top of page

*Otonomist Marksizm ya da Farklı Bir Tarih Okuması Denemesi

  • Yazarın fotoğrafı: otonomdergi
    otonomdergi
  • 16 Kas 2004
  • 14 dakikada okunur
“Preguntando caminamos, yürürken soralım. Evet, ama biz öfkeyle yürür, tutkuyla sorarız.”
 
Biz görünür olanı parçalamak, görünür olmayanı görünür kılmak ve oracıkta hakkından gelmek için yola çıktık. Görünür olan karşımızda, tüm öfkemizle onun varlığını içimizde var etme çabasını izliyoruz. Görünür olan iktidardır. Yok edeceğiz. Görünür olmayan ise gönüllü kulluktur, görünür olanı yaratan ve onu kutsayan. Bedenlerimizin en ücra köşelerine kadar sinmiş olan gönüllü kulluk varlığımızı gerçekleştirmemiz önünde en büyük engeldir. Yaratıcılığın kendini var etmesi ve böylelikle yok etmesi önündeki engel. Acı içimizde kökleşmiş, kanıksanmış ve hapsedilmiştir. Acımızı bilincimize çıkaracağız, bedenimize dayatacağız. Tek çıkışımız acının hissedilmesidir. Ancak onu hissettiğimizde onu yaratanı, böylelikle acıyı ortadan kaldıracağız. Önümüzde duran, bedenimizin içinden geçtiği ve içinde var olduğu ve onu var ettiği iktidar, gönüllü kulluğun öz suyundan beslenir. Onun ortaya çıkması en büyük tehlikedir iktidar için. O yüzden kendini bedenimize açar ve bizi “iktidar” yapar: Şeylerin iktidarı. Yani şeylerin kulu. Varoluşumuzu şeylere tabi kılar. Ve biz kendi iktidarı yeniden üretişimizde kendimizden, acımızdan kaçarız. Çektiğimiz acı yaratıcılığın acısıdır. Kaçış noktamız iktidarın kokmaz, görünmez, duyulmaz, karanlık (renksiz) ve dokunulmaz bedenidir. Her yerdir. Yani aynı zamanda görünmez olandır da. İktidar yaratılmış tanrıdır. Yaratıcılığın, korkularının esiri olan insanoğlundan kaçarak kendini var edebildiği tek yer. Biz kendi yetersizliğimizde aşmanın değil aşkının peşindeyiz. Aşkın olan iktidardır, tanrıdır, devlettir, mülkiyettir, sermayedir, akıldır. Ve biz kendi ölçülemezliğimizi, yaratıcılığın ölçülemezliğini, tutkunun ölçülemezliğini yakalayamadığımızda ve onun iktidarı olamadığımızda aşkının kollarında huzur içinde uyuruz. Aşkın bizi bizim için tanımlar. Onun işidir bu. Tanımlamanın kabulü tanımlamaya tabiyeti içerir. Tanımlamanın tahakkümünü. Ve biz ancak tanımlamalar içinde algılar ve anlarız. Tanım dışı olan “boştur”, haricidir. Oysa hareket ve yaratım tanımdan tanım dışına kaçıştır. Doludan, varolandan boşa, “hiçliğe”. Oluştur bu, özgürlük.
İnsanlık tarihi, yaratımın tahakküm altına alınışının, alınmaya çalışılışının tarihidir. Yaratım her tahakküm altına alınışa baş kaldırarak cevap verir. Tahakkümden, tahakküm ediciden, iktidardan kaçar, kaçmaya çalışır. Çünkü tahakküm sınırdır, belirlenimdir, kimliktir, kesinliktir, ölçülebilirliktir. Yaratıcılık ise sınırsızın, kimlik-sizliğin, ölçülemezliğin, özgürlüğün peşindedir. Ancak bu kaçış tek taraflı değildir. İktidar, tahakküm eden, tahakküm edilenin varlığına gereksinir. Çünkü ancak onun varlığında tahakküm ilişkisi söz konusu olabilir. Ancak bu tahakküm edenin edilene tabiyeti