*Küresel Bir Savaş Rejimi[i]
- otonomdergi
- 12 May 2024
- 8 dakikada okunur
"Kısacası, savaş rejimine karşı mücadele, mevcut savaşları durdurmanın yanı sıra daha geniş bir toplumsal dönüşümü başlatmayı amaç edinmelidir."

Yazar: Michael Hardt ve Sandro Mezzadra
Bütün dünyaya yayılan, dünya sisteminin merkezi düğüm noktalarında dahi sarsıntılara sebep olan bitmek bilmez bir savaş dönemine girmiş görünüyoruz. Mevcut çatışmaların her birinin soybilimi ve güttüğü çıkarlar farklı olsa da, bir adım geriye çekilip bütün bu çatışmaları daha geniş bir çerçeve içine yerleştirmeyi deneyebiliriz. Böyle bir çerçeve oluşturmak için, yönetişim ve askeri yönetimlerin kapitalist yapılarla iç içe geçtiği küresel bir savaş rejiminin belirmekte olduğu hipotezinden yola çıkıyoruz. Bu ayrı ayrı savaşların dinamiklerini anlamak, bu koşullara uygun bir direniş projesi oluşturabilmek için bu rejimin hatlarını ortaya çıkarmak gerektiğine inanıyoruz.
Küresel savaş retoriği ve pratikleri, 2000’li yılların başından bugüne büyük bir değişim geçirdi. O yıllarda, tanımı gereği çevreyle sınırlanmış olan askeri çatışmaları açıklarken, en başta “haydut devlet” ve “çökmüş devlet” gibi ideolojik kavramlara başvuruluyordu. Hâkim ulus devletler ve küresel kurumların başını çektiği, istikrarlı ve etkili bir uluslararası yönetişim sisteminin varlığı buna izin veriyordu. Oysa bugün bu sistem kriz içinde ve düzeni sağlamayı başaramıyor. Ukrayna ve Gazze’de yaşanan gibi silahlı çatışmalar, uluslararası sahnedeki en güçlü aktörlerin bazılarını içine çekerek, nükleer tırmanışın heyulasını geri çağırıyor. Dünya sistemleri yaklaşımı, bu tür altüst oluşları genellikle, yirminci yüzyılda Dünya Savaşlarıyla birlikte küresel hegemonyanın İngilizlerden ABD’ye geçmesi gibi, hegemonyadaki bir değişimin işaretleri olarak okur. Ne var ki bugün yaşanan karışıklıkta, iktidarın el değiştireceğinin hiçbir emaresi görülmüyor, ABD hegemonyasının gerileyişi krizin norm haline geldiği yeni bir dönemi açıyor sadece.
Bu dönemin niteliğini anlamak için, “savaş rejimi” kavramını önermek istiyoruz. Bu rejimi en başta ekonomik yaşamın militarizasyonunda, gitgide “ulusal güvenlik” ihtiyaçları doğrultusunda düzenlenmesinde görüyoruz. Kamu bütçelerinin daha da büyük bir kısmının silahlanmaya ayrılmasının yanında, ekonomik kalkınma da bir bütün olarak, Raúl Sanchez Cedillo’nun işaret ettiği gibi, askeri ve güvenlikçi bir mantığa göre şekillendiriliyor. Yapay zekâda kaydedilen olağanüstü gelişmelerin arkasında büyük oranda askeri çıkarlar ve savaş uygulamalarına dönük teknolojiler yatıyor. Lojistik devreler ve altyapılar da silahlı çatışmalara ve operasyonlara uygun hale getiriliyor. Ekonomik olan ile askeri olan arasındaki sınırlar daha da bulanıklaşıyor. Hatta kimi ekonomik sektörlerde bu ikisini birbirinden ayırt etmek artık imkânsız.
