Tanrısal aşkınlıktan yeryüzüne yönelimin başlangıcı Rönesans, emeğin yaratıcı ve tayin edici güçlerinin olumlanmasını temel alan bir yaklaşımla politikayı bir eyleme, yepyeni başlangıçlar yapabilme olanağı olarak düşünebilmeyi özgürleştirmişti. Politika artık ne Antik Yunan'daki gibi ayrıcalıklı bir kesimin erdemi, ne de Ortaçağda olduğu gibi tanrısal egemenliğin bu dünyadaki hükümeti olarak görülüyordu. Rönesans'la ortaya çıkan insani maddi güçler, teolojik bir dünya tasarımının ötesinde, insanın eylemleri üstünde eyleyen bir güç olarak her türlü "aşkınlık" fikrini büyüsünden arındırmaya başarmıştı. Rönesans'ın en önemli figürlerinden Makyavel'le başlatılabilecek "politik kuruculuk" fikri, aşkınlığın karşısında politikliğin insanın eylemine içkin bir yaratıcılık ve kuruculuk olarak olumlanmasını ifade ediyordu. Modernizmin ister "birey" isterse "devlet" merkezci (karşıt gibi görünen bu iki kalkış noktası diyalektik bir bağla aynı sonuca varmaktadır) yaklaşımının, politikliği yeniden aşkınlaştırma girişimleri karşısında, politikayı içkin kuruculuk olarak savunan, Makyavel'den Spinoza'ya ve Marx'a uzanan alternatif bir çizginin izi sürülebilir.[1] Politik kuruculuğa atfettiği önem dolayısıyla bizce Lenin de bu çizginin bir uğrağı olarak okunup konuşturulmayı beklemektedir.
Politik Olanın Otonomisi
Rönesans'la birlikte açığa çıkan emeğin yeni yaratıcı güçleri, tanrısal egemenlikle disiplin altına alınan çatışma alanlarını özgürleştirirken bu alanları düzenleyerek denetleyebilecek yeni bir egemenlik biçimi arayışını da beraberinde getirmişti. Devlet, Rönesans'ın yarattığı altüst oluşa karşılık dünyevi bir egemenlik biçimi olarak yeniden keşfedilecekti. Teolojik temelinden arındırılmış egemenlik, toplumsal ilişkilerin maddiliğinde kendine yeni bir temel bulmakla karşı karşıyaydı. İster Hobbes'ta olduğu gibi insanın "kötü" doğasına isterse Rousseau'da olduğu gibi insanın "iyi" doğasına dayandırılsın, birlikte yaşam için toplumsal bir sözleşmenin gerekliliği, egemenliğin dünyevi temeli haline geldi. Toplumsal sözleşmenin insanlar arasında ya da insanlar ve egemen arasında yapılması, egemenliğin aşkın doğasına dokunmazken sadece bu aşkınlığın kuruluş biçiminde bir fark oluşturuyordu. Her durumda, egemenliğin aşkınlığı, politik birliğin oluşumuna Hobbes'taki gibi zoraki ya da Rousseau'daki gibi gönüllü bir rızayla katılanların kendi kaderlerini tayin hakkını bir egemene devretmesini ve egemenin egemen olma hakkının da geri döndürülemezliğini dayatıyordu. Başka bir deyişle, egemenin egemen olma hakkının mutlaklığını tescil eden toplumsal sözleşme, yaşam üzerinde ortak bir karara ve yeni bir başlangıca işaret eden politik kuruculuk anının her şekilde egemene tahsis edilmesini öngörüyordu. Egemenliğin kalıcılığının, politik kuruculuğun zorun çeşitli biçimleri yoluyla tekelleştirilmesinden başka güvencesi olamazdı:
"Makyavel'in de dediği gibi 'bir birey emretmeye muktedir ise, emredilen şeyin sürekliliği, tek bir bireyin omuzlarında kalmasıyla değil, ancak 'çok'un ilgisine mazhar olması ve bu çokla birlikte korunmasıyla mümkündür'. Politik bir biçim ancak 'çok'un onu desteklemekle görevlendirilmesiyle ayakta kalabilir. Bu destek ise, 'çok'un radikal biçimde yeni olan bir şeye başlangıç yapabilme, sürdürmeleri beklenen ilk başlangıçtan ve temelden kopabilme olanağından a priori olarak yoksun bırakılmasıyla mümkündür."[2]
