*Ortak Zenginliği Yaratmak ve Kapitalizmde Çatlaklar Yaratmak
otonomdergi
14 Kas 2023
19 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 9 Ara 2023
Çapraz bir okuma
Temmuz 2010
Sevgili John,
Kapitalizmde Çatlaklar Yaratmak’ın en sevdiğim yanlarından biri, İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek’te de olduğu gibi, kitabın argümanının isyanın soybilimini izliyor olması. Başka bir deyişle, insanların hissetmekte olduğu infial, öfke ve kızgınlıktan başlıyorsun, ama orada kalmıyorsun. Argümanın, isyanı hem yaratıcı pratiğe hem de teorik bir soruşturmaya götürüyor.
Bir yandan ret, özellikle de kapitalist toplumsal biçimlerden kopuş ve çıkış, argümanında özsel ve hatta belki de öncelikli olsa da her yıkıcı güce yaratıcı bir gücün eşlik etmesi, etrafımızdaki dünyayı yıkmak yönündeki her çabanın aynı zamanda yeni bir dünyanın yaratılmasına yönelmesi gerekir. Üstelik yıkıcı ve kurucu olmak üzere bu iki süreç birbirinden ayrılamaz, aksine bunlar tamamen birbirine işlemiş ve iç içe geçmişlerdir. Senin de dediğin gibi, bu yüzden yeni bir toplum yaratmayı kapitalist toplumun tamamen çöküşü ve yıkılışından sonraya ertelemenin hiçbir anlamı yoktur. Bunun yerine eskinin kabuğun içinde ya da daha doğrusu onun çatlaklarında ve yarıklarında yeni bir toplum yaratabilmek için şimdi mücadele etmeliyiz.
Öte yandan isyanın nasıl sadece pratik değil, aynı zamanda teorik bir yeniliğe götürmesi gerektiğini gösteriyorsun. Her ne kadar kitabın duygulanımsal bir durumdan ve pratik direniş anlarından başlasa da ana argüman, kavramsal bir soruşturmayı içeriyor ve bence en önemlisi, bu soruşturma kapitalist toplumda üretici kapasitelerimizin rolü ve potansiyeli etrafında dönüyor. Burada pratik ve teori arasında bir ayrım koyma gibi bir niyetim yok. Aslında argümanın tam da bunların tamamen birbirine işlemiş ve iç içe geçmiş olmasını gerektiriyor. Dünyayı değiştirmek için sadece farklı eylemeye değil aynı zamanda farklı düşünebilmeye ihtiyacımız var ki bu da kavramlar üzerinde çalışmamızı ve bazen de yeni kavramlar icat etmemizi gerektiriyor.
Kitabın eyleyişi emekten ayıran ve soyutlamayı kapitalist tahakkümün temel gücü olarak tanımlayan ana argümanı, bana son derece Marksist görünüyor. Böyle söylemek paradoksal görünebilir, çünkü argümanının ortodoks Marksist geleneklerle tezatlarını dikkatle gösteriyorsun ve anlatmak istediğin noktayı Marx’ın kendi yazılarıyla ilişkili olarak konumlandırıyorsun, bazen onun gerçekten ne dediğini açıklayarak ve bunun ortodoks Marksist gelenekle nasıl ters düştüğünü göstererek, bazen de Marx’ın ötesine geçerek. Argümanın gerçekten de ortodoks Marksist gelenekle tezat oluşturmasına rağmen, Marx’ı Marksizme karşı bu şekilde okumak ve Marx’ın ötesine geçmek, seni 1960’lardan beri faal olan ve bir zamanlar heterodoks diye adlandırılan Marksist geleneklerle sağlam bir şekilde aynı çizgiye (ya da daha doğrusu, diyaloga) sokuyor. Bu, örneğin, bu kitaptaki argümanın açısından da merkezi olan, özgürlük projemizin akışının Marksist ortodoksiler ve Sovyet ideolojisinin savunduğu gibi işin özgürleştirilmesinde değil, işten özgürleşmekte yattığı yönündeki iddiada açıkça görülebilir. Ben bunu bu heterodoks geleneğin temel sloganı ya da ilkesi olarak görüyorum.
Aklıma gelen şeylerden biri de, 1970’lerde türlü resmi komünist partilerin ideologlarının da desteğiyle gerçekten ortodoks Marksizm hâkim durumdayken, bugün bu yorum çizgisinin gerçekten tamamen gözden düşmüş olması. Aksine bugün Marksist teori, bence, Sosyalist İktisatçılar Konferansı’ndaki diğer arkadaşlarla birlikte ve İtalya, Almanya ve Fransa’daki benzer eğilimlerle dayanışma içinde senin de gelişimine katkıda bulunduğun, eskiden heterodoks olarak adlandırılan bir çizgiyle ayırt ediliyor. Bu, Marksist teoriyi bugün çok daha ilginç ve anlamlı kılan iyi bir şey.
