top of page

*Üç Ekim Komedisi

  • Yazarın fotoğrafı: otonomdergi
    otonomdergi
  • 17 Kas 2005
  • 5 dakikada okunur
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne 15 yıl süreceği öngörülen giriş süreci bütün çatışmaları ile devam ediyor. Türkiye’nin AB’ye alınması bir yandan Türkiye içindeki güç dengeleri arasındaki gerilimi yoğunlaştırırken diğer yandan Avrupa içindeki güç dengeleri arasındaki gerilimi de keskinleştiriyor. Bu anlamıyla Türkiye’nin AB’ye giriş süreci hem Türkiye içindeki politik güç çatışmalarının yeni dengeler üzerinden kurulması, hem de Avrupa Birliği içindeki politik güçlerin kendi aralarındaki gerilimleri Türkiye üzerinden açığa çıkarmaları biçiminde yaşanıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin AB’ye girişinin yarattığı gerilimin tarafları salt AB ve Türkiye değil, kapitalizmin küresel iktidar işleyişini güvence altına alacak ve küresel sermayenin sınırsız tahakkümünün olanaklarını yaratacak olan egemenlik mekanizmalarını kurup işletecek olan politik güçler ile modernist dönemin egemenlik mekanizmalarını işletme konusunda direnen güçler arasındadır. Türkiye’den ve AB’den yükselen “evetler” ve “hayırlar” bu siyasal eksen etrafında kuruluyor. Bunun ne anlama geldiğini anlamak için öncelikle hem AB’nin hem de Türkiye’nin küresel kapitalizmin iktidarını işletme konusunda yaşadıkları sancıları iyi okumak gerekiyor.
Türkiye’nin AB’ye giriş süreci kendisini küresel kapitalizmin işleyişi içinde bir özne olarak nasıl kuracağı ile yakından bağlantılıdır. Kapitalizmin emperyalist döneminde bir “ulusal bağımsızlık” mücadelesi üzerinden kurulan Türkiye, milliyetçilik temelinde Kürt meselesini, ilericilik temelinde siyasal İslamı ve Sovyetler Birliği-sosyalizm temelinde solu baskı altında tutarak 80 yılı aşkın bir süredir varlığını korudu. Üstelik bu varlık içine tam üç tane askeri darbe sığdırdı. Yine bu dönemde sermayenin yaratılması ve güçlendirilmesi yönünde izlenen kalkınma stratejileri, uygulamada verdiği sonuçlar tartışmaya açık olsa bile, emperyalist dönemin sermaye birikim süreçleri ile uyumlu bir seyir izledi. Tüm dünyada da iki paylaşım savaşı sonrasında sermayenin uluslararasılaşmasını kurumsallaştıracak olan Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler, IMF vb. kurumlar ve sermayenin uluslararası ilişkilerini düzenleyecek olan anlaşmalar emperyalist dönemin egemenlik mekanizmaları olarak yapılandırıldı.
Bu döneme özgü egemenlik işleyişi, emeğin ulusal sınırlar içinde tahakküm altına alınması ve disipline edilmesi üzerine kuruldu. III. bunalım döneminde iç olgu haline gelen emperyalizm, emeği, ücretli emek biçiminde sınıflaştırdı. Emperyalist dönem, üçüncü dünyanın emeğini, ilksel birikimin iktidar işleyişiyle ücretli emeğe dönüştürdü. Keynezci politikalara dayanan refah devleti nosyonu, emperyalist devletlerde burjuva demokrasisi, üçüncü dünya ülkelerindeki ise faşizm olarak gerçekleşti. Her ikisi de sermayenin üretimini ve yeniden üretimini güvence altına alan sermaye ilişkisinin ulus temelli iktidar işleyişi ile kotarılmasıydı. Modernleşmenin ulusal karakteri, insan bedenini dikey siyaset mekanizmaları içinde nesneleştirerek özne haline getirdi. Sürecin tıkandığı ve sermayenin yeniden yapılanma, yeni egemenlik mekanizmaları yaratma ya da varolanları kapitalizmin yeni iktidar işleyişine göre kurma ihtiyacı hissettiği dönem, hem Türkiye’de hem de tüm dünyada 1970’ler ve sonrası oldu.
Türkiye’nin AB’ye giriş süreci, yeni bir küresel egemenlik biçiminin kuruluş sürecine tekabül eder. Bunun siyasal karşılığı ikinci cumhuriyetin kuruluşudur. Bu kuruluşun aktörleri, siyasal İslam ve dün siyasal İslam’ı gericilikle itham eden ordudur. Bu bağlamda siyasal İslam, Türkiye’de ikinci cumhuriyetin kurucusu ve İmparatorluğun Orta Doğu’da kuruluşunu işleten bir özne olarak karşımıza çıkıyor.
