top of page

*Sınıf ve Antagonizma

  • Yazarın fotoğrafı: otonomdergi
    otonomdergi
  • 16 Kas 2023
  • 10 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 9 Ara 2023

Marx, Joseph Weydemeyer’e 5 Mart 1852 tarihli mektubunda şöyle yazmıştı: "Modern toplumda sınıfların varlığını ya da bunlar arasındaki mücadeleyi keşfetme onuru bana ait değildir. Benden çok daha önce burjuva tarihçileri, bu sınıf savaşımının tarihsel gelişmelerini, burjuva iktisatçıları da sınıfların ekonomik yapısını açıkça anlatmışlardır. Benim yaptığım yenilik şunları kanıtlamaktı: 1) sınıfların varlığının ancak üretimin gelişmesindeki belirli tarihi aşamalar ile sıkı ilişki içerisinde bulunduğu, 2) sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağı, 3) bu diktatörlüğün kendisinin de sadece, bütün sınıfların ortadan kalkması ve sınıfsız bir topluma geçişten ibaret olduğu."[1]
“Sınıf” ve “sınıflar mücadelesi” kavramlarını keşfetme onurunun Marx’ a ait olmadığını bizzat Marx’ın kaleminden öğrenmiş bulunuyoruz. Sınıf ve sınıflar mücadelesi kavramları Marksist kavramlar olmamalarına rağmen, bu kavramların Marksistler açısından önemi devam etmektedir. Sınıf kavramına verilen bu önem, Marx’ı “sınıf “ kavramı dışında düşünülemez hale getirmiştir. Oysa Marx ”sınıf” kavramıyla değil, “sınıflaştırma”ya karşı “sınıfsızlaşma” politik pratiğiyle düşünülmelidir. Problem de bu bağlamda kendini sorunsallaştırmaktadır. Bu problem teorik ve pratik bir kriz olarak karşımızda durmaktadır.
Marx’ın tarihsel önemi, “sınıf” kavramına sınıflar mücadelesi içinden müdahale etmesinde yatar. Mark için sınıflar mücadelesinin önemi, “sınıf” kavramını ortadan kaldıracak “sınıfsız” toplumsal ilişkilerin kurulabileceği tarihsel olanakların politik olarak keşfinden gelir. Bu bağlamda Marx ekonomi politiğin eleştirisidir. Devrimcileri Marksist yapan, Marx’ın açıkça ifade ettiği gibi, “sınıf mücadelesinin zorunlu” olarak proletarya diktatörlüğüne varacağı ve bu diktatörlüğün kendisinin de sadece, “bütün sınıfların ortadan kalkması ve sınıfsız bir topluma geçişten ibaret olduğu" düşüncesini benimsemeleridir.
Proletarya diktatörlüğü, “devlet” değil, “devrim” kavramıyla ilişkilidir. Devrim kavramını ifade eden “proletarya diktatörlüğü”nü devrimcileştiren ise, “bütün sınıfların ortadan kalkması ve sınıfsız bir topluma geçişten ibaret” olmasıdır. Devrim kavramını devrimcileştiren, “sınıflaştırma” politik pratiğine karşı sınıfları ortadan kaldıran sınıfsızlaştırma etik-politik pratiğidir. Bu bağlamda, Marx “sınıf” kavramıyla değil “sınıfsızlaşma” kavramıyla, komünizm içinden düşünülmelidir.