Buradaki amacım seni yine Marksizm içinde dizginlemek değil. Senin gibi ben de yaptığım çalışmaya Marksist denilmesi ya da denilmemesini pek önemsemiyorum. Çoğu kez Marksistlerin beni yeterince Marksist olmamakla suçladıklarına, Marksist olmayanların ise beni fazla Marksist bulduklarına tanık oluyorum. Bunların hiçbiri beni ilgilendirmiyor. Aksine, önemli olan, Marx’ın eserlerini okumayı ne kadar kullanışlı bulduğum ve bu kitapta senin için de ne kadar kullanışlı olduğunu görüyorum.
Bu kitaptaki argümanınla Marx’ın yazdıkları arasındaki ortak, derin ve önemli tınılardan biri, emeği (ya da insanın üretici kapasitesini) hem sömürülmemizin hem de gücümüzün bir alanı olarak tanımlamakta yatıyor. Bu ikiliği (kapitalist bir soyutlama rejimi içindeki üretim olarak tanımladığın) emeği (bana Marx’ın “canlı emek” nosyonuyla çok benzer görünen) eyleyişten ayırt ederek gösteriyorsun. Bir yandan, sermaye üretici kapasitelerimize ihtiyaç duyar ve onlar olmadan var olamaz ve yeniden üretemez. Başka bir deyişle, sermaye bizi sadece ezmez ya da bizi tahakküm altına almaz, aynı zamanda bizi sömürür, yani üretici kapasitelerimizi sürekli olarak kendi toplumsal sisteminin sınırlı çerçevesi içinde ehlileştirmek ve komuta altına almak zorundadır. Senin argümanında bu temel olarak soyutlama süreçleri yoluyla gerçekleştiriliyor. Öte yandan, üretici kapasitelerimiz daima taşar ve sermayeden potansiyel olarak otonomdur. Bu simetrisizlik önemlidir: Sermaye bizim emeğimiz olmadan varlığını sürdüremezken bizim üretici kapasitelerimiz potansiyel olarak kapitalist örgütlenme olmadan var olabilir ve gelişebilir. Gerçekten, senin de gösterdiğin gibi, üretken otonomimizin kapitalist toplumun çatlaklarında ve yarıklarında varlığını sürdüren sayısız anları hâlihazırda daima mevcut. Bunlar son derece önemli ama yeterli değil. Senin projen, daha önce belirttiğim gibi, kapitalist toplumun içinde bir özgürlük toplumu inşa edebilecek, otonom üretken elbirliğinin alternatif toplumsal ağlarını yaratmak.
Kapitalizmde Çatlaklar Yaratmak’ı okudukça, bana öyle görünüyor ki İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek devletin ortadan kaldırılması, hatta zihinlerimizde ve pratiklerimizde ortadan kaldırılması projesini benimser ve genişletirken, bu kitap işin reddi projesi meselesi üzerine düşünüyor ve bunu, kapitalist emek rejimine karşı her isyanın aynı zamanda zorunlu olarak, kendi otonom eyleyiş kapasitelerimizin bir gelişimi olduğuna, iş toplumunun yıkımının alternatif bir üretim ve üretkenlik nosyonuna dayanan yeni bir toplumun yaratılması ile birleşik olduğuna dair bir anlayışla yapıyor.
Bu beni şöyle bir ilk soruya getiriyor. Kapitalist emek rejiminin disiplin ve kontrol aracılığıyla işleyen, olağanüstü iyi gelişmiş toplumsal örgütlenme ve elbirliği sistemlerine sahip olduğunu çok iyi biliyoruz. Bunları öncelikli olarak soyutlamanın objektifinden çözümlüyorsun. Ana akım işçi hareketleri ve asıl olarak da sanayi sendikaları da örgütlenme ve disiplin biçimlerini bir tür karşı iktidara dönüştürmüştür, ama senin çözümlemene göre bu da, kapitalist rejim gibi, soyut emeğin örgütlenmesinin hizmetine sunulmuştur. Bu eleştiriyi anladığımı sanıyorum ve senin de Karl Heinz Roth’un 1970’lerde yayımladığı mükemmel kitabına referans vererek söylediğin gibi, her zaman “başka” bir işçi hareketinin var olageldiği konusundaki uyarıya büyük oranda katılıyorum. O halde benim sorum şu olacak: Otonom üretken pratiklerimiz nasıl alternatif toplumsal biçimler olarak örgütlenebilir ve sürdürülebilir? Senin de eyleyiş pratiklerimiz arasındaki elbirliği ve koordinasyona dair tasarıların kendiliğinden olmadığı, tersine bunların örgütlenmesi gerektiğine katıldığını sanıyorum. Buna toplumsal elbirliğinin kurumlarını yaratmamız gerektiğini eklemek istiyorum ve kurumdan kastettiğim şeyin bürokratik bir yapı değil, daha ziyade toplumsal ilişkileri yapılandıran, antropologların kullandığı terimle, tekrarlanan bir toplumsal pratik, bir alışkanlık olduğunu açıklayabildiğim ölçüde buna da katılabileceğini sanıyorum. Bu rolü yerine getirebilen hâlihazırda hangi kurumlarımız var ve daha ne gibilerini geliştirebiliriz? Ve daha belirgin biçimde söylersek, bunun sendikalist geleneklerle nasıl bir ilişkisi olabilir? Elbette buradaki fikir, işçi hareketlerinin geleneksel örgütlenmelerini toptan reddetmek değil, bunları belli açılardan genişletmek ve dönüştürmektir. Burada senin argümanın doğrultusunda ilerleyerek, günümüzde emeğin içindeki yenilikleri keşfetmek istiyorum. Geleneksel bir emek hareketi yerine, eyleyenlerin bir birliğini, sendikasını ya da daha doğrusu eyleyişin toplumsal bir kurumunu tahayyül edebilir miyiz? Bunun toplumsal elbirliği mekanizmaları ve örgütlenme yapıları ne olabilir? Bu sorulara bir yanıtın olup olmadığını bilemiyorum ve sanki benim varmış gibi de görünmek istemem, ama bir eyleyiş toplumunun yapılarını ve kurumlarını nasıl geliştirebileceğimiz üzerine nasıl düşünülebileceği konusunda belli fikirlerin olduğunu düşünüyorum ve fikir alışverişimizi ilk olarak bu noktaya yönlendirmek istiyorum.