Gelelim Avrupa Birliği’nin kuruluş sürecine. Avrupa Birliği, sermayenin üretimi ve yeniden üretimi koşullarının ve bu koşulları güvence altına alan iktidar mekanizmalarının oluşturulması anlamında ele aldığımızda, tarihsel bir siyasal birikimin ve iktidar deneyiminin ürünüdür. Avrupa’da refah devletlerinin kuruluşu, üç siyasal eksene oturur: ilki Sovyetler Birliği’nin varlığından kaynaklanan siyasal tehdit, ikincisi emperyalist döneme özgü artı-değer yaratma mekanizmalarının ulusal ekonomi temelinde örgütlenerek emeğin sermaye tarafından tahakküm altına alınması ve üçüncüsü Avrupa komünizmi tarafından emeğin ücretli emek gücü üzerinden devletin düzenleyici mekanizmalarına içerilerek burjuva demokrasisinin gücü haline getirilmesidir. Dolayısıyla işçi sınıfı için yaratılan refah koşulları, üçüncü dünyada yaratılan artı-değerden emeğe aktarılan bir “sus payı” olarak algılanabileceği gibi, ulusal ekonomilerin rekabetine dayalı artı-değer yaratma koşullarının güvence altına alınması olarak da okunabilir. Bu siyasal eksen bütün politik güçlerin, devletin demokratikleştirilmesi ekseninde içerilmesini sağlamıştır. Avrupa devletleri bu refah politikaları sayesinde emeğin sermayeye içerilmesini gerçekleştirebilmişlerdir. Zaten günümüzde AB’nin en çok başını ağrıtan mesele de, küresel serbest piyasaya geçerken refah politikalarının mali yükünden kurtulma, yani refah politikalarından kaynaklı kamu harcamalarını, yani yaratılan artı-değerden emeğe aktarılan kısmı azaltma konusunda çekilen sıkıntıdır. Bu sıkıntı, AB’nin hem kendi içindeki politikalarını hem de genişleme politikalarını gerilimli hale getirmektedir. Birliğin içinde serbest piyasanın kurumsallaşması, bu anlamıyla refah harcamalarının kısıtlanması sürecinde, ulusal devletlerle Avrupa Birliği’nin imparatorluk hiyerarşisinde emperyal bir aktör olma arasındaki gerilimdir. Talep siyaseti üzerinden devletin demokratikleştirilmesine dayalı ulusal refah politikalarında ısrar edenler ile sermayenin küresel rekabetine dayalı iktidar işleyişinin öznesi olmayı sahiplenen güçler arasındaki bu gerilim, pek çok Avrupa ülkesinde bir sıkışma yaratmaktadır. Bu sıkışmanın temelinde, emeğin, empeyalist dönemden farklı biçimde tahakküm altına alınması yatar. Çünkü tam anlamıyla serbestleştirilemeyen bir emek piyasası, sermaye açısından ücret katılığı ve sosyal güvence harcamalarının getireceği mali yük anlamında serbest piyasanın önündeki en aşılmaz engeldir. Serbest piyasa mekanizmalarının kurulup işletilmesi anlamında düzenleyici ve karar alıcı bir yapılanma olarak Avrupa Para Birliği, yine pek çok Avrupa ülkesinde yetki ikamesi tartışmalarına neden olmakta ve bu tartışmanın eksenini devletin demokratikleştirilmesine dayalı güç dengelerinin serbest piyasa uygulamaları ile bozulması oluşturmakta. Bu bozulmanın gerilimlerini bertaraf etmeye yönelik olarak, serbest piyasa uygulamalarının sorumluluğunu Avrupa Para Birliği’nin kararlarına havale ederek meşrulaştıran devletler, diğer yandan Avrupa Anayasası ile ulus devletler ve Birlik arasındaki egemenlik krizini çözmeye çalışmakta. Ama egemenlik krizinin kökenindeki asıl mesele, ulus devletlerle, Birliğin kurumları arasındaki yetki meselesi değildir. Sorun, refah devleti nosyonu altında, emeğin tahakküm altına alınmasını burjuva demokrasisi içinde çözen egemenlik biçiminin tasfiyesidir. Sermaye açısından artık burjuva demokrasisi üzerinden emeği tahakküm altına alma ihtiyacı ortadan kalkmıştır. Fakat talep siyaseti üzerinden devletin demokratikleştirilmesine dayalı “Avrupa komünizmi” açısından sorun krize dönüşmüştür. Bu kriz Avrupa komünizmi için yapısal bir siyasi krizdir. Çünkü siyasal varlığı devrime değil, burjuva demokrasisinin devam etmesine bağlıdır. Bu tıkanıklık, burjuva demokrasisinin korunarak küreselleşmenin reforme edilmesiyle aşılmaya çalışılmaktadır. Bu durumun getirdiği çatışma, uzlaşmayı içermektedir. Sorun, küresel kapitalizmin iktidar işleyişi içinde bunun olanaklarının olup olmadığı sorunudur. İmparatorluğun çok merkezli hiyerarşik kuruluşu içinde Avrupa Birliği hem kendi içinde hem de genişleme sürecinde bu soruna yanıt üretmeye çalışıyor ve üretiyor. Bu süreçte emeğin içerilmesine yönelik uygulamalar, emeğin beden olarak küresel serbest piyasaya içerilmesinden geçiyor. Bu minvalde ücretli çalışma fikri, koşullar ne olursa olsun zorunluluk olarak tanımlanıyor, yani refah politikalarının uygulandığı dönemde olduğu gibi çalışmadan yaşama olanakları ya tamamen kaldırılıyor ya da bitmek bilmeyen koşullara bağlanıyor. Ve insanlar bu koşulları yerine getirmektense, esnek çalışmayı tercih etmek zorunda kalıyor.
