top of page

*Otonomi Antagonizmadır

  • Yazarın fotoğrafı: otonomdergi
    otonomdergi
  • 15 Haz 2021
  • 10 dakikada okunur
“Biz de kapitalist gelişmeyi birincil ve işçileri ikincil konuma koyan bir kavramla çalıştık. Bu bir hatadır. Şimdi sorunu ters çevirmeliyiz... ve tekrar baştan başlamalıyız: Başlangıç işçi sınıfının sınıf mücadelesidir.” (Tronti, Lenin in England, 1964)

Marksizmin Marx’tan sonraki gelişimini belirleyen en önemli uğraklardan biri olan Ekim Devrimi, 1848 devrimleri ve Paris Komünü’nden sonra emeğin birleşik bir antagonist güç olarak yeniden ortaya çıkışı açısından bir milattı. 1848 yenilgisini tarihsel toplumsal koşulların yeterince olgunlaşmamasına bağlayan Marx’tan kalan miras, sermayenin toplumsal gücünün sınırının emeğin politik gücünün de sınırı olduğuydu. Sermayenin toplumsal gücünün sınırlarına varılmadan bir devrim asla gerçekleşemezdi. Oysa Rusya gibi özgül bir üretim tarzı olarak kapitalizmin henüz tam olarak gelişmemiş olduğu bir ülkede gerçekleşen devrim, emeğin politik gücünü sermayenin toplumsal gücünün gelişimine bağlayan bu yaklaşımı geçersiz kılmıştı. Bu yönüyle Ekim Devrimi, emeğin politik zekâsının birikiminde bir kırılma uğrağıydı. Emek, sermayenin tarihsel evriminden bağımsız olarak, sermayeyi yıkıcı bir güce dönüşebilirdi. Devrimci bir krizin olanağı, hâlihazırdaki tarihsel toplumsal ilişkilerin krizine içkindi. Ulusal sermayelerin dünya pazarı üzerindeki rekabetinin ulus devletler arası açık çatışmalara dönüştüğü emperyalizm, sermayenin politik kriziydi. Emek bu krizi, politiklikle toplumsal bir krize dönüştürebilirdi. Gelişmiş kapitalist ülkelerde emperyalist savaşın iç savaşa çevrilmesi, kapitalist gelişmenin tahakküm altına almak için yarıştığı ülkelerde ise emperyalizme karşı ulusal bağımsızlık savaşı; taktiksel bir bakış açısının ötesinde, emeğin sermayeye isyanını toplumsal bir karşı güce dönüştürebilmesini olanaklı gören bu stratejik bakış açısının ürünüydü. Sermayeler arası rekabetin yol açtığı politik kriz toplumsal bir krize dönüştürülebildiği oranda, emek sermayenin gelişimine bağlı nesnel toplumsal gücüne oransız öznel bir politik güce dönüşebilirdi. Emeğin toplumsal gücü politikliğine öncel ve ondan bağımsız değildi. Emeğin toplumsal gücünü kuran politikliğiydi.
Kriz teorisi bağlamında, emeğin politikleşmesini, sermayenin tarihsel toplumsal koşullarının evrimi yerine güç ilişkilerinin yapılanışına bağlayan bu bakış açısı, sermayenin krizlerinin emeğin politik bakış açısından değerlendirilmesi üzerinde temellendirilmişti. Emeğin politikliğinde sermayenin krizinin anlamı, sermayenin çelişkili işleyişinin sürdürülemez bir boyuta varacağı, gelmesi beklenen bir tarihsel uğrak olmadığı gibi, emek ve sermaye arasındaki antagonizmadan bağımsız, sermayenin kendi içindeki politik krizi de değildi. Her iki bakıştan da farklı olarak, devrimci krizin olanağı, sermayenin kendi içindeki krizinde değil, emeğin içinde bulunduğu toplumsal güç ilişkilerine içkin bir politik güce dönüşümündeydi. Lenin’de politikliğin anlamı, emeğin sermayenin yıkıcı gücü olarak kuruluşuydu. Emperyalizm teorisi, sermayenin değil emeğin politik bakış açısından bir politik kriz teorisiydi. Sermayenin, emeğin sermayenin tahakkümüne direnişinden bağımsız bir yönetim krizi olamazdı. Nitekim ulusal