Sevgiler
Michael
Aralık 2010
Sevgili Michael,
Yorumların için çok teşekkür ederim ve özellikle de bu yorumların bana kesinlikle doğru gelen şu havası için: güçlü bir ortak dert duygusu ve farklılıklarımızı keşfederek ilerlemek arzusu. Bu Ortak Zenginlik’i okurken hissettiklerimin pek çoğunu yansıtıyor: seni meşgul eden şeylerin benimkilere çok yakından dokunduğu gibi bir duygu ve kimi zaman birbirimize fazlasıyla yakın kimi zamansa farklı yönlere çekiştirir gibi, ardı sıra gelen hayranlık, coşku ve kızgınlık patlamalarıyla ama kol kola yürüyormuşuz gibi bir his.
Mektubunun sonunda ortaya attığın soru kesinlikle yerinde, çünkü Ortak Zenginlik’i okurken oluşan temel kaygılarımın biriyle doğrudan örtüşüyor: senin ve Toni’nin oldukça vurguladığınız ve özellikle de kitabın son bölümünde geliştirdiğiniz kurumlar meselesi.
Sanırım, kafamızı meşgul eden şey aynı ama verdiğimiz yanıtlar farklı. Ortak derdimiz şu: Öfke patlamalarından sonra, senin dediğin gibi, ayaklanmalardan (jacqueries – 100 Yıl Savaşları sırasında, 1358’te Fransa’da birkaç hafta içinde vahşice bastırılan köylü ayaklanması) sonra nasıl devam edeceğiz? Bundan neredeyse on yıl önce insanların Arjantin sokaklarında que se vayan todos (Hepiniz Defolun!) çığlıklarıyla başkanları ardı sıra devirdiği argentinazo, alternatif-küreselleşme hareketi ve Seattle, Cancun, Cenova, Glenagles, Rostock ve diğer yerlerdeki zirve karşıtı protestolar, geçen yıl Yunanistan, Fransa, İtalya ve Britanya, İrlanda ve şimdi ben yazarken Tunus, Mısır, Cezayir’deki öfke patlamaları. Muhteşem. Alkışlıyoruz, heyecanla yukarı aşağı zıplıyoruz. Ama ya sonra? Nasıl devam edeceğiz? İkimiz de öfkenin yeterli olmadığına, olumlu bir anın olması gerektiğine katılıyoruz. Yanıtın, parti inşa etmek ve gelecek seçimi kazanmak ya da devletin kontrolünü ele geçirmek olmadığında da hem fikiriz. Ama bu değilse, ne o zaman? Senin verdiğin yanıt şu: “Kurumsallaşın. İsyan dalgasının başarılarına süreklilik kazandırmak için kurumlar yaratın.” Bense "hayır" demek istiyorum: "Hayır, hayır, gidilmesi gereken yol bu değil, bu tehlikeli bir öneri."
Elbette, söylediğin şeyi karikatürleştirmek istemiyorum, çünkü argümanın ciddi dikkat ve incelik içeriyor. Mektubunda “Buna toplumsal elbirliğinin kurumlarını yaratmamız gerektiğini eklemek istiyorum ve kurumdan kastettiğim şeyin bürokratik bir yapı değil, daha ziyade toplumsal ilişkileri yapılandıran, antropologların kullandığı terimle, tekrarlanan bir toplumsal pratik, bir alışkanlık olduğunu açıklayabildiğim ölçüde buna da katılabileceğini sanıyorum” diyorsun. Ama hayır, kurumlara dair bu geniş anlayışını göz önünde bulundursam da buna katılmıyorum.