Sermayenin ulusal sınırlar içinde merkezileşmesi ve yoğunlaşması ile birlikte nihai biçimini ulus devlette bulan modern egemenliğin, politik olanın otonomisine yaptığı vurgu, siyasal birliğe katılanları egemenlikten sürekli dışlayan ve yoksunlaştıran, kuruluşundaki bu disiplinci ilkeyle birlikte düşünülmelidir. Modern egemenlikte politik kuruculuk, çokluğun yaratıcı ve kurucu eylemi olmaktan çıkarak egemenin egemen olma, tayin edici karar verme hakkının sabitliğiyle sınırlanmıştır. Politik olana atfedilen otonomi, modern egemenlik işleyişinde egemenin egemen olma hakkının önceliği ve dokunulmazlığından öte bir anlam taşımamaktadır. Modern egemenlik, egemenin politikliği tekelleştirmesi ile kalıcılığı için etkin ve yaygın bir toplumsal desteğe ihtiyaç duyması arasındaki gerilimle şekillenmiştir. Nitekim sermayenin modern egemenliğe verdiği yönle birlikte dışarıya karşı "ulusal egemenlik", içeride ise "halkın egemenliği" üzerine oturtulan burjuva siyasal demokrasisi, bu gerilime bulunmuş daha etkin ancak geçici bir çözümdür. Emeğin ulus ve halk olarak olumlanması, sermayenin modern egemenlik biçimi olarak ulus devletin dokunulmazlığının içerideki ve dışarıdaki temeli haline gelmesine hizmet etmiştir. Emek uluslaştırılarak ulusal sınırlar içinde disiplin altına alınmış ve halklaştırma yoluyla, kurulu egemenliğin, geri döndürülemezliği baki olmak üzere, yeniden üretimine temsili olarak katılımla görevlendirilmiştir. Tersten söyleyecek olursak, içerisi-dışarısı ayrımına dayalı uluslaştırma ile politik alan-toplumsal alan ayrımına dayalı halklaştırma yoluyla emek, sermayenin egemenliğinin vesayeti altına alınmıştır. Emeğin ulus ve halk olarak olumlanması, sermayenin emek üzerindeki egemenliğinin dokunulmazlığının olumlanmasıdır.
Kriz Ve Politik Kuruculuk
Politik olanın otonomisi, belirlemenin ve tayin etmenin politikliğini düşünmeye elverse de modern egemenlikte, emeğin politiklikten dışlanarak egemenin eylemini bir şekilde onaylama ve böylelikle kalıcılığını yeniden üretmeyle görevlendirilmesine hizmet etmiştir. Bu açıdan politik olanın otonomisi, insanların eylemleri üstünde eyleyen bir aşkınlık olarak egemenliğin daha önce hiç görülmediği kadar etkin bir mistikleştirmesidir. Egemenliğin politikliği tekelleştirerek sınırlandıran aşkın özüne hiç dokunmadıkları düşünüldüğünde, bu otonominin zor ve baskı ya da demokratik temsil yoluyla güvence altına alınması, aynı egemenlik işleyişinin farklı devlet biçimleri altında tezahür etmesi olarak görülebilir. Nitekim Marksizm içinde devlete ilişkin "göreli özerklik" ya da "araçsalcılık" üzerinden yapılan çözümlemeler, politik olanın otonomisini baştan kabul ederek devlet biçiminin eleştirisinin ötesine geçememiştir. Egemenliğin gelişimi ile sermayenin gelişimini birbirinden bağımsızlaştırarak okuyan "göreli özerklik" kuramı, devletin sınıfsal özünün çözümlenmesinin önünü kesmiştir. Politik olanın otonomisinin başka bir ifadesi olarak göreli özerklik, modern egemenlik işleyişinin tanımlayıcı niteliğinden ziyade değişmez bir temel olarak kabul edildiğinden, politik alan ile toplumsal alan arasındaki ayrım olduğu gibi korunmuştur. Bu boşluğu doldurmak üzere alternatif olarak gündeme getirilen "araçsalcı" yaklaşımlar ise devleti herhangi bir sermaye grubunun hükümetine indirgeyerek devletin sınıfsallığını ancak dışsal bir şekilde formüle edebilmiştir. Her iki yaklaşım da devletin sınıfsal öznellikleri kuran ve yeniden üreten bir ilişki olarak eleştirisini öteleyerek, ele geçirilebilecek ve dönüştürülebilecek "otonom" bir alan olarak devlet tahayyülünü güçlendirmiş ve devletin sınıflar mücadelesinin doğrudan hedefi haline getirilebilmesine çok az katkı sunabilmiştir.