Marx’a göre işçi sınıfının önemi, yoksulluğundan, ezilmişliğinden kaynaklanmaz. İşçi sınıfının önemi tarihsel işlevinden gelmektedir. Tarihte ve günümüzde işçi sınıfından çok daha yoksul ve ezilmiş sınıflar olmasına rağmen, bu sınıflar proletaryanın tarihsel işlevine sahip değildir: “Komünist devrim … çalışmayı ortadan kaldırır ve bütün sınıfların egemenliğini sınıfların kendileriyle birlikte ortadan kaldırır; çünkü bu devrim, artık toplum içinde bir sınıf işlevi görmeyen, artık toplum içinde bir sınıf diye tanınmayan, ve daha şimdiden artık bugünkü toplum içindeki bütün sınıfların, bütün milletlerin, vb. yok oluşunun ifadesi olan bir sınıf tarafından gerçekleştirilir.”[2] Marx’ın bu tanımına göre, işçi sınıfı “şimdiden” tüm sınıfları, tüm ulusları ortadan kaldıran proletaryadır. Proletarya, devrim kavramını devrimcileştiren komünizmin komünalist kurucu gücüdür. Proletaryanın böyle bir tarihsel öneme sahip olmasının en önemli nedeni, proletaryanın diğer tarihsel emek biçimleriyle karşılaştırıldığında, toplumsal niteliğe sahip olmasıdır. Marx için proletaryanın tarihsel önemi emeğin toplumsal ve küresel güç olmasıdır. Politik güç olmak toplumsal güç olabilmeyi doğrudan içermektedir. Proletaryanın politik gücü, sermayeden çok daha toplumsal bir güce sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda, komünizm geleceğin bir toplumsal sistemi değil bugüne içkin sınıflar mücadelesidir. Komünistlik, sınıfın bugünden sınıf olarak kendini reddeden örgütlü somut politik pratiğidir. Marx’ın ifade ettiği gibi, “Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu anda var olan öncüllerden doğarlar.”[3]
Marx’ın değer teorisi içinden geçmeden, emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılmasının politik pratiği, bu pratiğin biçimlerini sermaye olarak kavramadan da kapitalizm anlaşılamaz. Ücretli emeğin reddi olmadan anti-kapitalist olunamaz. Sınıflar mücadelesine sınıflar mücadelesinin içinden müdahale pozisyonu önemlidir. Bu bağlamda komünizmin sınıflar mücadelesi içinde pozisyonu, sınıflaştırma politik pratiğine karşı sınıfsızlaştırma politikliğinin pratiği olan anti-kapitalizmdir. Antogonizma sermayenin içkin çelişkilerinde değil, sınıflar mücadelesinin içkin karşıtlığındadır.
 
“Sınıf” kavramının felsefesi diyalektiktir
Felsefe tarihinde Herakleitos ve Parmanides önemli bir felsefi sorunsalın temsilcileridir. Felsefe tarihi bu sorunsalı günümüze kadar taşımıştır: varlığı devinim içinde düşünmek ya da düşünmemek. Hegel bu sorunsala müdahale etmesi açısından tarihsel öneme sahiptir. Hegel özdeşliği oluşun karşısında değil, özdeşliğin pratiği olarak düşünmüştür. Bir başka deyişle, Hegel oluşu özdeşlik içinde düşünmektir. Herakleitos ile Parmanides’i Platon’dan beri sentezleme çabası, Hegel’le son noktaya varmıştır. Özellikle Marksistler Hegel’i Herakleitos üzerinden düşünürler, fakat bu düşünüş biçimi yanlıştır. Hegel, Herakleitos’u Parmanides içinde eritmiştir. Hegel de, Platon gibi Parmanides üzerinden düşünülmelidir. Hegel, özdeşliğin, mutlağın, evrenselin ve kavramın krizini modernizm adına çözmüştür. Devinim Hegel’le birlikte özdeşliğin, mutlağın, evrenselin ve kavramın içkinliğine gömülmüştür. Özdeşliği aşkınlıktan içkinliğe dönüştürmenin felsefesi, Hegel’dir. İkinci önemli bir yanlışlığı da burada düzeltmemiz gerekiyor. Diyalektik kavramı Herakleitos üzerinden düşünülmektedir. Oysa diyalektik, Parmenides ve Zenon üzerinden düşülmelidir. Ünlü Zenon diyalektiği, çelişkileri açığa çıkarmak ve çelişkisiz özdeşliğe varmaktır. Çelişki kavramı Herakleitos’ta yoktur. Herakleitos’ta karşıtlık vardır. Hegel karşıtlığı çelişki sayesinde özdeşliğin içinde düşünür ve çelişki sayesinde, karşıtlıklar özdeşin içinde “Bir”dir. Hegel’i Herakleitos üzerinden ve “karşıt”ı çelişki üzerinden düşünme yanlışlığının sorumlusu Marksistlerdir. Bu kriz günümüze kadar sürmüştür. Spinoza, Heidegger, Nietzsche, Adorno ve Alhtusser vb. düşünürler bu krize müdahale etmelerine karşın, bu müdahaleler genel zekâ üzerinde yeterince etkili olmamıştır. Herakleitos ile Parmenides karşıtlığını çelişki yoluyla özdeşlikte birleştirmeye karşı, Herakleitos ile Parmanides arasındaki farkı karşıtlaştırmak gerekmektedir. Çelişkiye içkin karşıtlık reformizmdir. Çelişkisiz bir antagonizmayı felsefi olarak düşünmek zorunludur. Oluş “özdeşlik”te, ”Bir”de değil, fark ve “Çokluk”ta varlıktır.