sermayelerin birbirini tasfiye etme yarışı, aynı zamanda sermayenin emeği tahakküm altına alma yarışıydı. Ulusal sermayelerin politik nüfuz alanları açısından paylaşılmış olan dünyanın yeniden paylaşımı, aynı zamanda bu coğrafyalardaki henüz sermayeleşmemiş emek biçimlerinin ücretli emeğe dönüştürülerek tahakküm altına alınması için verilen bir savaştı. Bu açıdan, Lenin’in meta ihracına değil sermaye ihracına dayalı bir egemenlik biçimi olarak emperyalizm kavramı, sermayeler arası rekabetin ve bu rekabetin doğurduğu savaşların, sermayenin emeği tahakküm altına alması temelinde okunmasında yol açıcı bir kavramsallaştırmadır. Emperyalizmin henüz bir dış olgu olduğu ülkeler açısından ihraç edilen sadece üretici güç olarak sermaye değil, bir politik tahakküm ilişkisi olarak sermayedir. Sermayenin bu ülkelerdeki krizi, emeğin politik tahakküm altına alınmaya isyanıdır. Sermayenin emeğin ücretli olarak tahakküm altına almasının tamamlanmasıyla birlikte emperyalizmin bir iç olgu olduğu gelişmiş kapitalist ülkelerde ise, sermayenin krizi emeğin ücretli emek tahakkümüne anti-kapitalist isyanıdır. Bu açıdan Lenin’in gelişmiş kapitalist ülkelerde iç savaş, kapitalist gelişmeye içerilmeye çalışılan ülkelerde ulusal bağımsızlık savaşı stratejisi, sermayenin emeği tahakküm altına alma krizinin emeğin politik bakış açısından derinleştirilmesinin küresel stratejisidir. Emeğin bakış açısından, önemli olan ulusal sermayelerin birbirlerini yok etme savaşında taraf olmak değil, bir tahakküm ilişkisi olarak sermayenin ortadan kaldırılmasıdır. Ekim Devrimi’nden sonraki tarihsel gelişimin etkisi altında sonradan birbirinden apayrı değerlendirilen bu iki stratejinin ortak tözü, emeğin maddi güç ilişkilerine içkin politikliğidir. Söz konusu olan koşulların olgunlaşmasına tabi bir politiklik olmadığı gibi, tarihsel toplumsal güç ilişkilerine aşkın bir politik iradecilik de değildir. Emeğin politikliğinin belirlenimi, emek ve sermaye arasındaki antagonizmaya niteliğini veren maddi güç ilişkileridir.
Ekim Devrimi, sermayenin krizinin emeğin yıkıcı gücü üzerinden politik olarak okunmasının önünü açarak, Marx’ta kapitalist gelişmenin evrimine kapatılan kriz teorisini devrimci öznelliğin kuruluş teorisine dönüştürmüştü. Emeğin politikliğini merkeze alan bu dönüşüm görülmedi. Emperyalistler arası savaşta kendi ulus devletlerinin yanında yer alan Avrupalı sosyalistler, Ekim Devrimi’ni yalnız bıraktı. Sermayeler arası savaşın tarafı haline gelerek, emeğin ulusal sınırlar içinde ücretli emek olarak tahakküm altına alınmasının iktidar işleyişini devam ettirdiler. Ekim Devrimi ise, emeği toplumsal sermayenin yaratılmasına tabi kılarak devletleşti. Kapitalistler politik egemenlikten dışlandı, ama emek ücretli emek altında sınıflaştırıldı, bir toplumsal ilişki olarak sermaye derinleştirildi. Her iki durumda da emek ücretli emek altında sermayenin üretiminin ve yeniden üretiminin öznesi haline geldi. Kapitalist gelişmenin motoru ücretli emek altında, emek kendi politikliğine ve toplumsallığına yabancılaştı. Emeğin kendine yabancılaşması aynı zamanda emeğin politikliğinin krizi anlamına geliyordu. Emeğin kendi bedenini kemiren bu kriz, emeğin politikliğinin kuruluşunun ihtiyaçlarına bağlı olarak yeni soruları ve arayışları da beraberinde getirecekti.