tahakkümün, yaratıcılığın bir uğrağı olan iktidarın, özgürlüğünü tahakküm edilenin varlığına hasretmesidir. İktidar bağımlıdır. İşte bu noktada kaçışın öteki tarafı gün yüzüne çıkar. İktidar, tahakküm eden, kendini var edene bağımlılıktan, onun tahakkümünden kaçmak ister. Gergin bir süreçtir bu, özellikle de iktidar için. Çünkü kaçmaya çalıştığı şey onun varlık koşuludur, ittiğini çeker de, kapsamaya, o olmaya çalışır. Savaşımdır ortada olan, her bir bedende gerçekleşen; her şeyin “babası” savaş. İktidar “orda” olan, bizim dışımızda değildir. İktidar bedenimizdir, bedenimdir, ben olmayan bedenim. Ben, bedenim bir ilişkidir. Dolayısıyla iktidar, sermaye, devlet.
İktidar yaratıcıdır. Ama iktidarın yaratımı çoğunlukla olumsuzdur. Ölçülemez olana ölçü koyar, tanımlar ve hareketini belirler. Olumlu olduğu yer kendini reddedip yeniden ama başka bir aşkınlıkta var ettiği süreksizlik, yani kriz anlarıdır. Bu uğrakta iktidar kendini kurar. Tanrıyı reddeder ve sermayeyi olumlar. Angaryayı ve toprağa bağımlılığı reddeder ve emeği olumlar. Ancak bir kere sermayenin ve emeğin (ücretli emek olarak) kurulması olmuş bitmiş ve tanımlanmış olduğu anlamına gelmez. Süreç içerisinde, çatışkının zorunluluklarından sermaye yeniden ve yeniden kendini dolayısıyla emeği kurar. Bu bitimsiz kurulum sürecinin yol açtığı iki şey vardır. Birincisi insanın yaratıcılığının ve bunu kavrama potansiyelinin gelişimi. İkincisi, iktidarın buna uygun olarak kendi iktidarını, yani kendi varoluşunu devam ettirmenin güvencesi olarak tahakküm ilişkisini farklı bir formda ve insanın her bir süreçte ortaya çıkan yaratıcılığına ve potansiyeline uygun bir şekilde yeni tekniklerle kurması. Bu yeni tekniklerin oluşturulması süreci iktidarın iktidar olma deneyiminin birikimini yansıtır. Bu deneyim aynı zamanda tahakküm edilenin tahakküm ilişkisinden çıkma ve özgürleşme mücadelesinin deneyimini kapsar.
Öznenin, insanın üç belirleyeni: Yaratıcılık, gönüllü kulluk ve iktidar. Yaratıcılık sadece emek değildir. Emeğin tasarlanmasıdır da. Olmayanın kurgulanması, dolayısıyla olasılık alanıdır. Ancak olasılık alanı tarihselin içinden çıkar. Olası olan tarihin içine doğmuştur. Bu yetersizlikle, tarihselin yarattığı koşullarla sınırlı olmak anlamına gelir. Yetersizlik yaratıcılığın varoluşsal sorunudur, kendine güvensizliktir. Bu noktada kendini aşamayan yaratıcılığın kendinden kaçışını gözleriz. Aşkın olanın peşinden gidişi. Bu kaçış öznede gönüllü kulluğun ortaya çıkışının zeminidir, (varoluşsal) güven arayışının zemini. Ama aynı zamanda kendini dışlaştırarak sonsuz yaratıcının peşinde aşkını yaratışının da zeminidir. Aşkın olan iktidarın.
İktidar kendini yaratıcılığın gerçekleştiği üretim alanında kurar ve var eder. İktidar her bir “aşkınlık” sürecinde yeni bir çelişkiyle var olur. Bu çelişki onun o süreçteki varoluşudur. Kapitalizmde iktidar, kendini emek ve sermaye çelişkisi üzerinden var kılar, yani iktidar emek ve sermaye çatışkısı üzerinden şekillenir.
 