Neden katılmıyorum? Çünkü, ilk olarak, kurumsallaşmaya dair genişletilmiş bir anlayışı savunsan da, iki anlam arasındaki ayrımın bulanıklaşmasına bir kapı açıyorsun. Tekrarlanan toplumsal pratik kolayca bürokratik bir yapıya kayar ve ikisi arasında kesin bir ayrım yaratmadığın sürece (örneğin, başka sözcükler kullanarak) bu kaymayı meşrulaştırıyor olma tehlikesi var. Kitapta bu ayrım kimi zaman açık, kimi zamansa uçup gidiyor gibi görünüyor, tıpkı sayfa 380'de BM organlarının küresel bir güvenceli gelir sağlayabileceği biçimindeki şaşırtıcı ve kafa karıştırıcı öneride olduğu gibi (insanın zihni irkiliyor). Kurumsallaşma kolayca devlet merkezli bir politikaya kayar - Bir BM güvencesi elde edebilmeyi başka türlü nasıl hayal edebiliriz ki?
İkinci olarak, katılmıyorum çünkü kurumsallaşma daima şimdiyi geleceğe yansıtmak anlamına gelir. Tekrarlanan toplumsal pratik gibi yumuşak bir anlamda bile, gençlerin ebeveynleri (ya da ablaları ve ağabeyleri) gibi davranması gerektiği yönünde bir beklenti yaratır. Ama hayır, onlar gibi davranmamalılar. 1968'in veteranları 2000'deki büyük UNAM grevinde öğrencilere “O öyle yapılmaz, işte böyle yapmalısınız” demişti, ama neyse ki (ya da ne yazık ki) öğrenciler buna aldırış etmediler. Kurumsallaşma daima geleneğin bir kutsanışıdır, öyle değil mi? Ayrıca Toni yıllar önce sınıf mücadelesinin düşmanı olan gelenek üzerine ne yazmıştı? Tam olarak neydi ve neredeydi hatırlamıyorum, ama harika olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum.
Üçüncü olarak, kurumsallaşma işe yaramaz, en azından istendiği gibi. Daima kontrol edilemeyen ve ona belli bir yön vermek için düşünülmüş kurumları tekrar tekrar kenara atan bir mücadele akışı, toplumsal bir isyan akışı (dostum Sergio Tischler’in adlandırdığı gibi) vardır. Öyle hissediyorum ki kurumlara toplum anlayışınızda çok fazla ağırlık veriyorsunuz. Aşk kurumsallaştırılabilir mi? Aşkın devrimci gücüne ilişkin cesur kavrayışınıza tamamen katılıyorum, ama o zaman şunu sormanız gerekir: Aşk kurumsallaştırılabilir mi? Elbette hayır. Bir evlilik sözleşmesinden değil, sadece “tekrarlanan bir toplumsal pratik, bir alışkanlık"tan bahsettiğimizi söylesek bile, muhtemelen hepimiz aşkın sürekli olarak alışkanlıkla çatıştığını bizzat deneyimlemişizdir. Aşk, pekâlâ tekrarlanan bir toplumsal pratik içinde varlığını sürdürebilir, ama sadece onun içinde-karşısında-ve-ötesinde hareket ederse.
Dünya Sosyal Forumu’nu, alternatif-küreselleşme hareketinden ortaya çıkan temel kurumu düşünelim. Sosyal Forum'a özellikle karşı değilim, ayrıca kullanışlı ve keyifli bir buluşma alanı sağlayabildiğini düşünüyorum, ama katılanlarının çoğunun niyetinin tersine, hareketin bürokratikleşmesini desteklemeye doğru gidiyor ve kesinlikle devrimin anahtarını oluşturmuyor.
Kurumsallaşma (geniş ya da dar anlamıyla olsun) hayatı demiryollarının ve otoyolların üstüne kurmaya çalışmak anlamına gelirken, isyan bundan kopmak, şeyleri yapmanın yeni yollarını keşfetmek yönündeki sürekli bir çabadır. Kurumlar yaratmak önerisi, anladığım kadarıyla, devrime giden eski yolların artık işe yaramadığını ve bizi izlemekte olanlar için yürüyebilecekleri yeni yollar yaratmamız gerektiğini söylüyor. Ama bu kesinlikle böyle değildir: devrim daima kendi yollarımızı yapmanın bir sürecidir. Se hace el camino al andar devrimci sürecin ayrılmaz bir parçasıdır. Kurumsallaşma fikrini, tam da kendisine karşı savaştığımız, insan etkinliğinin soyut emek olarak örgütlenmesinin bir yönü olarak görüyorum.
“Çok kolay” diyebilirsin ve elbette haklı olabilirsin. Bir tür toplumsal örgütlenme biçimi olmak zorunda değil mi? Elbette, ama kendi örgütlenme biçimlerimiz, farklı bir topluma işaret eden örgütlenme biçimleri sabitmişler gibi düşünülemez. Kapitalizme karşı hareketler açısından öyle ya da böyle ortak olan fikirlerimiz, ilkelerimiz, deneyimlerimiz ve yönelimlerimiz var, ama bizzat kendimizin, pratiklerimizin ve fikirlerimizin, kendisine karşı mücadele ettiğimiz toplumun damgasını taşıdığını düşündüğümüzde, örgütlenme biçimleri ancak deneysel, deneme yanılma ve üzerine düşünmeyle ilerleyen bir süreç olabilir.