Emeğin Politikliğinin Krizi
Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde emperyalist ülkeler arasındaki egemenlik hiyerarşisinin yeniden düzenlenişiyle birlikte, sermayenin önünde duran en yakıcı sorun Ekim Devrimi’nin ivmelendirdiği sınıflar mücadelesini denetim altına alabilmekti. Sermaye açısından devrim, emeğin antagonist gücünün bir patlaması, emeğin kapitalist gelişmeye ancak yeniden içerilmesiyle çözüm bulunabilecek bir krizdi. Sermayenin emek üzerindeki tahakkümünün kırılganlığının görülmesiyle birlikte, kârlılıktaki düşüşü engellemek amacıyla sermaye 1920’li yıllarda devasa bir kredi genişlemesine yöneldi. Ancak üretkenlik düzeyinin artmakla beraber kredi genişlemesinin gerisinde kalması sonucunda 1929 Bunalımı baş gösterdi. Artık tek başına mülksüzleştirme, emeğin ücretli emek biçimi altında üretim sürecine tabi kılınması için yeterli değildi. Emek süreci üzerindeki denetimini yeniden etkinleştirebilmek ve yükselmekte olan sanayi sendikacılığının, ücretlerin artırılması yönündeki artan baskısını içerebilmek için sermayenin emek gücünü tanıyarak sistemle yeniden bütünleştirmesi gerekecekti. [1] Emeğin kullanım değerlerini, emek gücünün yeniden üretiminin ötesinde genişletme arzusu ve buna bağlı olarak ücretlerin artırılması yönündeki baskısı, kapitalist gelişmenin bir dinamiği haline getirilebilirse, bu kriz reforme edilerek içerilebilirdi. Ücretli emeğin temsilcisi olarak sendikaların gücünün tanınması, bunun için atılan en etkin adımlardan biriydi. Sermaye ve emek gücü arasında oluşturulan müzakere alanıyla birlikte, kapitalist üretim sürecinin tahakkümüne direnişinde emeğin özörgütleri olarak ortaya çıkan sendikalar, üretim sürecinin devamlılığının kurumsal güvenceleri haline geldiler. Sermayenin, emeği ücretli emek olarak üretim sürecine içermesinde kurumsal aracılar olarak işlev gördüler. Ücretlerin artırılmasına olur veren sermaye ise, artan sömürü maliyetini karşılayabilmek için üretim sürecindeki makineleşmeyi ve böylelikle emek gücünü emebilme kapasitesini artırma yoluna gitti. Kârlılığın korunabilmesinin tek yolu üretkenlik düzeyinin makineleşme yoluyla artırılmasıydı. Yüksek ücret istiyorsa, emek üretkenlik düzeyinin artırılmasında görev almalıydı. Ücretlerin üretkenlik düzeyine bu şekilde bağlı kılınmasıyla yoluyla, sermayenin emek üzerindeki tahakkümü, emeğin ücretli emek biçimi altında sermayenin gelişimine gönüllü katılımına dönüştü. Üretim ilişkilerinin üretkenliğe bağlı bir ücret politikasıyla yeniden düzenlenmesi sayesinde, kapitalist gelişmenin yıkıcı gücü emek, onun motoru haline getirildi. Ekim Devrimi’nden sonra ortaya çıkan Sovyet gelişme modelinin hegemonyası altındaki Avrupa’daki komünist partiler, üretici güçlerin gelişimini ve kapitalizmi birbirine karşıt olarak gördükleri için emeğin ücretli emek biçimi altında üretim sürecinde tahakküm altına alınmasını eleştirmek bir yana bunu destekleyen bir pozisyon aldılar. Teknolojik gelişmeyi ve üretkenliğin artışının motor gücü olarak ücretli emeği olumlarken, kapitalizmi üretici güçlerin gelişimi önünde bir engel olarak eleştirdiler. Ücretli emeğin siyasi bir güce dönüşebilmesi ve üretim sürecindeki etkinliğini sermaye aleyhine artırabilmesi için parlamento ya da hükümette yer alma yarışına girdiler. Sendikalar gibi komünist partiler de emeğin yıkıcılığının örgütlü güçlerinden, ücretli emeğin kapitalist üretim süreci üzerindeki denetimini ve masadaki pazarlık gücünü artırmaya çabalayan siyasi temsilcilere dönüştüler.