Olan ile Olması İstenen
 
Nerden başlamalı? Bu noktada en önemli soru mutlu bir yaşamın nasıl olanaklı olduğudur. Ancak bu, mutlu bir yaşamın ne olduğunun tarifi olmadan yapılamaz. Mutlu yaşam, ya da daha mutlu bir yaşam nedir? Nasıl olanaklıdır? Bu soruyu sorduğumuz andan itibaren kendimizi politik olanın kollarında buluruz ve sorular birbiri ardı sıra sökün eder. Bu soru en başta olan ile olması gereken arasında bir farklılığı imler. Olması gereken her zaman için düşünülendir. Bu noktada ütopya olarak imlenebilir. Ve ön koşul olanın olması gerekene göre kötü olduğudur. Bu bir değer sorunudur. Ve burada birinin iyi veya olması gereken ve diğerinin, kötü, yani olan olduğunu imleyen kriter nedir. Bu kritere düşün tarihinde çeşitli varoluş koşullarından yola çıkılarak oluşturulmuş çeşitli kriterler üzerinden cevap verilmiştir. Bizim burada dikkate alacağımız cevap silsilesi aslolarak tarihin materyalist okuması üzerinden insanın özgürlüğünü merkezine alan yaklaşımlar olacaktır.
 
Tarihin nesnel yasaları
 
Sermaye üzerinden açımlanan tahakküm ilişkisi ve bundan kurtuluş teorisi mesihçi bir anlayış üzerine oturur. Bu mesihçi anlayış ya tarihin nesnel ilerleyişini ya öncü olarak örgüt veya parti formunu ya da konjonktürel ve kendi duruş noktasını nesnellik olarak ele alan bir yerden hareketle tanımlı kendinde sınıfı peygamber olarak kutsar. Mesihçi anlayışın temel çıkış noktası kapitalizmin nesnel doğrusal yasalarıdır. Bu anlayışa göre sınıf merkezli her sistem, özneden bağımsız bu nesnel yasalara göre kuruluşu itibarı ile devrimci, yani ilerici bir vasfa sahiptir. Bu yüklem üzerinden kurulan sistem, ne ki, gün geçtikçe, bu ilerici vasfını kaybeder ve toplumsal olanın ilerleyişine bir engel olarak karşımıza çıkar. Yani, bir sistemin ilerici olup olmadığını belirleyen şey o sistem içersinde varolan üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki “ilişkiye” bağlıdır. Bu tanımdan hareketle, eğer bir sistem içersindeki üretim ilişkileri üretici güçlerin önünü açıyorsa o sistem ilerici, eğer üretici güçlerin önünü kapatıyorsa gericidir. Ve bu gerici aşamada o sistem can çekişmektedir. Marksizm’deki mevcut hakim görüş açısından teori, tümüyle tarihin bu nesnel yasaları ve onun bilgisi üzerine kurulmuştur.
Bu teorinin alt okumalarına girdiğimizde karşımıza modern dönemin, yani kapitalizmin üzerine oturduğu söylemin ana çekirdeğinin yeniden biçimlenişi çıkar: Kartezyen düalizmi. Akıl ve bedenin, ruh ve mekanik olanın (özel ile kamusalın, devlet ile sivil toplumun) bu ayrımı, Marksizm'deki mevcut hakim görüşün teorik açılımında, ekonomik olan -üretici güçlerin teknikle özdeşleştirilmesi- ile politik olanın ayrımı şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bu teori içinden konuşanların genelde Marx'ta bulunan bütüncülük iddiasını sahiplendiği gözlense de pratiğe dair önermelerinde kartezyen bakışı asıl olarak almaktadırlar. Üretici güçler yani ekonomik olan tümüyle üretim araçlarına, dolayısıyla teknolojiye indirgenmiştir ve böylelikle sınıflar karşısında nötr bir yapıya sahiptir. Tarihin ilerlemesi teknolojik ilerlemedir aslında. Üretim ilişkileri ise politik olanın alanına girer ve öznellik bu alana sıkıştırılır. Kapitalist sistem, aslında Marx'a göre dinamik bir sistem olarak adlandırılmasına ve “teknik” anlamda üretici güçlerin devamlı geliştirilmesi üzerinden kendini işletmesine rağmen, üretim ilişkileri bir noktadan sonra üretici güçlerin gelişimini engellemektedir. Bu noktada devrim sorunu ya da kapitalizmin ortadan kaldırılması diyelim, ya kendiliğindenci bir yaklaşımla, yani üretici güçlerin tamamıyla toplumsallaşması yoluyla ya da üretim ilişkilerinin gericileşmesi karşısında bu ilişkilere dışardan -saf öncünün önderliğinde- müdahale edilmesi yoluyla çözülür. Birinci yolda sistem içinde kalarak sistemin yönetsel araçlarının, devletin ele geçirilmesi -II. Enternasyonal reformizmi; parlamentarizm- söz konusuyken, ikinci yolda öznenin kendini sistem dışında kurarak politik devrim vasıtasıyla sistemin yönetsel aracını ele geçirmesi fikriyatı üzerinden hareket edilmektedir.