Kavram: Kendinde varlıktır. Nedeni kendinde varlık “Tin”dir. Tin, kendi pratiğiyle kendini kavrar. Mutlak, kendini olumsuzlayarak karşıtını yaratır. Karşıtını olumsuzlayarak kendini olumlar. Varlık kendinde çelişki üreterek kendiyle ilişkilenir. Bu bağlamda varlık kendini olumsuzlayarak kendinde çelişki üretme makinesidir. Çelişki, varlığın ontolojik fabrikasıdır. Çelişkisizlik, hiçliktir. Olumsuzlamak çelişki üretimidir. Olumsuzlamanın olumsuzlanması kendini olumlamadır. Varlığın kendiyle özdeşliği olumsuzlamanın olumsuzlanmasıdır. Böyle çelişki üzerinden karşıtlık üretmek, varlığın özdeşliğine içkin bir olumlama pratiğidir. Her karşıtlık yeni bir çelişkiyle içkin özdeşliğe döner. Bu zorunluluk ussaldır. Bilinç, maddi pratiğin tarihidir. Bilinç çelişkide özdeştir. Hegel’de devinim çelişkide özdeşliktir. Çelişkisiz karşıtların birliği düşünülemez. Çelişkinin üretiminde karşıtlık bir yabancılaşmadır. Bu yabancılaşma pratiğinde bilinç kendini deneyimlemeden kendinde varlıktan kendisi için varlığa geçemez. Olumsuzlama, çelişki, karşıtlık ve yabancılaşma özdeşliğin kurucu devinimidir.
 
Sermaye: sınıf olarak ücretli emek
Sınıf kavramı masum bir kavram değildir. Sınıf, sömürü, tahakküm iktidar ve temsil demektir. Tahakkümün koşulu sınıf üretim ilişkileridir. Bu bağlamda “sınıf” bir ilişkisellik üretimidir. Dispositif olarak sınıf üretme ilişkisi biyo-politiktir. Özne, sınıflaştırma fabrikasının ürünüdür. Özneleştirme bir sınıflaştırma düzeneğidir.
Sermaye, kendini olumsuzlayarak ve kendiyle çelişerek, karşıtı olan ücretli emeği üretir. “Sermayenin üretimin temelini oluşturduğu, dolayısıyla kapitalistin de üretimi kumanda etme konumunda olduğu yerde, emek ancak sermaye tarafından özümsendiği ölçüde üretken olabilir.”[4] Üretken emek, sermayeleşmiş ücretli emektir. Ücretli emek, emeğin sermayeleşmesi, sınıflaştırılmış ve özneleştirilmiş biçimidir. Ücretli emek, sermayenin başkalaşmış bir biçimidir. “Nihayet, bizzat sermaye-emek ilişkisinin, kapitalist ile işçi arasındaki ilişkinin yeniden-üretimi ve yeni-üretimi, üretim ve değerlenme sürecinin başlıca sonucu olarak görülmektedir. Bu toplumsal ilişki, bu üretim ilişkisi, gerçek sürecin maddi sonuçlarından çok daha önemli bir üründür. Gerçekten, bu süreçte işçi kendi kendini emek kapasitesi olarak ve kendi karşıtı olarak sermayeyi üretmekte, kapitalist ise kendi kendini sermaye olarak ve kendi karşıtı olarak canlı emek kapasitesini üretmektedir. Her biri kendini yeniden üretirken, kendi olumsuzlamasını da yeniden-üretmektedir. Kapitalist, emeği yabancı emek olarak üretmekte; emek, ürünü yabancı ürün olarak üretmektedir. Kapitalist işçiyi, işçi de kapitalisti üretmektedir, vb.”[5] Bu bağlamda, “Aynı zamanda hem ücretli emeğin korunmasını hem de sermayenin ortadan kaldırılmasını istemek, demek ki kendi içinde çelişkili ve kendi kendini çürüten bir taleptir.”[6]