Sendikalar ve partilerin emeğin ücretli emek biçimi altında sınıflaştırılmasının özneleri haline gelmesiyle birlikte, emeğin politikliğini sermayenin gelişimine kapatan kriz teorisine geri dönüldü. Üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişiminin önünde engel haline geleceği tarihsel uğrak için zamana yatıldı. Bu uğrağa kadar emeğin politikliği; üretim sürecindeki etkililiğini artırmak için ücret, bu etkililiği siyasal olarak güvence altına almak için ise devletin demokratikleştirilmesi mücadelesine oturtuldu. Sermayenin krizi politik değil tarihsel olarak kuruldu. Emek halihazırdaki toplumsal güç ilişkilerine içkin antagonist bir güç yerine, gelişimi sermayenin toplumsal gücünün yaygınlaşmasına bağlı tarihsel bir politik güç olarak özneleştirildi. Emeğin öznelliğinin antagonist üretimi, üretim sürecinin ve burjuva demokrasisinin disiplini altına alındı. Bu açıdan özellikle savaş sonrası yıllarda sermaye, üretimini ve yeniden üretimini genişleyerek sürdürdü. Sermayenin, Ekim Devrimi ve 1929 Bunalımı’ndan çıkarak krizi yönetebilir hale gelmesindeki temel etken, emeğin politik öznelliğinin içine düştüğü bu krizdi. Emeğin ücretli emek biçimi altında, sermayeyi yıkıcı gücüne yabancılaşması, sermayeyi yeniden üretti. Emeğin öznelliğinin antagonist üretimindeki tıkanıklık, emek güçlerinin iç mücadelesini de beraberinde getirdi. Bu kriz kendini en somut olarak, emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılmaya direnerek, kendini temsil eden sendika ve partilerden yabancılaşmasında gösterecekti. 68 sürecinde genelleşerek zirvesine çıkacak bu eğilim, savaş sonrasında hızlı bir ekonomik büyümeye ve sınıf mücadelesinin sendika ve parti biçimlerine karşıt olarak keskinleşmesine tanıklık eden İtalya’da, Marksizm içinde özgül bir eğilim olarak İtalyan Otonomist Marksizminin ortaya çıkışıyla muştulanacaktı.

Emeğin Antagonist Gücünün Yeniden Keşfi
1950’lerin sonlarına doğru, İtalyan Komünist Partisi’nden kopan genç bir çevrenin doğrudan fabrikalarda yürüttüğü çalışmalar ve dergi faaliyetleriyle başlayan bir akım olarak İtalyan Otonomist Marksizmine ilk ilham veren, emeğin mücadelelerinin yeniden ivmelenirken sendikalar ve geleneksel solun partilerinden artarak yabancılaşmasıydı. Emek fabrikada ücretlerin üretkenlikten bağımsızlaşması için bastırırken, sendikalar emeği, ücretli emek ve sermaye arasındaki pazarlığın şartları içinde disiplin etmeye çalışıyordu. Emeğin arzuları ve ihtiyaçları ile sendika temsiliyeti ve disiplini doğrudan çatışma halindeydi. Bu yabancılaşmanın çözümlenmesi, emeğin politikliğine ilişkin perspektifin radikal dönüşümünün kurucu temellerini de sunacaktı. Bu yabancılaşma, aynı zamanda emeğin antagonist öznelliğinin yeniden kuruluşu ve bunun sancılarının ifadesiydi. Ücretli emeğin kapitalizmi üreten ve yeniden üreten öznelliğine karşıt olarak emeğin yeni arzular ve ihtiyaçlar temelinde gelişmekte olan antagonist öznelliğinin araştırmasına girişen Otonomist Marksizm, Lenin’den sonra politik kriz teorisinin emeğin politikliğinin bakış açısından adeta bir güncellenmesiydi. Nitekim Lenin’in emeğin antagonist öznelliğinin kuruluşunu, evrimci bir tarihsellik içinden değil politik olarak okuması, İtalyan Otonomist Marksistlerin kapitalist gelişme ve sınıf mücadelesi arasındaki bağı politik olarak kavrayışında yeniden ortaya çıkacaktı. İlk saldırı, emeğin ücretli emek olarak özneleşmesini olumlayan üretici güçleri geliştirme ereğine yönelecek, emeğin özgürleşmesinin olanakları kapitalist gelişmenin düzeyinde değil, kapitalist gelişme ile emeğin politikliği arasındaki çatışmada aranacaktı.