Pratik olarak tümüyle farklılaşan bu iki yaklaşımın, kapitalizmi çözümleme ve dönemlendirme noktasında belli ortaklıkları paylaştığı gözlemlenmektedir. Birincisi klasik alt yapı-üst yapı ayrımının ve buradan hareketle de kurumsallaşmış temsiliyet ilişkilerinin kabulü, sermayeye dışsal ya da ondan görece olarak özerk olan devletin egemen sınıfın sadece bir aracı olarak ele alınması, sermaye belirlenimli proletaryanın bilincinin yetersizliği ve bu noktada bilincin, “doğrunun”, dışardan taşınması, bunun sonucu olarak da toplumsal dönüşümün devlet erkinin, iktidarın ele geçirilmesi üzerinden kurulacağı tasavvuru. İkinci nokta ise kapitalizmin dönemlendirilmesinde 19 yy.'ın kapitalizmin rekabetçi dönemi olarak adlandırılmasıyla sermayenin üretim güçlerinin önünü açtığı ve böylelikle de ilerici bir vasfa sahip olduğu. Ancak bu yüzyılın sonlarında da üretici güçlerin kendinde gelişmesiyle, tekelleşerek emperyalist bir işleyişe oturduğu. Emperyalist dönemde de üretim ilişkilerinin, politik yapının, gericileştiği, bunun da kapitalizmin son dönemine işaret ettiği kabulü. Bir üçüncü nokta kapitalizmin karakterine ve kaçınılmaz olarak onu krize ve dolayısıyla çöküşe sokan nesnel özüne, belirleyenine ilişkindir. Kapitalizm, birbirine antagonist bir biçimde bağlı olan hem üretimin planlanmasını, ki bu üretici güçlerin geliştirilmesiyle ilişkili olan teknolojiyi imler, hem de ekonominin değer yasasıyla ilişkilendirilen kaotik bir işleyişi, ki bu da sistemin yıkıcı güçlerine işaret eder, yani birbirine indirgenemez bir ikiliği içerir. Bu noktada sorun, nicel zenginliğin birikimi üzerinden tanımlanan (kapitalist) üretim tarzının kendisinde değil, onun yıkıcı etkiler barındıran üretici güçlerin nicellik üzerine kurulu ilerleyişinin planlanmasına ket vuran kaotik yapıdadır. Bu noktada devrim sorunu, varolan tahakküm ilişkilerinin kaynağı olan üretim tarzının bir bütün olarak ortadan kaldırılması üzerine değil, kapitalizmin beceremediği bağlamda, varolan üretimin merkezi olarak planlanmasıyla yıkıcılığın “aşılmasına”, sosyalizme odaklanır: Kapitalist üretim tarzı kapitalizm adına üstlenilir.
Bu üç ön kabulün getirisi olarak, nesnel tarihsel yasalar açıklamasının göbeğine kriz teorisi oturur. Kriz sermayenin içsel çelişkilerinin derinleşmesiyle ortaya çıkar. Kriz, nesnellikte, kapitalizmin dönemlendirilmesiyle koşut olarak ya kar oranlarındaki düşme eğilimiyle - ki bu kapitalizmin her daim mutlak artı-değer üzerinden işlediğini varsayar-, ya aşırı üretimle ya da eksik tüketimle açıklanmaya çalışılır. Son iki nokta ise temelde üretim ve tüketim ilişkilerinin ayrılığı üzerine oturmuştur ve tercihe göre ya üretimi ya da tüketimi ön plana çıkarır. Kriz hali sermayenin yumuşak karnını oluşturur. Sermayenin krizden çıkışı talidir ve ancak var olan krizin ötelenmesiyle aşılabilir. Emperyalizm döneminde krizin özü aynı kalmakla birlikte sadece biçimsel farklılıklar söz konusu olmaktadır. Devrim ancak krizle mümkündür. Yani tarihin kendinde ilerleyişiyle. Tarihe içkin sonal amaçların kabulüne dayanan bu yaklaşım tümüyle teleolojiktir ve bu noktada tarih üstü amaçların ve evrenselliğin tanımlanmasıyla materyalist bir metafiziğin önünü açar. Bu noktada Marx'ın, “ekonominin” değil, politik ekonominin eleştirisini sınıfın devrimci mücadelesinin aracı olarak geri çağırmak gerekmektedir.
 