Sorun, artı-değer yaratmanın dolayısıyla sermayenin genişleyerek yeniden üretiminin koşullarını güvence altına alacak biçimde emeğin sermayenin tahakkümü altına alınması olarak konulduğunda, AB’nin önce doğu bloğu ülkelerinden başlayıp şimdi de EuroMed projesi ile Akdeniz ülkelerine yönelen genişleme politikaları daha anlaşılır hale gelir. Bu genişleme politikalarının ana ekseni, imparatorluğun çok merkezli yapılanan ve tek merkezli işleyen hiyerarşik kuruluşu içinde, ülkelerin serbest piyasanın özneleri olarak işletilmesidir. AB’nin genişleme politikalarını düzenleyen tüm anlaşmalar, sözleşmeler ve kriterler (Helsinki Kriterleri, Kopenhag Kriterleri, Maastricht Anlaşması, Barcelona Bildirgesi vb.) bu siyasal eksene oturur. Genişlemenin kuruluşu hiyerarşiktir. Birliğe sonradan katılan veya katılmaya aday olan ülkelerin temel katılım koşulu WTO kriterlerine uygun olarak küresel piyasanın öznesi olmak ve yine serbest piyasanın işleyişini engelleyecek olan her türlü politik gücü “küresel demokrasi” adına bertaraf etmektir. Avrupa kendi sorununu bizim gibi ülkelerin katılımıyla çözecek ve kendi kurtuluşunu uluslar arası sermaye ile bütünleşmekte gören Türkiye’deki sermaye de kendi sorununu böyle çözecek. Artı-değerin küresel düzeyde genişleyerek yeniden üretiminin istikrarının sağlanması, Türkiye gibi ülkelerin sanayi mahallelerine, sanayi çöplüklerine, sanayi gettolarına dönüştürülmesinden geçiyor. Böylece, küresel sermayenin kendini olumlama diyalektiğinin bir uğrağı olarak Türkiye’deki emek gücü küresel serbest piyasanın işleyişine tabi kılınacak. Dolayısıyla Avrupa Birliği’ne girişi, insan hakları, demokrasi, katılımcılık gibi kavramların burjuva özünü deşifre etmeyen, tam tersi olumlayan bir siyaseti kabul etmek mümkün değildir. Diğer yandan küresel kapitalizmin iktidar işleyişini çözümleyemeyen ve emperyalist dönemin politik söylemine takılıp kalmış olan ulusalcı bir siyaseti kabul etmek de mümkün değildir. Devrim kuramı, emeği tahakküm altına alma biçiminin iktidar işleyişinin çözümlenmesi üzerine kurulur. Emperyalist dönem, üçüncü dünya ülkelerinin emeğini sermayenin ilksel birikim iktidar işleyişi altında tahakküm altına almaktır. Bunun devrim kuramı olarak karşılığı geri bıraktırılmışlığa karşı ulusal bağımsızlığa dayalı ilerlemeciliktir. Oysa günümüzde, emek, sermayenin gerçek tahakkümü altına alınmıştır. Devrim kuramının ekseni anti-kapitalizmdir. Anti-kapitalist devrim kuramında asıl olan sınırların kaldırılmasıdır.
Devletin düzenleyiciliği ve planlayıcılığı üzerine oturan siyasal demokrasi anlayışı dışında komünalist bir demokrasi anlayışına geçmek zorunludur. Amaç harekete içkin örgütlenmelidir. Politik devrimden sonraya ertelenen toplumsal devrim değil, toplumsal devrime içkin bir politik devrim kuruculuğuna ihtiyaç vardır. Ücretli emeğin reddine oturan komünalist bir demokrasi siyasetinin zamanıdır.

Yazar: Münevver Çelik
Ekim-Aralık 2005
bottom of page