Politik olanın otonomisinin ön kabulüyle okunan Lenin de, bugüne kadar devrimci düşünce içinde, devleti ele geçirme ve onun dönüştürücü gücünden faydalanma stratejisi bağlamında konuşturulmuştur. Tersten bu okumayı temel alarak geliştirilen eleştiriler ise Lenin'in düşüncesindeki politik kuruculuğu önemsizleştirmeye ve daha kötüsü devrimci politik kuruculuktan kaçışa varmıştır. Ekim Devrimi'nin kapitalizmin tedrici dönüşümü ve devletin kuruculuğunu savunan Alman Marksizmi'ne karşı bir devrim olduğu, tarihin ereksel okumasına karşı politikliğin belirleyiciliğinin olumlanması olduğu unutulmamalıdır. Lenin’de devrimci kriz, tarihsel evrime değil politik kuruculuğa bağlanmıştır. Elbette Ekim Devrimi'nin sonraki seyri, Alman Marksizmi'nin hegemonyasının devrimci düşünce içinde yarattığı tahribatı tersten bir şekilde de olsa sınırlarına götürmüştür. Alman Marksizmi'nin politikliği tarihsel evrime tabi kılan ve toplumsal dönüşüm tamamlanmadan politik bir devrimin karşılığının olmadığını savunan pozisyonu terse çevrilmiş, toplumsal devrim politik devrimden sonra devletin kurucu ve dönüştürücü gücüne teslim edilmiştir. Öncelik ister toplumsal isterse politik devrime tanınsın, devrim kuramında toplumsal devrim ve politik devrim momentlerinin ayrıştırılması, politik olanın otonomisinin olumlanarak sermayenin aşkın egemenlik işleyişinin modern devlet biçimi altında yeniden üretilmesine götürmüştür. Politik olanın otonomisi, sermayenin emek üzerindeki tahakkümünün kurucu bir niteliği olarak sorgulanmamış ve bu niteliğin cisimleşmiş biçimi olarak devletin, emeğin kendini olumlamasının politikliği üzerinden bir eleştirisi yapılamamıştır. Oysa devrimcilik politik bir kuruculuk ve bunun sürekliliği ise, devrim ile –politikliği tekelleştirerek dokunulmaz kılan- devlet başından itibaren antagonist kavramlardır. Bugün devrimci bir kriz yaratabilecek politiklik üzerine düşünebilmek, bu antagonizma üzerine yeniden düşünmeyi zorunlu kılmaktadır.