Tarihi Belirleyen Sınıf Mücadelesidir
 
Peki, tüm bu açıklamaların içinde sınıf mücadelesi nereye oturur? Klasik Marksist teoride işçi sınıfı (neredeyse) sermayenin değil de nesnel tarihsel yasaların tahakkümü altındadır: Sermayenin tarihsel yasası hem sermayenin hem de emeğin üzerinde işler. Sermayenin öznelliği (varoluşu) nesnellik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlayış kapitalist oluşumu öncelikli olarak ele almakta, işçi sınıfını ikinci plana itmektedir. Oysaki başlangıç noktası işçi sınıfının mücadelesidir (Tronti).
Kapitalizmin içkin antagonist çelişkisi bireysel sermayenin içinde değil, “sermayeye” içkin değildir. Sermayenin gelişimini sınırlayan kendisi değil proletaryanın direnişidir. Dolayısıyla antagonizma sermayenin yasalarında değil sermaye ve “emek” arasındaki ilişkidedir. Kapitalizmin kaotik yapısı despotik bir biçimde planlanan üretimden değil, sınıf savaşımından kaynaklanmaktadır.
Sınıf mücadelesi kapitalizmin gelişimini belirler. Yani sınıf mücadelesi sermayenin üretimi örgütlemesinde yeni teknikleri kullanmasını ve üretim araçlarındaki yenilenmeyi belirler. Proletaryanın sermayeye direnişi sermayenin canlı emekten ölü emeğe kaçışını tetikler. Böylelikle sınıf tahakkümünün yeni biçimlerini ortaya çıkarır. Bu, yeni sınıf bileşimlerinin ve dolayısıyla yeni mücadele biçimlerinin ortaya çıkmasının da zeminidir. Ve her tahakküm ilişkisi bir öncekine göre, geçmişin deneyimlerini hem sermaye hem de proletarya nezdinde barındırdığı için, daha yoğun bir biçimde kurulur. Sermaye kurduğu her yeni tahakküm ilişkisi içinde direnç noktalarını mas etmeye yönelir. Ancak tahakküm ilişkisinin doğası gereği bunda bir bütün olarak başarılı olamaz -canlı emeğe bağımlılığını ortadan kaldıramaz. Mücadelenin bu ilerleyişi tahakküm ilişkisinin üretildiği ve gerçekleştiği zaman-mekanın genişlemesiyle koşuttur. Bugün tüm toplumsal ilişki ağları tahakküm ilişkisinin, yani sermayenin kapsamındadır.
Kapitalizmin ortadan kaldırılabilirliği anlamında kriz, sınıf mücadelesinin bir sonucudur. Sistemin sahip olduğu antagonist çelişki kendisini doğrusal olarak krize taşımaz. Sistem içersindeki mevcut çelişki, sistemin ürettiği değer bazında örtük olarak varlığını sürdürür. Ve çelişkinin serimlenmesi, yani görünür hale gelmesi ancak mücadeleyle mümkündür. Bu çelişkinin açığa çıktığı biçimler minvalinde sınıf mücadelesi, sınıfın sınıf olmaya karşı, tahakküm ilişkilerine karşı yürüttüğü mücadele, bu çelişkinin aldığı biçimlerden yola çıkarak kurulur. Yani çelişkiyi açığa çıkartan, var eden ve aynı zamanda bu çelişkiden hareketle kurulan bir çatışkı halinden bahsetmekteyim: Çelişki ve çatışkı; yani çelişki, hareket ve varlık arasında bir öncellik tartışmasına girilemeyeceğinden. Çünkü, sermayenin varoluş koşulu olan çelişki bir önceki sınıf mücadelesinin, yani çatışkının bir sonucu olarak kurulmuştur.
Çatışkı, sermaye ve emek arasındaki ilişkinin mesafesini açar. Emek ne kadar kendi yaratıcılığını sınırlayan sermayeye direnir ve tahakküm ilişkisinden kaçmak isterse, sermaye de o kadar direnişin yaratmış olduğu sınırlardan, dolayısıyla iktidarının belirleniminden kaçmak ister. Bu kaçma çabası, ancak, gergin bir sürece yol açar: İktidar boşalımı, yani sermayenin yönetememe krizi. Bu noktada mücadele toplumun yeni bir kuruluşunun önünü açar. Ancak antagonist çelişkinin kriz boyutundaki varlığı çelişkinin kendiliğinden ortadan kalkması anlamına gelmez, bu antagonizmayı çözecek gücün, çelişkinin içinden olmakla beraber çelişkiye kendini dayatacak, böylelikle kendisini sistemin dışında kuracak bir şekilde varlığını gerektirir: irade-çatışkı. Yani, çelişkinin çözümü çatışkıyı gerektirir, ne ki her bir konjonktürel düzlemdeki çatışkının varlığı çelişkiyi illa ki çözer denemez. Çatışkı çelişkiyi, varlığını ortadan kaldırmadan, başka formlara taşıyabilir. Bu durum yeni bir öznelliğin, yani sermayenin toptan ortadan kaldırılıp yeni bir ilişkinin yaratılmasını sağlayabileceği gibi sermayenin kendini yeniden üretmesinin sürecine de evrilebilir. Burada sorun saf öznenin-öncünün kendinde iradesiyle değil, öznenin kendisini bu noktaya taşıyan (iradi) birikimle/deneyimle ilişkilidir.
Kapitalist dönemdeki iktidar işleyişinin en iyi becerdiği şey karşıtını kendi belirlediği ilişkinin içine çekip, sistem içinde konumlandırmasıdır. Bu ilişkinin üç biçimi vardır: Birincisi, kendine bütünüyle dönüştüremediğinde karşıtını indirgenemez bir marjinal olarak addedip onunla girdiği çatışmanın zaman-mekan içindeki biçimini kendine göre belirlemesi ve hatta bu ilişkiden yola çıkarak kendi “iç” ilişkilerini şekillendirip kendini meşrulaştırması. Bugün iktidar işleyişi “terörizm” kavramlaştırması, en azından bir noktaya kadar, bu minvalde ele alınabilir. İkincisi, kendi kurucu sürecine eklemleyerek bir koalisyon ortağı haline getirmesi. Üçüncüsü, iktidar sürecinin kurulumunun bizatihi bir üyesi haline getirip karşıtını iktidar yaparak tümüyle kendine dönüştürmesi.
Ücretli emek, yani iş biçimindeki emek ile sermayenin antagonist bir aradalığının aşılması ancak her ikisinin bir arada ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Varoluş koşullarının, yani kapitalist üretim tarzının değer (değişim değeri) üzerine kurulu oluşu burada devreye girer. Değer, varoluşun, kendinde cisimleştiği formudur. Değer varoluşsal çabayı tanımlar: Çaba -yaratıcılık- ancak değer ürettiği oranda, yani iş yaptığı, meta ürettiği, yani ücretli emek olduğu, yani kendi de meta olduğu ve böylelikle üretkenliği/verimliliği üzerinden sistem içinde konumlandırıldığı oranda varoluş koşullarının araçlarına, kendisiyle değer yoluyla soyut olarak eşitlenen metaya ulaşabilir.
Sınıf savaşı kapitalist üretim tarzı bağlamında ilerleme olgusundan yola çıkılarak değil bizatihi bu üretim tarzından kopuş üzerinden yürütüldüğünde devrimci bir zemine oturur. Dolayısıyla mevcut üretim tekniklerinin zeminini oluşturan kurulu rasyonelliğin yerine, sınıfın, yeni bir kuruculuğu oluşturacak bir zemin açması gerekmektedir: Varolan üretim tarzının, yani ücretli emeğin, işin reddi.
Burjuvazi devrimde kendini olumlar, proletarya ise kendini olumsuzlar, reddeder.
 