Bu perspektif kurucu temelini, kapitalizmin krizini üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişiminin önünde engel haline geleceği doğal bir süreç olarak okuyan Marksizmlerden radikal şekilde farklılaşan politik bir Marx okumasında buluyordu. Marx’ın politik ekonomi eleştirisinin politik okumasında, üretici güçlerin nesnel gelişimi yerini sınıf mücadelesine bırakıyordu. Savaş sonrası yeniden yapılanma döneminde İtalya, emeğin üretkenliğinin yoğunluğuna ve çalışma süresinin uzatılmasına bağlı olduğu mutlak artı değer üretiminden, emeğin üretkenliğinin verimliliğine bağlı olduğu nispi artı değer üretimine çok hızlı bir geçişe sahne olacaktı. Bu sahne, Otonomist Marksistlerin ilgisini, Marx’ın özgül kapitalist üretim biçiminin ortaya çıkışına dair Kapital’de yazdıklarına yöneltecekti.[2] Marx burada, İngiltere’de nispi artı değere geçişi tetikleyen dinamiğin, çalışma saatlerinin kısaltılması için verdiği mücadeleyle mutlak artı değer üretimini işlemez hale getiren işçi sınıfı olduğunu gösteriyordu. Buradan bakıldığında üretici güçlerin gelişimi, yansız bir bilimsel ve teknolojik ilerlemenin sonucu olarak değil, emeği üretim süreci içinde tahakküm altına alamayan sermayenin emeğin direnişini üretimin örgütlenmesindeki yenilikler yoluyla kırması ve emeği yeniden ve daha da genişleyen şekilde tahakküm altına alması olarak görünüyordu. Üretici güçlerin, sınıfsal güç ilişkilerinin yeniden yapılanmasının alanı olarak üretim ilişkilerinden bağımsız bir gelişimi olamazdı. Bu anlamda Marx’ta üretim sürecindeki canlı emek ve ölü emek arasındaki orana tekabül eden organik bileşimin kuruluşu doğrudan politikti. Sermayenin organik bileşimi, sınıf mücadelesinin verili düzeyindeki güç dengesini ifade eden bir sınıf bileşimiydi ve bu oranın sürekli yeniden düzenlenişi, emek ve sermaye arasındaki çatışmaya tabiydi. Sermayenin, emeği üretim sürecine içererek tahakkümü altına almaya başaramadığı her uğrak sınıf bileşiminin çözülmesi anlamına gelirken, sınıf bileşiminin yeniden kuruluşu emeğin üretim sürecinin tahakkümü altına yeniden alınabilmesine bağlıydı. Sınıf bileşiminin çözülüşü sermayenin krizi iken, sınıf bileşiminin yeniden kuruluşu bu krizin yeniden yönetilebilir düzeylere çekilmesiyle birlikte emek ve sermaye arasındaki antagonizmanın yeniden şekillenmesine yol açacak yeni maddi güç ilişkilerinin kuruluşu anlamına geliyordu. Bu yönüyle Marx’tan türetilen sınıf bileşimi kavramı, maddi güç ilişkilerinin niteliğine bağlı bir antagonizma anlayışıyla temellendirilmiş olmasıyla Lenin’in politik bakış açısının izini taşır. Üretici güçlerin gelişimini önceleyen sınıflar mücadelesinin anlamı, politikliğin kuruculuğunun yeniden olumlanmasıdır. Sınıf bileşiminde çözülme ve yeniden kuruluşu şekillendiren, emeği sürekli tahakküm altına almaya çalışan sermaye ile sürekli sermayeden kaçışı ve onun tahakkümüne isyanı örgütleyen emek arasındaki güç savaşıdır. Bu güç savaşı, kendi zorunlu koşulu olarak emeğe tabi olan sermayenin aşkın iktidarı ile kendini olumlaması için sermayeye ihtiyaç duymayan emeğin otonomisi arasındaki bir savaştır. Bu yönüyle sınıf bileşimi kavramının önemi, emeği ücretli emek biçimi altında sermaye içi ve ona bağımlı bir üretici gücün ötesinde, onun gelişimini sekteye uğratan ve bozan bağımsız bir antagonist olarak yeniden keşfetmesinde olduğu kadar sermayeyi bu gücü disiplin altına almaya çalışan bir iktidar ilişkisi ortaya çıkarmasındadır. Sınıf bileşimi, sadece emek ve sermaye arasındaki kurulu güç dengesinin nesnel çözümlenmesini değil, sermaye açısından dengelenmesi gereken güç ilişkilerini devindiren emeğin antagonist öznelliğinin araştırılmasını öngörür. Başlangıç noktası, kapitalist gelişme değil işçi sınıfının mücadelesidir. Sınıflar mücadelesini kuran tarih değil, tarihi kuran sınıflar mücadelesidir.