Politik Olanın Otonomisinden Emeğin Otonomisine
Sermayenin emeği ulus devlet egemenlik işleyişi ile tahakküm altına aldığı süreçte, politik olanın otonomisinin olumlanması üzerinden geliştirilen karşı stratejiler, bu egemenlik işleyişini yeniden üretmenin ötesine geçemedi ve ister uzlaşmacı isterse devrimci bir karşıtlık olarak egemenliğin kendini reforme etmesinin dinamiklerine dönüştüler. Bugün ise sermayenin egemenlik işleyişindeki niteliksel dönüşüm karşısında, politik olanın otonomisinde ısrar eden yaklaşımlar, emeğin karşıdan politik kuruculuğunun üretimine artık hiçbir katkı sunamıyor. Bugünkü egemenlik işleyişinin niteliksel farklılaşmasına ilişkin şu ya da bu düzeyde bir farkındalığın mevcut olduğu artık görmezden gelinemez. Ancak bizim açımızdan asıl sorun, egemenlik işleyişinin krizlerini emeğin politik kuruculuğunun bakış açısından konuşturulabilmesi sorunudur. Lenin’i güncel bir değer olarak karşımıza yeniden çıkartan günümüzün bu somut ihtiyacıdır.
Dünya piyasasının işleyişindeki niteliksel farklılaşmayla birlikte "egemenliğin" ulusal karakterinin altının oyuluşu ve ulusal sınırlar içindeki temsil mekanizmalarının etkisizleşmesi karşısında, politikanın ciddi bir kriz içinde olduğu ve bir değer olarak politikanın yeniden canlandırılması gerektiğine yapılan vurgular, bu farkındalığın bir göstergesi olarak alınmalıdır. Ancak bu farkındalık, politikliği modern egemenliğin içinden düşünmenin sınırları yüzünden yine bir tıkanmaya neden olmaktadır. Ulusal egemenliğin ve siyasal demokrasinin güçten düşmesi karşısında, ulusal egemenliğin savunusu ya da demokrasinin radikalleştirilmesi dışında bir alternatif üretilememektedir. Kapitalizmin modern döneminde egemenlik işleyişi, dışarıya karşı ulusal bağımsızlık, içeride ise siyasal demokrasi yoluyla politikanın "otonom" bir alan olarak kuruluşuna dayanıyordu. Dolayısıyla sermayenin dünya piyasasının işleyişine uygun yeni küresel egemenlik biçimiyle birlikte kaybolan ya da etkiliğini yitiren politika değil, politik olanın otonomisidir.[3] Yok olan egemenlik değil egemenliğin tarihsel bir biçimidir. Artık ulusal sınırlar içindeki bütün siyasi, ekonomik ve toplumsal süreçler üzerinde egemen bir ulus devletten söz edilemeyeceği gibi bu egemenliğe -politik alan ve toplumsal alan arasındaki ayrıma dayalı olmak koşuluyla- demokratik bir biçim veren parlamentarizm de işletilememektedir. Modern egemenlikte ulus devlette tekelleşen askeri, hukuki ve ekonomik karar hakkı, ulusüstü ve ulusaltı düzeylere taşınarak yeni bir güçler hiyerarşisinin oluşumunu dayatmaktadır. Bu hiyerarşinin kuruluşunda, devletlerin toprak temeli ve sınırları korunmakla birlikte bulundukları "yerelde" küresel sermayenin çıkarlarını koruyan hükümetlere dönüşmeleri beklenmektedir. Politik olanın otonomisi, dışarıda siyasi bir zor olarak devletin meşruluk temeli ve sürekliliğinin güvencesi olmaktan çıkmıştır. Devletlerin ayakta kalabilmesi küresel egemenliğin hiyerarşisindeki yerlerine uygun pozisyon almalarıyla mümkündür. Buna direnenler, küresel egemenliğin askeri ve polisiye operasyonlarıyla disiplin altına alınmaktadır. İçeride ise parlamentarizmin kitleleri "temsili katılım" yoluyla özneleştiren niteliğini büyük oranda yitirmesiyle birlikte demokrasi sürekli açık vermektedir. Artık nüfus, siyasete temsil yoluyla katılan