Emek, toplumsal değer üretme gücü olarak yaratıcı bir güçtür. Toplumsal ilişkilerin tarihselliğine göre, bu yaratıcı güç, bir değer üretme biçimi ilişkisi altında özneleştirilir. Sermaye, yaratıcı güç olan emeği politik olarak mülksüzleştirme pratiğinin tarihsel olarak aldığı biçimin bir ifadesidir. Sermaye, emeğin yabancılaşmış biçimidir; emeği, ücretli emek altında sınıflaştırarak metalaştırma pratiğidir. Bir varlık olarak sermaye, kendisini ücretli emekte olumsuzlayarak; ücretli emek de sermayede kendini olumsuzlayarak olumlar. Bu bağlamda ücretli emek, emeğin sermayeleşmiş biçimidir. Yaratıcı emeğin yarattığı ürün, özel mülkiyet altında metalaştırılarak sermayeleştirilir. Sermayeleşmiş meta, emeğe karşı yabancı bir güç olarak durur. Yabancılaşmış bir güç olarak duran sermayenin bir biçimi olan meta üretimi, emeği mülksüzleştirme pratiğidir. Bu bağlamda emeğin yaratıcı gücü, mülksüzleştirme pratiği içinde güçsüzleşir. Marx’ın artı-değer teorisinde üretken emek, emeğin ücretli emek altında sermayeleşmiş biçimidir. Üretken emek kavramını olumlamak, emeğin sermayeleştirilmiş biçimi olan ücretli emeği olumlamaktır. Bu bağlamda, sermaye ile ücretli emek arasındaki çelişki antagonist değildir. Bu çelişkiye dayalı karşıtlık ve çatışma, toplumsal bir antagonizma oluşturmaz.
Sermaye, emeği ve onun ürünlerini yönetme gücüdür. Yaratıcı emeğin ürünlerini özel mülkiyet altında gasp etmektir. Sermaye, yaptırma gücünü yapma gücüne dönüştürmektir. Politikliği varlığın kendini olumlama pratiğinin öznelliği olarak düşündüğümüzde, sermayenin politikliği, kendini olumlama pratiğinin diyalektiğine içkindir. Bir başka deyişle, sermayenin politikliği, bir sınıf olarak varlığını sürekli üretme ve yeniden üretime pratiğidir. Sermaye, bir sınıf olarak var olduğu sürece vardır. Sınıfsal varoluşu, toplumsal emeği sürekli ücretli emek altında sınıflaştırmasına bağlıdır. Sermaye parçalar, böler ve sınıfsal çatışmalar içinde devinir. Bu bağlamda diyalektik, sınıflaştırma pratiğinin politik felsefesidir.
Sermayenin kendini olumlama pratiğinin politikliği, sınıflaştırmaya ve bu sınıflaştırılmış sınıfların arasındaki güç çatışmasına oturur. Sermaye, emeği ücretli emek altında sınıflaştırmakla yetinmez. Ücretli emeği, kapitalizmin üretimi ve yeniden üretiminin gücü olarak özneleştirir. Bu durum, politikliği, ücretli emek ile sermaye arasındaki çelişki üzerinde yükselen çatışma içine kapatır. Bir sınıf olarak sermayenin sınıfsal çıkarını toplum çıkarı olarak örgütlemesi, emeğin politikliğini ücretli emeğin politikliğine kapatarak tasfiye etmesi ve politik olarak mülksüzleştirmesi pratiğidir. Bu bakımdan, ücretli emeğin politikliği üzerinden yürütülen bir “emek” siyaseti burjuva bir siyasettir.