Otonomist Marksizme Dair
 
Nesnelliği nereye yerleştirmeli? Burada nesnel olanın yadsınması gibi bir durum söz konusu değildir. Ancak sorun nesnel olanın nereye oturtulacağı ile ilgilidir. Kapitalist işleyişte nesnellik, sermayenin öznelliği, yani tarihsel özgüllüğü ve bu öznellik bağlamında varolan sınıf mücadelesi üzerinden tanımlanabilir. Dolayısıyla nesnelliğin bilgisi, kendinde bir nesnel tarihin evrensel bilgisi değil, varolan öznellikten ve sınıf mücadelesinden geçerek kurulan öznenin bilgisidir. Bunun anlamı, bilginin kendinde evrensel bir mutlaklığının olmadığı ve onun sınıf mücadelesinin içinde kurulduğudur. Bilgi, olumlayıcı ya da olumsuzlayıcı anlamda, iktidar belirlenimli olması bağlamında nötr değildir.
Kapitalist işleyiş tarihsel olarak özgül bir konumlanışa haizdir. Tahakküm ilişkileri, ondan önce varolan sistemlerden farklı olarak, ekonomi “dışı” bir politik olandan değil, bizatihi ekonomik zor üzerinden, piyasanın zoru üzerinden kurulur. İktidarın kendisi bir dolayımdır. İnsanın yaratıcı etkinliğinin gerçekleşmesi sürecinde var olan bir dolayım, bir aracıdır. Bu dolayım, kapitalist işleyiş öncesinde insanın yaratım sürecine dışsal olarak kurulmaktaydı. Ancak sermayenin egemenliğinde dolayım, yaratıcı etkinliğin yaratıcılığını gerçekleştirdiği araçlarından, üretim araçlarından koparılması üzerinden kurulmaktadır. Yaratıcı etkinlik, üretim ve yeniden üretim, ancak bu araçlarla kendisine bütünlenir ve kendisini gerçekleştirebilir, yani kendi kendini belirleyebilir. Yaratıcı etkinliğin bu araçlara ulaşması ise ancak “piyasa” yoluyla mümkündür. Bunun anlamı insanın kendi varoluşunu gerçekleştirmesi için meta ilişkilerine girmesidir. Bunun koşulu ise yaratıcı etkinliğin metalaştırılmasıdır. Yani insanın kendisinin ve dolayısıyla tüm ilişkilerinin metalaştırılması, araçsallaştırılması. Üretim süreci; üretim, dağıtım, tüketim ve yeniden üretim döngüsünün bütününden oluşur. Bu süreç toplumsal ilişkiler ağının bütününü kapsar. Üretim ilişkileri üretici güçlerin içerisindedir. Dolayısıyla iktidar işleyişi piyasa ilişkileri içinde bulunanlara dışsal olarak değil, içsel olarak kurulur.
Sermaye, varlığını ve iktidarını sürdürmenin koşulu olarak, sadece kar değil daha çok kar, birikim değil daha çok birikim istemektedir. Bu, sermayenin, yani piyasanın zaman-mekanda kendi yayılımını, dolayısıyla tüm ilişkilere yayılımını gerektirmektedir. Ve aynı zamanda bireysel sermayelerinin kendi varlıklarını sürdürebilme bağlamında birbirleri arasında yok etme üzerine kurulu rekabetlerinin kaynağıdır. Bugün gelinen noktada kapitalist iktidar işleyişinin artık tüm toplumsal ilişkilerin bütününe yayıldığından ve artık her şeyin metalaştığından bahsedilebilir. Bunun anlamı artık her alanın doğrudan kapitalist üretim ilişkilerinin içinde olduğudur. Her bir alanın meta ilişkilerine çekilmesi her bir alanın kendi özgül dinamikleri üzerinden gerçekleşir. Metalaşmanın her bir alanın özgüllüğüyle birleşmesi, kapitalist işleyişin bu farklılıklar üzerinden kendini ifade ettiği anlamına gelir. Toplumsal üretim bu farklılıkların bütününe oturur.
Dolayısıyla anti-kapitalist bir mücadelenin toplumsal ilişkilerin bir noktasına, doğrudan üretime, vs., endekslenmesi ve diğer alanlarda yürütülecek mücadelenin, bir merkez tarifi üzerinden hiyerarşik bir dizgeye oturtularak, bu merkeze tabi olarak kurulması gibi bir yaklaşım kabul edilemez. Böyle bir anlayış mücadelelerin ve dolayısıyla öznelerin araçsallaşmasına yol açar. Bunun sonucu, bizatihi mücadelenin araçsallaşmasıdır. Bu, kapitalist işleyişin her şeyi şeyleştirmesinin, tüm ilişkileri araçsallaştırmasının ve soyut anlamda aynılaştırmasının tersten üretimidir. İktidarın bir şey olarak görülmesi mekansal bir odaklanmayı getirir: devlet.