Ama çatlakların bir araya gelişleri söz konusu olmak zorunda değil mi? Evet ve bunun kitabımda yeterince araştırılmamış bir mesele olduğunu düşünüyorum. İleride çatlakların birleşmesi sorusunu hem büyük çayır yangınlarının ilham verici aydınlığı hem de el birliğinin pratik örgütlenmesi açısından daha da geliştirmek istiyorum. Ama iki şey söylemem gerek. Kurumsal düşünmenin muhtemelen böylesi bir birleşme pratiği ve bunun potansiyeli önünde bir engel oluşturduğunu hissediyorum. İkinci olarak, birleşmeyi daima tikelden deneysel bir hareket ediş olarak görmek önemlidir, yoksa –aynı zamanda kitabınızdaki eğilim olarak da gördüğüm- bütünlükten hareket ederek geleceğin bir planlamasını yapmak değil. Çatlakların içindeyiz ve oradan itiyoruz. Meselemiz kırıp ötesine geçmek, yoksa alternatif bir yönetişim sistemi kurmak değil. Var olan hareketlerin pratiklerini takip edebiliriz, onları eleştirebiliriz ve birleşmenin nasıl başarıldığını ya da başarılamadığını görebiliriz, ama gelecek için bir model kuramayız.
Kitapta onurun hızlı bir dans olduğunu öne sürüyorum. Ama böyle bir kıvraklığa sahip olmadığımız şüphesi doğabilir. Belki de sadece yavaş hareket edebiliyoruzdur. Belki de sağlam adım atabilmek için koltuk değnekleri gibi kurumlara ihtiyacımız vardır. Muhtemelen de öyle, ama yürümeyi öğrenmek bile koltuk değneklerini atmak demektir. Yıkıcılığı kurumsallaşma ile birleştirmezsek kendimize ihanet ederiz. Kurumsallaşmamız gerekiyorsa kendi kurumlarımızı da aynı anda yıkmamız gerekir. Bu özdeşleştirme/kimliklendirme sorunuyla da benzerdir. Dünyayı Değiştirmek’te kimliğimizi/özdeşliğimizi olumlamanın bazen önemli olabileceğini kabul ediyorum, ama yalnızca aynı anda onu yıkarsak ve onun ötesine geçersek. Sen ve Toni de kimliği/özdeşliği tartışırken benzer şeyler söylüyorsunuz. O halde kurumsallaş-ve-yık benim daha çekici bulabileceğim bir formülasyon, ama bu haliyle bile pek hoşlanmıyorum. Bazen kurumsallaşma kaçınılmaz olabilir, ama kurumsallaşma ile yıkma arasındaki gerilimde çoktan tarafımızı seçmişizdir. Düşünmek yıkmaktır. Düşünmek ötesine geçmektir, kitabınızda çok kez bahsettiğiniz ama Toni'nin başka bir yerde acımasızca ve affedilmez bir şekilde bir burjuva filozof olarak tanımladığı Ernst Bloch’un dediği gibi. (Antonio Negri, Time for Revolution, Continuum London-New York, 2003, s.109 [Devrimin Zamanı, çev. Yavuz Alogan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2005]
Elbette yayımlama, bir kurumsallaşma biçimidir ve buna bilfiil katılıyorum. Argümanlarımı yayımlayarak onlara bir sabitlik veriyorum. Ama belki de bu mektuplaşmamız her ikimiz açısından da bu kurumsallığı yıkmak yönündeki bir çaba: Buradaki amaç, alınan pozisyonları savunmak değil, birbirimizi hâlihazırda yazmış olduğumuz şeyin ötesine geçmek için provoke etmek.
Ve işte kurumlardan bahsediyorsak kaçınılamayacak bir konu: Kitabın son bölümünün başlığı hakkında ne diyebilirim?: "Devrimi Yönetmek." Dehşete düşüren bir oksimoron mu? Oldukça gözü pek bir provokasyon mu? Ya da ciddi bir öneri mi? Ciddi bir öneri olarak göründüğü oranda beni kesinlikle provoke ediyor ve dehşete düşürüyor. Beni üzen, bu sözün yönetmek ve devrim arasında bir ayrım koyması, oysa benim için devrim, tam da bu ayrımın ortadan kaldırılması anlamına geliyor. Devrimi yönetmek denildiğinde hemen kim, kim onu yönetecek diye sorasım geliyor. Sayfa 337’deki “insanlar eğitilebilirdir” ifadesi beni ürkütüyor, çünkü eğitimi kim verecek? Senin devrimini kim yönetecek, insanları kim eğitecek? Eğer özyönetimden bahsettiğimizi söylüyorsan, tamam, ama o zaman neden öz-belirlenimin, bu öz-belirlenim bir kendi kendini eğitim ve dönüştürme süreci anlamına gelmek koşuluyla, örgütsel biçimlerinden bahsetmiyoruz? Ama soruyu bu şekilde tekrar ortaya koyarsak o zaman öz-belirlenimin örgütsel biçimlerinin öz-belirlenimci olduğunu ve dolayısıyla kurumsallaştırılamayacağını da söylemek zorundayız.