vatandaşlar olarak değil, kendi sorununu kendi çözebilmeye muktedir yarışmacı piyasa aktörleri olmak üzere "görevlendirilmektedir". Sermayenin egemenlik ilişkilerinin yeniden üretimi artık bir parlamentoya ihtiyaç duymamaktadır, bütün toplumsal alanlarda yarışmacı bir piyasanın kuruluşu ve bu piyasaya doğrudan katılımın teşviki yeterlidir. Emeği nesneleştirerek özneleştiren modern egemenliğin “ulus” ve halk” söylemi yerini, küresel egemenliğin özneleştirerek nesneleştiren “piyasa” söylemine bırakmaktadır. Bu nedenle devlet artık yalnızca kurumsal görünümler ya da hegemonya üzerinden işleyen dışsal ve otonom bir biçim olarak görülemez. Kapitalizmin egemenlik işleyişindeki niteliksel dönüşümle birlikte devlet, toplumsal ilişkilerin üretimi ve yeniden üretimine içsel olarak kurulmaktadır. Sermayenin egemenliğinin üretimi doğrudan hayatın üretimine dönüşmüştür. Egemenliğin küreselleşmesinin devleti ortadan kaldırmaması gibi, politik olanın otonomisinin ortadan kalkması da politikliği ortadan kaldırmamaktadır. Tersine emek ve sermaye arasındaki antagonizmanın bütün toplumsal ilişkilerde derinleşmesiyle birlikte politikliğin uzamı, bütün toplumsal ilişki alanlarına yaygınlaşmıştır. Emek ve sermaye arasındaki mücadele artık doğrudan hayat üzerine mücadeledir.
Bu koşullar altında ne emeğin politikliği aşkın bir egemenlik alanının ele geçirilmesiyle sınırlandırılabilir ne de devletin tarihsel bir evrimle sönümlenmesi beklenebilir. Devletin demokratikleşmesi üzerinden politik olanın otonomisini geri talep eden ya da devleti ele geçirmek üzerinden politik olanın otonomisini yeniden olumlayan yaklaşımlar sermayenin egemenliğini ters kutuplardan yeniden üretmenin ötesine geçemeyecektir. Emeğin politik paradigmasında politik devrim-toplumsal devrim ikiliği ortadan kaldırılmalıdır. Emek ve sermaye arasındaki mücadele, artık sermayenin kendi egemenlik işleyişinin sınırları içinde belirlemiş olduğu aşkınlık alanında değil, hayatı üreten ve yeniden üreten bütün toplumsal ilişki alanlarında verilmelidir. Zapatistalar’ın “oyun sahasını kendimiz belirlemeliyiz” sözünden bir zor aygıtı olarak devletin varlığına kayıtsızlık değil, emeğin hayatı üretme ve yeniden üretme gücüne içkin bir politikliğin kuruluşu anlaşılmalıdır. Sermayenin emeğin yaratıcı ve üretken gücüne el koymaktan başka bir gücü yoktur. Sermayenin gücü egemen olmaktır, askerdir, polistir, devlettir. Sermaye karşısında emeğin gücü ise hayatı üretme ve yeniden üretmedeki otonomisidir. Söz konusu olan hayata karşı hayat mücadelesiyse, emeğin sermaye karşısındaki yıkıcılığının gücü, hayatı kuruculuğundaki içkinliğindir. Emeğin toplumsallığına içkin politikliği ile sermayenin aşkın egemenliği doğrudan antagonisttir. Politik kuruculuk, sermayenin aşkın egemenliği ile emeğin otonomisi arasındaki bu çatışmayı özgürleştirebilmektir.
20. yüzyılın politik teorisinde "otonomi" egemenliğin aşkın politikliğinin olumlanmasına hizmet etti. 21. yüzyılda "otonomi" emeğin hayatı üretme ve yeniden üretme gücünün içkin politikliği olarak anılacak.
Yazar: Sinem Özer
[1] A. Negri, İmparatorluktaki Hareketler, Otonom Yayıncılık, 2005, s. 209[2] M. Vatter, Althusser and Machiavelli: Politics after the Critique of Marx, multitudes.samizdat.net/article.php3?id_article=1257[3] A. Negri, İmparatorluk, Ayrıntı Yayınları, 2001, s. 319