 
Sınıf olmayan yaratıcı güç: emek
Açıkça görüldüğü üzere, Marx’ta sermaye ile ücretli emek arasında bir antagonizma yoktur. Ücretli emek varlığını sürdürmek için sermayeyi, sermaye ise ücretli emeği üretir. Sermayenin ürünü, ücretli emektir. Ücretli emek ile sermaye arasındaki çelişki sermayenin kendini olumsuzlayarak kendini üretme ilişkisidir. Ücretli emek, sermayenin biçimi, başkalaşımı ve içkin bir çelişkisidir.
Marx’ın ücretli emek ile emek kavramları arasındaki ilişki üzerine düşüncelerini okuduğumuzda, durum sermaye-ücretli emek değerlendirmesinden çok farklı bir boyut kazanmaktadır. Marx’ta, emek kavramı ile ücretli emek kavramı arasındaki ilişki çelişkiye dayalı bir özdeşliğe sahip değildir: “Emek kendine ve ücrete ayrışır. İşçinin kendisi bir sermaye, bir metadır. Karşılıklı düşmanca karşıtlık.”[7] Emek, ücreti ya da ücret, emeği üretmez. Ücret emeğin sermayeleştirilmesidir. Antagonizma felsefesinin politik alanı, sermaye ile ücretli emek arasında değil, ücretli emek ile emek, başka bir deyişle üretken emek ile yaratıcı emek arasındadır. Emeğin sermaye karşıtlığı ücretli emek karşıtlığına içkindir. Bu bağlamda, emeğin sermaye karşısında devrimciliği yalnızca politik değil, aynı zamanda etik-politiktir. Ücretli emeğin sınıf çıkarına değil, yaşam biçimine bağlıdır. Devrimcilik, bir yaşam biçimi olarak emeğin öznellik üretimi, komünalistliğidir.
Emek, ücretli emek karşısında sınıf olmayan gücü, sermayenin sınıflaştırmasına karşı sınıfsızlaşmayı ifade eder. Emek, sınıflaşmış sermayenin üretici gücü olan ücretli emek ve sermaye karşısında, sınıfsızlaşmanın yaratıcı gücüdür. Dolayısıyla sınıf olmayan bu güç, sınıflaştırmaya karşı sınıfsızlaşmanın bu yıkıcı gücü, üretici güçlerin gelişimine ve başından itibaren sınıflar mücadelesine içkindir. Emek, sermaye karşısında başından itibaren antagonist bir güçtür. Emeğin politikliği, sınıflaştırmaya karşı sınıfsızlaşma antagonizmasına içkindir. Ücretli emeğin sınıfsallığı sosyolojik iken, emeğin sınıfsallığı politiktir. Ücretli emeğin kendini olumlama pratiği, sermayenin olumsuzlanması üzerinden kendini olumlamaktır. Emeğin olumlama pratiği ise, kendini olumlama üzerinden sermayeye başından itibaren direniştir. Sermaye kavramı karşısında, ücretli emek muhalefeti, emek ise devrimi temsil eder. Sermayenin olumlama pratiğinin öznelliği diyalektik iken, emeğin olumlama pratiğinin öznelliği diyalektikten kaçış çizgileri ve conatus’tur. Emeğin olumlanması, bütün sınıflaştırma pratiğini sınıfsızlaştırma politik pratiğiyle kilitlemek ve yıkmaktır.