İlgili ikinci bir cephe açayım. Demokrasi. Devrim tartışmasını demokrasi mücadelesine odaklıyorsunuz. Kapitalizmin ortadan kaldırılması arka planda kalıyor, zaten hep olageldiği gibi, ama bu kafamı karıştırıyor. Bölüm 5.3'teki argümanı sermayeyi kurtarmaya dönük bir program açısından formüle ediyorsunuz ve sonra devrim fikrini ortadan kaldırmadığınızı, sadece farklı bir geçiş nosyonuyla çalıştığınızı söylüyorsunuz. Bu farklı geçiş nosyonuyla ne demek istediğiniz benim için açık değil. Kulağa neredeyse geçiş taleplerine dayanan bir program, kapitalizmle bağdaşmaz olduğunu bildiğimiz (ama açıkça söylemediğimiz) bir demokrasi için savaşarak başarabileceğimiz bir anti-kapitalist devrim anlayışı gibi geliyor. Buradaki tehlike, demokrasiden ne kadar çok bahsederseniz kapitalizmden o kadar az bahsetmeniz ve de bütün bir devrim sorununun o kadar çok arka plana düşmesi. Bana şöyle diyerek tam tersinden başlamak daha basit görünüyor: Kapitalizm bir felakettir, ondan nasıl kurtulabiliriz?
Mektubum abes bir biçimde uzun oldu. Ama bu kadar ufuk açıcı bir kitap yazdığınız için, bu elbette sizin hatanız. Sabırsızlıkla cevabını bekliyorum.
En iyi dileklerimle
John
Haziran 2011
Sevgili John,
Birlikte bu kadar yakın yürümenin birbirimizi okurken bazen sendelememize ve tökezlememize neden olduğu konusunda haklısın. Bir başkasının argümanına bu kadar çok katıldıktan sonra çıkıntılık yapan ve kabul edemeyeceğimiz bir nokta ya da argümana rast geldiğimizde bir tür kızgınlık duygusu doğuyor. Buradaki bir amacımız da sadece yanlış anlamalar ya da terminolojik farklardan kaynaklanan görünüşteki çatışmaları aydınlatmak ve üzerinde anlaşamadığımız önemli noktaları netleştirmek.
Kurum teriminin sana ne kadar az uyduğunu anlayabiliyorum ve dolayısıyla mektubunda bunu aslında ikimizin de üzerinde anlaşabileceği bir formülasyona varasıya kadar azimle ele aldığın için minnettarım. Daima eşzamanlı bir yıkım sürecinin eşlik etmesi koşuluyla kurumsallaşma yönündeki bir talebi kabul edebilirsin. Evet, kurumsallaş ve yık – paylaşabileceğimiz iyi bir slogan.
Ama, elbette, buna ilişkin görüşlerimiz birbirinden farklı, bu yüzden bunun üzerinde biraz daha durayım. Senin de dikkat çektiğin gibi, Toni ve ben kurum tartışmasına örgütlenme ihtiyacıyla ilgili kaygımızdan geldik. İsyan önce gelir, ama kendiliğindenlik yeterli değildir. İsyan devrimci bir süreç içinde örgütlenmelidir. Bence bu temel noktalarda birbirimizden çok az farklılaşıyoruz. Senin dediğin üzere, farklılık neyin üzerinde durulduğu ve özellikle de örgütlenmenin istikrarının nereye kadar vurgulandığıyla ilgili.
Moleküler düzeyde, vurgudaki farkımızın çok önemli olduğunu düşünmüyorum. Alışkanlık, anane ve tekrarlanan pratikler nosyonlarının sana sınırlayıcı gelmesini ve bunların yeniliğin önünü kesebileceğinden duyduğun korkuyu anlıyorum. Yine de yaşam-biçimlerinin yalnızca tekrar yapıları yoluyla var olabildiğini vurgulamak istiyorum. Yaşamlarımız ve aramızdaki bağlar, pek çoğunun farkında olmadığımız, sayısız alışkanlık ve tekrarlanan pratiklerle destekleniyor. Bu sadece her gün akşam yemeğimizi ne zaman yediğimiz ve Pazar günleri ne zaman yürüyüşe gittiğimiz ile değil, aynı zamanda birbirimizle nasıl ilişkilendiğimiz, hem yakınlık hem de toplumsal bağlarımızı nasıl sürdürdüğümüz ile de ilgili bir mesele. (Marcel Proust’un romanı bana bir yaşamın nasıl karmaşık bir alışkanlıklar ve tekrarlanan pratikler ağı tarafından kurulduğuna ilişkin klasik bir araştırma gibi görünüyor.) Senin de dile getirdiğin gibi, bu gibi kurumlar şimdiyi geleceğe bağlar, ama ille de senin olmasından korktuğun bir yoldan değil. Toplumsal alışkanlıkların bizi önceki kuşakların toplumsal ve örgütsel biçimlerini tekrarlamakla sınırlamasından kaygılanıyorsun. Ben Spinoza’nın basiret (prudence) dediği şeye daha eğilimliyim: geleceği sanki şimdiymiş gibi düşünmek ve bu temelde eylemde bulunmak. Bu sadece 2050’ye gelindiğinde CO2 düzeyini felakete yol açabilecek düzeylere çıkaracak olan sanayilere ve pratiklere karşı bugün ne yaptığımızla değil, aynı zamanda birbirimizle ilişkilerimizde bir süre perspektifini sürekli olarak nasıl yarattığımızla da ilgili bir şey. Bu ayrıca aşk için de geçerli. Aşk sadece bir kopuş, parçalanma ve dönüşüm olayı değil, aynı zamanda bir bağdır. Sevdiklerime sürekli olarak geri dönerim. Bu aşkın statik, sabit bir ilişki olduğu anlamına gelmez. Senin de çok doğru bir şekilde söylediğin gibi, aşk yeniliktir. Evet, öyledir, ama aşkın aynı zamanda sevilene geri dönen ve ortak pratiklerimizi tekrarlayan bir ritüeli de vardır. Aşkın bu yenilikleri bu ritüellerin bağlamında ortaya çıkar. Senin dediğin gibi, kurumsallaş ve yık ya da farkla tekrar. Her durumda, bu moleküler düzeyde senin ve benim kurum sorusuna farklı perspektiflerden yaklaştığımızı anlıyorum, ama bu farklarımızın büyük bir sonucu olduğunu düşünmüyorum.