Bu savaş rejimi toplumsal sahanın militarizasyonunda da görülebiliyor. Bu bazen muhalefetin bastırılması ve (bir kriz karşısında) hükümet ya da liderin arkasında kenetlenme gibi açık bir biçim alabiliyor. Ama bazen de birçok toplumsal düzeyde otoriteye itaati pekiştirmeye dönük genel bir çaba biçimine bürünüyor. Militarizasyonun feminist eleştirileri, onun seferber ettiği toksik erkeklik biçimlerine değil yalnızca, askeri mantığın bütün toplumsal ilişkiler ve çatışmalar üzerindeki çarpıtıcı etkisine de uzun zaman önce dikkat çekmişti. Bolsonaro, Putin, Duterte gibi birçok sağcı kukla başkan, kendi militarist etoslarıyla toplumsal hiyerarşi savunuları arasında açık bir bağ kuruyorlar. Bu görünüşte böyle ifade edilmediğinde bile, militarizmle toplumsal baskıyı birleştiren tepkisel ve gerici bir politik repertuarın nasıl yaygınlaştığını görüyoruz: Irk ve toplumsal cinsiyet hiyerarşileri yeniden yürürlüğe konuyor, göçmenler saldırıya uğruyor ve dışlanıyor, kürtaja erişim ya yasaklanıyor ya sınırlandırılıyor, gey, lezbiyen ve trans hakları çökertiliyor, bütün bunlar olurken bir yandan da yaklaşmakta olan bir iç savaş tehdidinden dem vuruluyor.
Gelişmekte olan bu savaş rejimi, yakın dönemdeki hegemonik savaş seferberliklerinin sürekli başarısızlığa uğramasının görünüşteki paradoksunda da açık hale geliyor. ABD silahlı kuvvetleri, dünyanın en savurganca para harcanan, teknolojik olarak en ileri savaş gücü olmasına rağmen, en az elli yıldır, Vietnam’dan Afganistan’a ve Irak’a kadar, girdiği bütün savaşları kaybetmekten başka bir şey yapamıyor. Son Amerikan askerlerini de alıp, ardında harap olmuş bir coğrafya bırakarak havalanan askeri helikopter, bu başarısızlığın bir simgesidir. Peki ama bu denli güçlü bir savaş makinesi nasıl olup da sürekli başarısızlığa uğruyor? Bu sorunun en aşikâr yanıtlarından biri, bazıları hâlâ öyle olduğuna inansa da, ABD’nin emperyalist bir hegemonik güç olmaktan çıkmış olmasıdır. Bu başarısızlık dinamiği, bu tür çatışmaların sürmesine katkıda bulundukları kuşatıcı küresel iktidar yapısını da gözler önüne seriyor. Tam bu noktada, Foucault’nun hapishanenin öne sürülen amaçlarını yerine getirmekte sürekli başarısız olması üstüne söylediklerini hatırlayabiliriz. Amacı görünüşte suç davranışlarını düzeltmek ve dönüştürmek olan hapishane sistemi, kurulduğu günden beri aslında bunun tam tersini yapmıştır: Yeniden suç işleme eğilimini arttırmış, suçluları kabahatlilere dönüştürmüştür vs. “Belki de,” der Foucault, “problemi tersine çevirmeli ve hapishanenin başarısızlığının neye hizmet ettiğini sormalıyız … Hapishane kurumunun görünüşteki sinizminin altına saklanmış olanı bulup çıkarmalıyız belki de.” İşte belki biz de, Foucault gibi, problemi tersine çevirmeli ve savaş makinesinin başarısızlıklarının neye hizmet ettiğini, onun görünüşteki amaçlarının altında neyin gizlendiğini sormalıyız. Bunu yaparsak keşfedeceğimiz şey, askeri ve siyasi liderlerin kapalı kapılar ardında tasarladığı gizli bir plan olmayacaktır ama. Foucault’nun deyişiyle, bir yönetişim projesi olacaktır bu. Küçük büyük silahlı çatışmaların bu sonu gelmez silsilesi, farklı yerlerde farklı biçimlere bürünürken, hâkim ulus devletler, ulusüstü kurumlar, rekabet halindeki sermaye kesimleri de dahil, bazen birlik olan bazen çatışan güçlerin çok katmanlı yapısı tarafından yönlendirilen askerileştirilmiş bir yönetişim yapısını desteklemeye yarıyor.
Savaş ile sermaye devreleri arasındaki yakın ilişki elbette yeni bir şey değildir. Modern lojistiğin, kökleri sömürgeci çabalara ve Atlantik köle ticaretine uzanan askeri bir soybilimi vardır. Bununla birlikte, mevcut küresel konjonktürün ayırıcı özelliği, “jeopolitik” ile “jeo-ekonomi”nin gitgide üst üste binmesidir. Zira günümüzde değerlenme ve birikim alanlarının durmak bilmeyen inşası ve yeniden inşası, politik iktidarın dünyadaki dağılımına itirazlarla kesişmektedir.