Devlet bir şey, bir araç değil, toplumsal bir ilişkidir, ilişkinin bir biçimidir. Devlet kapitalist toplumsal ilişkilerin çatışmalı işleyişinin bir parçasıdır. Böylelikle devletin varlığı, bu ilişkilerin yeniden üretimine dayanır. Yani devlet, tek tek sermayelerin devleti değildir, o kapitalist devlettir. Kapitalizmin, yaratıcı etkinliği onun araçlarından ve yaratılandan ayırma işlevinin tam göbeğine oturur. Devlet toplumsal ilişki ağlarının meta haline getirilerek çitlenmesinin uygulayıcısı, meşrulaştırıcısı ve güvencesidir. Kendisini kuran toplumsal ilişkileri kurar da. Devlet toplumsal ilişkiler boyunca akar. Devletin ele geçirilmesi sorunu devletin işlevselci bir yerden algılanmasına oturur. Ve bu algılama, devrimci mücadeleyi devletin ele geçirilmesi üzerinden kurar. Böylelikle tahakküm ilişkilerinin yeniden üretiminin önünü açar. Bu noktada devrim sorunu devleti merkeze alarak değil, devletin ortadan kaldırılması üzerinden şekillendirilmelidir.
Devrim sorusu, tarihin nesnel yasalarından hareketle kurulamaz. Çatışkının her bir tarihsel süreçteki -zaman-mekan- varoluşu o sürecin içersinde şekillenir. Dolayısıyla her bir zaman-mekandaki devrim sorusunun cevabı, yani mücadelenin örgütlenme formları, tarzı, strateji ve taktikleri o zaman-mekanın içersinde cevaplanabilir -1848, Paris Komünü, Lenin ve Ekim Devrimi, İspanya 1936, Çin ve Küba Devrimleri, 68 ve Zapatistalar ve diğer pek çok devrimci kalkışma bu minvalde ele alınmalıdır. Dolayısıyla tek bir cevaptan, formülden yola çıkılamaz. Yoksa, böyle bir yaklaşımla, tarih üstü bir formu ve özneyi, tarihin ve sınıfın durağanlığını kabul etmiş oluruz. Bu, tözsel değişmezlik ilkesine işaret eder: Yani mücadele içersinde karşıtların birbirlerine dışsal olarak kurulduğuna, iktidar ilişkisinin bu noktada sabitlendiğine, mücadelenin karşılıklı bir kuruluma yol açmadığına ve sınıf mücadelesinin her bir süreçte kendini dönüştürerek yeni devrimci olanaklar yarattığının reddine. Tahakküm ilişkilerini ortadan kaldıracak her bir devrim için ortak olarak söylenebilecek tek kriter, kurtuluşun tahakküm altındakilerin kendi eseri olacağıdır.
Kurtarıcı olarak öncü merkezli yaklaşımlar, birilerinin adına birilerini devrimin öznesi addeder ki bu, bilgisi veya yetisi olanlar ve olmayanlar ayrımını, öncü ve kitle ayrımını getirir: Özne ve nesne ayrımını. Bu durum “nesnellik” olgusuyla birleştiğinde kurumsallaşmaya, mutlaklaşmaya gider. Modernist dönemin iktidar işleyişi olarak temsiliyet ve hiyerarşi, anti-simetrik bir biçimde yeniden kurulur ve kutsanır. Devrimin aşkın “aracı”, mücadele edenlerle onların kendilerini gerçekleştirmeleri arasında bir dolayım olarak karşımıza çıkar. Mücadele edenlerin varoluşlarını belirleyen bir yapıya dönüşen mücadele aracı, sermayenin her yeniden yapılanmasında kendini buna uygun bir şekilde yapılandıramadığında, hareketin içinde şekillenmediğinde, sistem için bir tehlike olmaktan çıkıp, sistem içi “muhalif” bir varlığa dönüşür, içinde bulunanlar için varlıklarını onun aracılığıyla korudukları ve meşru kıldıkları bir biçim alır. Bu haliyle o, artık kendinde bir amaçtır. Her bir bireyin kendi öznelliğini kurma süreci ortadan kalkar, ve aşkın bir öznellik olarak yapı, kendini yaşama dayatır. Farklı varoluşlar tek bir varoluşa indirgenir. Yaratıcı etkinlik ve oluş ortadan kalkar ve cemaat ilişkileri ortaya çıkar. Ritüeller ve kutsal tarihler baş gösterir. Artık kendinde bir ortak iyi, mutlak doğru ve soyut bir eşitliğin tabiyeti altında kendini adama, teslimiyet söz konusudur. Kolektivizmin, paylaşımın ve bunun zemini olarak kamusal alanın yitimi. Bunun yerini bir yedekleme ilişkisi olarak yükümlülüklerin alması ve sistem karşıtı eylemliliğin işe dönüşmesi söz konusu olur. Farklılaşan bir dışarısı ortaya çıkar. Kötü yüklemiyle tanımlı bu dışarısı yabancılardan oluşmuştur ve dışarısıyla kurulan ilişki araçsallaşmıştır. Bu durum, ilişkinin olumsal olarak ve tek taraflı kurulmasını getirir.