Molar düzeyde ise, aksine, farklılıklarımızın daha önemli olduğunu düşünüyorum. Toni ve ben vurguyu kurum üzerine ya da gerçekten alternatif bir yönetişim geliştirebilmek için yeni kurumsal biçimler yaratmak üzerine yapıyoruz. Bence bu projenin belli bir biçimini sen de kabul edebilir ve hatta bu biçimle huzurlu olabilirsin. Örneğin, Chiapas’ta EZLN’nin büyük başarılarının bazıları, onların alternatif bir yönetişimin kurumlarını yaratmalarıdır. Caracoles, juntos de buen gobierno ve Zapatista topluluklarını yöneten sayısız ilke ve usuller, savunmakta olduğumuz yeni, demokratik kurumsal biçimlerin nasıl deneylenebileceğinin mükemmel örneklerini oluşturuyor. Zapatista kurumsal pratiğinin bu düzeyini genel olarak desteklediğini sanıyorum. Burada da kurumsallaş ve yık sloganı oldukça kullanışlı: Bütün pratikler sürekli bir eleştiri gücüne tabi tutulmalı, yürürken sormalı.
Farklılıklarımız eleştirdiğimiz yerleşik kurumlara gelince daha açık hale geliyor. Senin gibi, Toni ve ben de resmi sendikalar ve bunların geleneklerine karşı eleştireliz, ama bizim açımızdan bu, bizi bütün bir sendika geleneğinin karşısında konumlandırmıyor. Sendika hareketinin küçük kesimleri sürekli olarak geleneğin dışına çıkmaya ve yeni yönlerde ilerlemeye çalışıyor: Örneğin, İtalya’da FIOM, Fransa’da SUD ve ABD’de SEIU'nun kimi (bazen kısa süreli) dönemleri ve (çoğu kez küçük azınlıklardan oluşan) kısımları kendilerine yeni yönler çizmeyi deniyorlar. Bizim eğilimimiz, bu sendikalist unsurlarla diyaloga girerken aynı zamanda da kurumsal yapılarının hem içinde hem de dışında, bunların geleneksel mantıklarını yıkmak yönünde. “Kurumsallaşmak ve yıkmak” sana bu bağlamda da bir anlam ifade ediyor mu? Ya da daha doğrusu, aynı soruya senin kitabın açısından başka bir yoldan yaklaşacak olursak: “Eyleyiş” örgütlenebilir ve örgütlenmeli midir ve öyleyse bu örgütlenmelerin örgütlü emeğin tarihiyle nasıl bir ilişkisi olabilir? “Eyleyiş Sovyetleri”ni inşa etmek fikri bana çok çekici geliyor, ama bu fikrin seni dehşete düşürmesinden korkuyorum.
Farklılıklarımız muhtemelen kendini en çok, bugün özellikle Latin Amerika’da iktidardaki ilerici denilen hükümetler konusunda belli ediyor. Bildiğin gibi, Toni ve ben, senin gibi, Arjantin ve Brezilya’dan Bolivya, Ekvator ve Venezüella’ya kadar bütün Sol partileri ve hükümetleri eleştiriyoruz. Ve senin için olduğu gibi, bizim için de umutlarımız ve esinlerimiz aslen bu hükümetlere değil, bunların seçim zaferlerinin imkânını yaratan güçlü toplumsal hareketlere bağlı. Ama bu hükümetleri yalnızca antagonistler olarak da görmüyoruz. Burada da kurumsallaş ve yık sloganının ikili duruşunu seviyorum. Başka bir deyişle, bu hükümetlerin gelişinin, hareketlerin neoliberal pratiklere, sızdırmaya (petrol, gaz, soyayla sınırlı tek ürün çiftçiliği ve benzerlerine bağımlılık dahil olmak üzere) dayalı ekonomik paradigmalara, ırksal hiyerarşilere ve daha pek çok şeye karşı mücadelelerini devam ettirme ihtiyacı duyduğu yeni (bazı yönlerden daha bile iyi) bir mücadele alanı yarattığını söylemek istiyorum. Toni ve benim kendimizi içinde rahat hissettiğimiz türden bir eleştirel angajmanın sana yabancı ve hatta tehlikeli geldiğini seziyorum. Bu muhtemelen aramızdaki gerçek bir fark ve bunun hakkında daha fazla ne söylenebilir bilemiyorum.