Covid-19 pandemisinin yarattığı lojistik problemler, sonraki bir dizi askeri karışıklığın zeminini de hazırladı. Limanlarda çakılıp kalan konteyner manzaraları dünya ticaretinin dokularının nasıl sertleştiğini gösteriyordu. Şirketler bu krizle başa çıkmak için, hummalı bir uğraşla eski ticaret yollarını yeniden canlandırıyor ya da yenilerini oluşturuyordu. Bunu Ukrayna işgali ve işgalin sebep olduğu lojistik altüst oluşlar takip etti. Savaşın önemli zayiatlarından biri de Rusya’dan Almanya’ya petrol ve gaz akışı oldu. Özellikle de Baltık Denizi’ndeki Kuzey Akım boru hatlarının sabote edilmesinden sonra, Batı ekonomilerini Moskova’nın enerji kaynaklarından vazgeçirme stratejisinin bir parçası olarak, “nearshoring” ya da “friendshoring”[ii] bahsi yeniden açıldı. Savaş buğday, mısır ve yağlı tohum akışını da yavaşlattı. Avrupa’da enerji fiyatları fırladı; Afrika ve Latin Amerika’da temel gıda maddeleri kıtlığı başladı; Ukrayna’nın tarım ürünleri ihracatı üzerindeki kısıtlamaların kaldırılmasından sonra Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Ukrayna arasında gerilimler baş gösterdi. Almanya ekonomisi şu an bir durgunluk yaşıyor, diğer birçok AB üyesi ise enerji tedarikini yeniden düzenlemek zorunda kalıyor ve Kuzey Afrika ülkeleriyle anlaşmalar yapıyor. Rusya enerji ihracatını başta Çin ve Hindistan olmak üzere, doğuya kaydırıyor. Açılan yeni ticaret yolları -örneğin Gürcistan’dan üzerinden- kısmen de olsa Batı’nın yaptırımlarından kaçabilmesine izin veriyor. Lojistik sahaların bu şekilde yeniden düzenlenmesi, hiç şüphe yok ki, yaşanan çatışmanın temel konularından birini oluşturuyor.
Dayanılmaz katliam manzaralarının genellikle gölgesinde kalsa da, Gazze’de de lojistik ve altyapı düzenlemeleri önem taşıyor. ABD, Hindistan’dan başlayıp, Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Ürdün, İsrail ve Yunanistan üzerinden Avrupa’ya uzanan Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomik Koridoru’nun bölgedeki ekonomik nüfuzuna destek olacağını ve Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ni dengeleyecek bir karşı güç oluşturacağını ümit ediyordu. Ama bunun gerçekleşmesi, süregiden savaşın muhtemelen geri dönüşü olmayacak şekilde baltaladığı Arap-İsrail normalleşmesi projesine bağlıydı. Ayrıca Husilerin Kızıl Deniz’deki saldırıları büyük gemicilik şirketlerinin Süveyş Kanalı’ndan uzak durup, çok daha uzun ve daha maliyetli rotalara yönelmesine yol açtı. Şimdilerde ABD silahlı kuvvetleri, sözde yardımların ulaştırılmasını kolaylaştırmak için Gazze kıyısında bir liman inşa ediyor, Filistinli örgütler ise asıl amacın etnik temizliği kolaylaştırmak olduğunu öne sürüyor.
Dolayısıyla Ukrayna ve Gazze’de süren savaşlar, sermaye alanlarının dünya çapında yeniden inşasının da birer örneği. Dolaşımın temel alanları, bir savaş rejimi altında, ulus devletin etkin müdahalesi yoluyla yeniden şekillendiriliyor. Bu süreç politik mantıkla ekonomik mantığın birbirine karışmasını da beraberinde getiriyor. Güney Çin Denizi’nde tırmanan gerilimlerin ve AUKUS[iii] gibi askeri ittifakların Kapsamlı ve Aşamalı Pasifik Ötesi Ortaklık gibi ekonomik ağları etkilemekte olduğu “Hint-Pasifik” bölgesinde bu durum çok daha belirgin bir hal alıyor. Bu geçiş döneminde, herhangi bir çatışma ya da arz zincirinin herhangi bir şekilde kopması, şu ya da bu devletin ya da kapitalist aktörün işine yarayabilir. Ama bu, mekânsal parçalanmanın artışının ve öngörülemez coğrafyaların ortaya çıkışının sistemin bütününü sıkıntıya soktuğu gerçeğini değiştirmiyor.