 
Emeğin politikliği: komünalizm
Geldiğimiz noktada, politik olan ya da “politik” kavramı üzerine yeniden düşünmemiz gerekiyor. Solun yüzleşmesi gereken şey, bu sorunsal alandır. Varlığın kendini olumlama pratiğinin öznelliğini, varlığın politikliği olarak düşünebiliriz. Emeğin kendini olumlama pratiğinin öznelliğiyle sermayenin kendini olumlama pratiğinin öznelliği antagonisttir. Emek ile sermayenin politikliği arasında antagonist bir fark vardır. Sermayenin öznelliği, sınıf olarak var olmaktır. Bu sınıfsal varlığını, ancak toplumsal ilişkileri sınıf üretme ilişkisi olarak üreterek ve yeniden üreterek sürdürebilir. Sermaye açısından politik olan, sınıfsal ve sınıflar arası iktidar savaşıdır. Bu bağlamda, bir sınıfın politik gücü ya da varlık gücü, iktidar olmak ve yarattığı diğer sınıfları boyunduruk altına almaktır. Sınıfsal çıkarını toplum çıkarı olarak örgütlemenin iktidar eğitiminin anlamı budur. Kendiliğinden bir sınıftan kendisi için bir sınıfa dönüşmek için, iktidar olmak zorunluluktur. İktidar, sınıf kavramının ontolojisine içkindir. İktidar olmadan dünyayı değiştirmek demek, iktidar olarak değil, iktidarı yıkarak dünyayı değiştirmektir.
Varlığı sınıf olmaktan geçen bir güç açısından en önemli olanak, diğer sınıfları tahakküm altına alabileceği aşkın iktidar alanını “özgürleştirmek”tir. Ekonomi-politikçilerin ve liberallerin siyasal özgürlük söylemiyle savundukları burjuva demokrasisi bunun ifadesidir. Tam bu noktada, siyasal alan ile toplumsal alan ayrımı yapılır. Toplumsal eşitsizlik, siyasal eşitlik altında meşru sayılır. Egemenlik, toplumsal alandan siyasal alana taşınır. Sermaye için egemenlik, toplumsal tahakkümü kuran aşkın iktidar alanıdır. “Temsiliyet” bunun kuruluşudur. Toplumsal alan, egemenliğini temsiliyet aracılığıyla siyasal alana devreder. Bu bağlamda, sermayenin kurucu gücü, siyasal alan olan aşkın iktidardır. Bir iktidar, bir tahakküm ilişkisi olan devlet, sermayenin kurucu gücüdür. Devlet, sınıfsal tahakküm ilişkisinin ötesinde, sınıf üretme ilişkisi, sınıfsal üretim ve yeniden üretim ilişkisidir. Bu noktadan itibaren, siyasal kavramı toplumsal kavramının önüne geçer ve toplumsal kavramını ezer. Artık tarihi kuran ve yazan iktidarlardır. Sermaye için, iktidar olmak bir gururdur.
Oysa emek, kendi egemenliğini temsiliyetle siyasal alana devretmeye ihtiyaç duymaz. Bu egemenlik toplumsal olarak kendine aittir. Toplumsal alana aşkın olan siyasal alana, bu bağlamda iktidara ihtiyaç duymaz. Çünkü emeğin ontolojik varlığı, toplumsal bir sınıf olmaktan geçmez. Sınıf olmak, onun toplumsal dokusunda ve doğasında yoktur. Emeğin kendini olumlama öznelliğinin ontolojisi, sınıfsızlaşma politikliğine içkindir. Emeğin politikliği, toplumsal sınıf olmaya ve toplumsal sınıflar arası didişmenin üretimi ve yeniden üretimine bağlı değildir. Emeğin politik öznelliği, sermayenin politik öznelliğiyle başından itibaren antagonisttir. Çatışma, sosyolojik sınıf çıkarları ve taleplerinin değil, iki farklı hayatın çatışmasıdır.
Sermayenin politik gücü devlet, toplumsal gücü ise paradır. Emeğin politik gücü fark ve çokluk, toplumsal gücü ise komünalizmdir. Emeğin sermaye karşısındaki tek gücü, sınıflaştırma karşısında, kaçış, direniş, isyan ve devrimdir. Sermaye tahakkümünde hayatını üretir ve korurken, emek isyanında yaşam arzusunu üretir. Bu anlamda, neşe direnişin kahkahasıdır, emeğin politik olarak sınıflaştıran toplumsallığına içkin direnişidir. Sermaye emeğin toplumsal sınıf olmasını ister, emek ise toplumsal olarak sınıf olmak istemez. Sermaye emeğin siyasal alanda sınıf olmasını istemez, emek ise siyasal alanda sınıf olmak ister. Emeği sınıf olarak kuran, toplumsallığı değil politikliğidir. Emek, sınıf olmayan sınıftır. İktidarı ele geçirmek için değil, yıkmak için sınıftır. Emek, iktidarı geliştirip sınıf olmayı üretmek için değil, kendisini politik bir sınıf olarak reddetmek ve sınıf kavramını yıkmak için devrimcidir. İktidar olmadan dünyayı değiştirmek, iktidarı yıkmadan dünyayı değiştirmek değil, toplumsal egemenliğimizde sınıf olmadan dünyayı değiştirmek anlamına gelir. Proletarya diktatörlüğünden anladığımız budur. Proletarya diktatörlüğü, iktidar olmayı, sınıf olmayı isteyen değil, iktidarı yıkan, her türlü sınıf üretme ilişkisini reddeden devrimin örgütlü şiddetidir. Bizim için proletarya diktatörlüğü giyotini yakan “komün”dür. Proletaryanın şiddeti, özgürlüktür.