Emek ve sermaye arasındaki ilişkinin emeğin politikliğinin otonomisi üzerinden okunması, sermayenin üretiminin ve yeniden üretiminin bütün uğraklarının politik olarak çözümlenmesinin de önünü açar. Bakış açısındaki bu radikal dönüşüm, sermayenin sadece art zamanlı değil eş zamanlı bir bakış açısından da politik olarak eleştirisini mümkün kılar. Emeğin politikliğinin bakış açısından sermayenin nesnel bir tarihsel krizi yoktur. Sermaye sürekli krizdir. Sermayenin sürekli krizi, kendi genişleyerek üretimi için emeği sürekli boyunduruk altına alabilmenin krizidir. Sermayenin emek üzerindeki sürekli tahakkümü, değer yasasının işleyişinde dolaysız olarak verilidir. Bu yasanın önemi, ücretli emeği sermayeyi üreten güç olarak olumlayan bakış açısından olduğu gibi toplumsal artı değeri üretenin emek gücü olduğunu kanıtlaması değil, sermayenin zorunlu koşulu olarak emek gücüne tabi olduğunu göstermesidir:

“Emek değer teorisi ilk başta emek gücü, sonra sermaye demektir; sermayenin emek gücü tarafından koşullandığı, emek gücü tarafından harekete geçirildiği anlamına gelir… Emek, değerin ölçüsüdür; çünkü işçi sınıfı sermayenin koşuludur.”[3]

Artık, değer yasası, sadece sermayenin emeği sömürüsünün ölçüsünü veren bir nicelik yasası değil, sermayenin emek üzerindeki tahakkümünü işleten ve çalıştıran güç ilişkilerini veren bir iktidar işleyişidir. Sürekli kriz her zaman bu iktidar işleyişinde bir krizdir. Sermayenin bakış açısından kriz, emeği değer yasasının tahakkümü altına alarak kendi üretiminin ve yeniden üretiminin güvencesi olarak özneleştirememektir. Sermayenin krizi, emeğin otonomisidir. Emeğin bakış açısındansa kriz, değer yasası altında meta emek gücü olarak, ücretli emek olarak sermayeleşmektir. Emeğin kendi krizini aşarak politik olarak otonomlaşabilmesinin tek koşulu, kendisini sermayeyi üreten ve yeniden üreten bir dinamik olarak tanımasıdır. “[İşçi sınıfı] sermayeyi yıkmak için yalnızca kendisiyle mücadele etmek zorundadır. Siyasal bir güç olarak kendisinin farkına varmalı ve üretici güç olarak kendisini yadsımalıdır.”[4] Kriz politiktir. Emperyalizmin hâlâ bir dış olgu olduğu ve sermayenin emeği üretim sürecine içererek tahakküm altına alınmasının politik zora dayandığı koşullarda, emeğin otonomisi sermayenin politik zoruna isyanındaydı. Sınıf bileşiminde köklü bir değişikliğe karşılık gelen özgül bir kapitalist üretim tarzının yaygın gelişimiyle birlikte ise emeğin otonomisi emek gücüne karşı, değer yasasının dolayımıyla ücretli emek olarak sınıflaştırılmaya karşı isyandadır. Emek, sermayeyi yıkıcı bir güce dönüşebilmesinin olanaklarını sermayenin eleştirisinde değil, sermayeyi üreten ve yeniden üreten bir güç olarak ücretli emeğin eleştirisinde aramalıdır. Emeğin politikliği otonomisidir. Emek sermayeyi reddedebilmek için onu sermayeleştiren ücretli emek biçimini reddetmelidir.
Otonomist Marksizm, Ekim Devrimi’nden sonra küresel olarak krize giren emek hareketinin sorunlarının ve ihtiyaçlarının özgürleştirdiği bir icatçılıktı. Emeğin politikliğinin soy kütüğünde, emeğin antagonist öznelliğini yeniden olumlayan bir duruş noktasıydı. Bugün emeğin politikliğinin olumlanması, yine mücadelelerin özgürleştireceği yaratıcılığa ve icatçılığa ihtiyaç duyuyor. Emek ve sermaye arasındaki antagonizmaya niteliğini veren maddi güç ilişkilerini emeğin otonomisinin bakış açısından okuyan sınıf bileşimi kavramı güncelliğini hâlâ koruyor.

Yazar: Sinem Özer
[1] J. Holloway, Keynesçiliğin Yükselişi ve Düşüşü, J. Holloway ve W. Bonefeld (ed.), Küreselleşme Çağında Para ve Sınıf Mücadelesi içinde, Otonom Yayıncılık, 2007, s. 47 [2] S. Wright, Gökyüzünü Fethetmek: İtalyan Otonomist Marksizminde Sınıf Bileşimi ve Mücadelesi, Otonom Yayıncılık, 2008 [3] Mario Tronti’nin “Marx, Emek Gücü, İşçi Sınıfı” makalesinden aktaran S. Wright, a.g.y. [4] Tronti’den aktaran, S. Wright, a.g.y.
bottom of page