakında bu güçlerin ufukta belirdiğini göreceğiz.
Çeviri: Otonom
[i] ABD’nin Kuzey Amerika’nın tamamına yayılmasının hem hak hem de bir ödev olduğunu öne süren 19. yy. öğretisi – ç.n.