Kolektivizm eşit ve özgür bireylerin, yani kendi öznelliklerini kuran tekilliklerin bir aradalığı, ortaklığıdır. Bu ortaklığın üzerine kurulu olduğu zemin, olan ile olması gerekenin gergin birlikteliğidir. Bunun anlamı olması gerekenin olandan yola çıkılarak kurulması gerektiğidir. Bu, amaç ve araç birlikteliğini getirir. Yaratıcı etkinliğin yaratılanla ve yaratım süreciyle ilişkisi arasındaki her türlü dolayımın, temsiliyetin ortadan kaldırılması ancak bu şekilde sağlanabilir. Klasik terminolojiyle tekrarlarsak, ancak emeğin üretim araçlarından ve üretim sürecinden koparılması ve ürüne el konulması olgusunu ortadan kaldıran bir örgütlenme biçimi özgürleşmenin önünü açabilir.
Otonomi bir kendini özgürleştirme projesidir, başkalarını onların adına değil. İnsanlar, otonominin ulaşacağı hedefler ve kuracağı toplumla özgürleş-tiril-meyeceklerdir, otonomiyle özgürleşeceklerdir. Özgürleş-tir-me bir bahşetme ilişkisini ve bahşedecek bir iktidarı gereksinir. Otonomi, yaratıcı etkinliğin kendisini gerçekleştirmesinin bir dolayımı değil, zeminidir. Ve bu dolayımın kaldırılması bağlamında anti-kapitalisttir. Önüne kapitalist toplumsal ilişki ağlarının bütününün parçalanmasını koyar. Bu ancak bir örgütlenmeyle, kolektif tekilliklerin birlikteliğiyle mümkündür. Otonomi bir örgütlenmedir. İçinde bulunan tekillerin öznelliklerinin, farklılıkların mas edilmesini önleyen bir örgütlenme. Bu haliyle yatay bir ağ örgütlenmesine işaret eder. Ancak bu bireylerin olumsal birlikteliği değil, sınıf ve tahakküm ilişkilerini reddedenlerin birlikteliğidir. Dolayısıyla önüne sınıf savaşımını koyar. Otonomi yaklaşımı, her bir zaman-mekanın kendi özgüllüklerden yola çıkılarak, bu özgül koşullarda cisimleşen kapitalist işleyişin parçalanmasını hedefler. Dolayısıyla her bir alanda, o alanın kendi iktidarını hedefleyen öz örgütlenmeleri önüne koyar. Ancak, yerelliklerde yürütülecek mücadele, kapitalizmin küresel işleyişini hedef almadığında kısmi başarıların ötesine geçemez. Bu noktada kapitalizme karşı yürütülecek mücadelenin küresel boyuta sıçraması gerekmektedir. Bu otonom örgütlenmelerin küresel çapta bir ağ örgütlenmesine ve bu ağ üzerinden küresel eylemliliğe girmesini gerektirmektedir.
Otonominin, ancak, bir kez kurulmuş, olmuş bitmiş bir yapı olarak addedilmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Otonomi kendisini hareket içersinde tekrar ve tekrar kurar. Otonomi kurtarılmış bir ada değildir. Kendisini kuran bireylerin verili toplumsal koşullar tarafından şekillendirildiği, dolayısıyla iktidar ilişkilerini bedenlerinde taşıdığı ve sınıf savaşımının bizatihi her bir bedende başladığı, ancak bu savaşın kazanılmasının, her bir beden bir ilişki olduğundan, tüm toplumsal ilişkilerin dönüştürülmeden mümkün olamayacağı kabulü üzerinden hareket eder: Her bir öznenin kendi gündelik yaşamında ve bu gündelik yaşamın geçtiği mekanda mücadele başlar ve diğer öznelerle buluştuğu noktada küresel ilişkilerin tümüne yayılır.
Bu noktada bir geriye dönüş yaparsak, otonomist Marksizmin çıkış noktası nesnellik değil, öznelliktir. Buradan hareketle devrimci bir dönüşümün anahtarı olarak, tarihin motorunun sınıf mücadelesi olduğunu kabul eder. Toplumsal ilişkileri, sermayenin baskıcı iktidarı üzerinden betimlemek yerine, onları devrimci bir dönüşümün alanı olarak algılar. Nesnenin özneye kendisini dayatmasını reddeder ve tahakküm ilişkilerinden çıkışın ancak öznenin kendi mücadelesi ile olacağını kabul eder.
 
www.endpage.org'dan alınmıştır.
Şubat 2004
Kaynakça
 
Cleaver, Harry. Reading Capital Politically. University of Texas Press (1979).
 
Goldner, Loren. Production or Reproduction? www.endpage.org.
 
Holloway, John. Zapatista Mücadelesi Anti-Kapitalist Bir Mücadele mi? Conatus Çeviri Dergisi 1: Anti-Kapitalizm, 2004, İstanbul.
 
Ranieri, Panzieri. Surplus Value and Planning: Notes on the Reading “Kapital”. The Labour Process and Class Strategies içinde. CSE, 1976.
 
Tronti, Mario. Operai e Capitale, 1971, Turin.
 
bottom of page