Neden komünalizm? Bu makalede komünalizmi, komünizm kavramına karşıt olarak önermiyoruz. Tam tersine, komünizmin içkin kuruluşunun politikliğine komünalizm diyoruz. Komünalizm, sermayenin olumsuzlanması üzerinden emeğin olumlanması değil, emeğin olumlanması üzerinden sermayenin yıkılması üzerine düşünmektir. Politiklik kavramını, emeğin kendi öznelliğinin kuruluşu bağlamında ele almaktır. İçkin güç toplumsallık ile aşkın iktidar siyasallık karşıtlığında, içkin güç toplumsallık olarak komünalizmi önemsemektir.
Komünalizmin bakış açısı, politikliğin toplumsal sınıflaşma pratiği olarak görülmesini reddeder, çünkü politikliğin sınıflaşma olarak görülmesi, emeğin politik olarak mülksüzleştirilmesine karşılık gelir. Emeğin politikliği, sınıflaşma değil sınıfsızlaşma pratiği olarak kurulmalıdır. Bu temelde, sınıfsızlaşma pratiğini determinist, ekonomist ve ereksel nedenlerle yarınlara erteleyen yaklaşımları reddediyoruz. Sınıfsızlaşma pratiğini, emeğin kendini olumlama ve değerli kılma öznelliğinin bugüne içkin oluşu ve kuruluşu olarak görüyoruz. Komünalizm, komünizmin içkin kuruluşudur. Devrim kavramının devrimcileştirilmesidir. Direnişe içkin karşıdan kuruculuktur. Komünalizm, iktidar için değil hayat, özgürlük için devrimi arzulamaktır. Devrimin arzusu, özgürlüktür.
Komünalizmin kurucu gücü ve öznesi, sınıfsızlaşma siyasetinin kurduğu çokluktur. Çokluk ne sosyolojik olarak ölçülebilir bir sınıfa, ne de politik olarak bir sınıf ittifakına karşılık gelir. Çokluk, fark ve farklanmanın politik bir gücüdür; politik olarak ancak etkinliğinde görülebilir. Tam da bu anlamda, çokluk olay ve ifadedir. Çokluk, politik bir sınıf kavramıdır, ama öyle ki bu sınıf, üretken emek kategorisiyle sınırlanan işçi sınıfı kavramını politik olarak aşan sınıf olmayan bir sınıftır. Komünalizmin kurucu öznesi olan çokluk, sınıfsızlaşma siyasetinin kurduğu ölçülemez sınıftır. Çokluk, bugüne içkin komünalist otonomi ve komünizmdir.

Yazar: Cengiz Baysoy

[1] K. Marx, F. Engels, Seçme Yazışmalar-1, Çeviren: Yurdakul Fincancı, Ankara: Sol Yay, s: 72-76.
[2] K. Marx, F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol yay. 2004 s:66.
[3] K. Marx, F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol yay. 2004 s:62.
[4] K. Marx, Grundrisse, Birikim yay. 1979, S:398
[5] K. Marx, Grundrisse, Birikim yay. 1979, S:492
[6] K. Marx, Grundrisse, Birikim yay. 1979, S:399
 
[7] K. Marx, 1844 Elyazmaları, Sol Yay, 1993, s:162
bottom of page