Bu küresel savaş rejimine karşı çıkarken ateşkes ve silah ambargosu çağrıları çok önemli olsa da mevcut durum tutarlı bir enternasyonalist politikayı da gerektiriyor. İnsanların statükodan köklü bir şekilde uzaklaşabilecekleri, eşgüdümlü firar pratiklerine ihtiyacımız var. Biz bu satırları yazarken, bu projenin en açık belirtileri Filistin’le küresel dayanışma hareketinde görünür hale geliyor.
On dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda enternasyonalizm çoğunlukla ulusal projeler arasında bir dayanışma olarak düşünüldü. Güney Afrika’nın Uluslararası Adalet Mahkemesi’nde açtığı davada olduğu gibi, bu bakış bugün de geçerliğini yer yer koruyor. Fakat geçmişteki sömürgecilik karşıtı mücadelelerin temeli olarak iş gören ulusal kurtuluş anlayışı gitgide daha uzak bir ihtimale dönüşüyor. Filistin’in kendi kaderini tayin mücadelesi devam ederken, iki devletli çözüm ve egemen bir Filistin devleti gerçekçi bir ihtimal olmaktan gitgide çıkıyor. Öyleyse ulusal egemenliği bir gaye olarak benimsemeden bir kurtuluş projesini nasıl yeniden oluşturabiliriz? Bunun için, belli Marksist ve Pan-Afrikalı geleneklerden yararlanarak, enternasyonalizmi günümüz sermayesinin küresel devrelerine karşı koyabilecek ve ulusal olmayacak bir biçimde yenilemeye ve genişletmeye ihtiyacımız var.
Enternasyonalizm kozmopolitanizm demek değildir; yani soyut bir evrenselcilik iddiası yerine maddi, belirli ve yerel bir zemin gerektirir. Bu, ulus devletin güçlerinin dışarıda bırakılması değil, bu güçlerin daha geniş bir bağlam içinde öne sürülmesi anlamına gelir. 2020’lere uygun bir direniş hareketi, yerel örgütlenmeler, kent örgütlenmeleri, ulusal yapılar ve bölgesel aktörler de dahil, bir dizi gücü içerecektir. Örneğin, Kürt özgürlük mücadeleleri ulusal sınırları aşarak, Türkiye, Suriye, İran ve Irak’taki toplumsal sınırlar üzerinde hareket ediyorlar. And dağlarındaki Yerli hareketleri de böyle bölünmeleri kesiyor. Latin Amerika ve ötesindeki feminist koalisyonlar ulusal olmayan bir enternasyonalizmin etkili bir modelini sunuyor.
Bir dizi kaçma eylemini belirten firar, savaşa direnişin öncelikli bir taktiği oldu her zaman. Sadece askerler değil, toplumun bütün üyeleri de kendilerini savaş projesinden çıkararak direniş gösterebilir. İsrail Savunma Kuvvetleri, Rus ordusu ya da ABD silahlı kuvvetlerindeki bir savaşçı için bu, pratiğe geçirmesi son derece zor olsa da, hâlâ anlamlı bir politik eylemdir. Pozisyonları farklı olmasına rağmen, aynı şeyi Ukraynalı askerler için de söyleyebiliriz. Oysa Gazze Şeridi’ne hapsedilmiş olanlar için böyle bir eylem seçenekler dahilinde bile değildir. İşte bu yüzden mevcut savaş rejiminden firarı, geleneksel biçimlerinden farklı bir şekilde düşünebilmeliyiz. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu rejim ulusal sınırların ve yapıların ötesine uzanıyor. AB’de birileri çıkıp ulusal hükümetine ve onun aşırı milliyetçi tutumlarına itiraz edebilir, ama aynı anda bu ticaret blokunun ulusüstü yapılarına karşı da mücadele etmesi ve bir bütün olarak Avrupa’nın dahi bu savaşlarda egemen bir aktör olmadığını görmesi gerekir. ABD’de askeri karar alma yapıları ve savaş güçleri de ulusal sınırların ötesine taşıyor, ulusal olan olmayan aktörlerin geniş bir ağını içeriyor.
Bu denli çeşitlilik içeren bir yapıdan nasıl firar edilebilir? Yerel ve bireysel eylemlerin etkisi son derece sınırlı kalacaktır. Etkili bir praksisin koşullarından biri, uluslararası devrelerde örgütlenmiş kolektif bir ret olmak zorundadır. ABD’nin Irak’ı işgaline karşı 15 Şubat 2003’te dünyanın birçok şehrinde yaşanan kitlesel protestolar, savaş makinesinin nasıl da ulusüstü bir yapılanması olduğunu doğru bir şekilde ortaya koymuş ve savaş karşıtı yeni bir enternasyonalist aktörün olanağını dile getirmişti. Saldırıyı durdurmayı başaramamış olsalar bile, gelecekteki kitlesel geri çekiliş hareketlerinin bir öncüsünü yaratmışlardı. Şimdi bundan yirmi yıl sonra, Gazze’deki katliama karşı –dünyanın birçok yerinde sokaklarda ve üniversite kampüslerinde- gelişen hareketler “küresel bir Filistin”in oluşumunu haber veriyor.
Böyle özgürleştirici bir enternasyonalist politikanın önündeki en büyük engellerden biri, politika sahasını iki karşıt kampa indirgeyip, düşmanımızın düşmanının dostumuz olması gerektiğini öne süren ideolojik bir yaklaşım olan “kampçılık”tır. Filistin davasını savunanların bazıları, İran ve bölgedeki müttefikleri dahil, İsrail işgaline karşı çıkan her aktörü övgüyle karşılayacak, hiç olmadı eleştirmekten imtina edecektir. Gazze’deki nüfusun açlıktan ölmenin eşiğine geldiği, korkunç bir şiddete maruz bırakıldığı mevcut konjonktürde bu son derece anlaşılır bir itki olsa da, kampçılığın ikici jeopolitik mantığı en sonunda, özgürleşmeyi baltalayan baskıcı güçlerle özdeşleşmeye varacaktır. Enternasyonalist bir proje, İran ve müttefiklerini desteklemek yerine, retorikte bile olsa, Filistin’le dayanışma mücadelelerini İslam Cumhuriyeti’ne meydan okuyan “kadın, yaşam, özgürlük” hareketleri gibi mücadelelere bağlamalıdır. Kısacası, savaş rejimine karşı mücadele, mevcut savaşları durdurmanın yanı sıra daha geniş bir toplumsal dönüşümü başlatmayı amaç edinmelidir.
Yerel ve bölgesel özgürleşme projeleri yan yana mücadele etmenin araçlarını buldukça, enternasyonalizm aşağıdan gelecektir. Ama enternasyonalizm, bunun tersi bir süreci de içerir. Enternasyonalizm çeşitli bağlamlarda tanınabilecek, yansımasını bulabilecek, geliştirilebilecek bir özgürleşme dili de yaratmalıdır; deyim yerindeyse, farklı bağlamları ve öznellikleri bir araya getirebilecek sürekli bir tercüme makinesine dönüşmelidir. Yeni enternasyonalizm ne küresel bir homojenliği varsaymalı ne de bunu arzulamalıdır, bunun yerine birbirinden köklü bir şekilde farklı yerel ve bölgesel tecrübeleri ve yapıları birleştirebilmelidir. Küresel sistemin çatlaklarını, sermaye birikiminin stratejik alanlarının nasıl akamete uğradığını, jeopolitiğin jeoekonomiyle nasıl iç içe geçtiğini ve bütün bunların savaş rejiminin öncelikli yönetişim biçimi olarak ortaya çıkışına nasıl zemin hazırladığını düşünürsek, bu rejimden firar projesinin de dünyayı yeniden inşa etmeye dönük bir enternasyonalizmden aşağı kalmayacak bir stratejiyi gerektirdiği muhakkaktır.
* Yazarların notu: Bu yazıdaki birçok fikri, yayına hazırlanmakta olan The Rest and the West: Capital and Power in a Multipolar World kitabının yazarı (Sandro Mezzadra’yla birlikte) Brett Neilson’a borçluyuz.
[i] Yazı, 9 Mayıs 2024 tarihinde New Left Review dergisinin internet sitesinde yayımlanmıştır.
[ii] Tedarik zincirlerinin “coğrafi ya da kültürel olarak yakın olunan” ve “dost” ülkelerle sınırlandırılması – ç.n.
[iii] Avustralya, Birleşik Krallık ve ABD’nin 2021 yılında oluşturdukları üçlü güvenlik ortaklığı – ç.n.
Çev. Sinem Özer