(Kısa bir açıklama getirmem gerekirse: Kitabımızda Toni ve benim BM’nin küresel bir güvenceli gelir oluşturabileceğini öneriyor gibi göründüğümüz bir pasaj seni şaşkınlığa uğratmış. Önermek istediğimiz şeyin bu olmadığı yönündeki sezgin kesinlikle doğru. Söz konusu pasaj, sermayenin kendi çıkarı adına rasyonel bir şekilde davranacak olsa, kendisini nasıl reforme edeceği üzerine bir düşünce deneyine giriştiğimiz, kitabımızın paradoksal bir bölümünde yer alıyor. Kapitalist reformun mantığını takip etmeye çalışıyoruz, ama bunu yaparken de böyle reformların imkânsız olduğunu ve bu mantığın sonunda çökeceğini biliyoruz.)
Kapitalizmde Çatlaklar Yaratmak’ı okurken oluşan, muhtemelen yine kurumlar sorusuyla ama başka bir çerçevede ilişkili olan diğer bir soruyu gündeme getirmenin şimdi tam sırası olabilir. Soyut emek ve doğru anlamışsam, daha genel olarak soyutlamanın kavramsal süreçleri, argümanındaki temel antagonisti oluşturuyor. Soyutlamaya karşı itirazını, sanırım, paylaşmıyorum. Değişim değeri yoluyla, Marx'taki soyut emekten başlayalım. Marx'ın bir metanın değişim değerinin onun kullanım değerini nasıl gizlediğini ve soyut emeğin somut emeğe üstün gelmesi gibi, ona nasıl üstün geldiğini ayrıntılı olarak ele aldığı Kapital’in ilk sayfalarını okurken, bunun karşıt bir yöne işaret eden, simetrik bir anti-kapitalist projeyi ima ettiğini düşünmüyorum. Başka bir deyişle, değişim değeri yerine kullanım değerini olumlayan bir politik proje bana kapitalizm öncesi bir toplumsal düzeni yeniden elde etmek yönünde nostaljik bir çaba gibi geliyor. Bunun yerine, Marx'ın projesi, görebildiğim kadarıyla, kapitalist toplumu diğer taraftan çıkabilecek şekilde içinden itmeye dayanıyor. Aynı şekilde soyut emeği bir antagonist olarak görmüyorum. Soyut emek olmadan proletaryanın olamayacağını söylemek bir basitleştirmedir (ama önemli bir basitleştirme olduğunu düşünüyorum). Duvar ustasının, doğramacının, dokumacının, tarım işçisinin ve otomobil işçisinin emeğinin her biri somut ve ölçülemez kalsaydı, onları potansiyel olarak bir sınıf olarak birbirine bağlayan genel olarak emek (Marx’ın dediği gibi, nasıl harcandığından bağımsız olarak emek) diye bir kavramımız olamazdı. Bunun sana sanki gerisin geriye dönüp işçi sınıfı örgütlenmeleri geleneğini olumluyormuşum gibi gelebileceğini biliyorum, ama böyle yapmıyorum, en azından hiç eleştirmeden yapmıyorum. Aslında bu geleneğe bela olan korporatist yapılara karşı argüman geliştirebilmemiz için soyutlamanın gerekli olduğunu düşünüyoruz. 1970'ler ve 1980’lerde ABD’de ve Birleşik Krallık’ta toplumsal feminist çevrelerdeki, cinsiyete dayalı işbölümünü ayırt etmeye devam eden ücretlendirilmeyen ev içi etkinliklerin ve bakım pratiklerinin iş olarak değerlendirildiği, ev içi emek tartışmasını mümkün kılan şey de yine bu soyutlama olmuştu. O halde, soyut emek, benim anladığım şekliyle, bir şey değil, emek dünyalarını kesen süreklilikleri anlamanın bir analitiği, bir yoludur.
Kısmen, az önce yazdıklarımın meselenin anlaşılmasını güçleştireceğini düşünüyorum, çünkü sen ve ben terimleri farklı şekillerde kullanıyoruz. Soyutlamayı (ve soyut emeği), sermayenin bizim emeğimizin ürettiği değeri ölçebilmesini ve mülk edinebilmesini, hayatlarımıza komuta edebilmesini sağlayan sömürü süreçlerini ve yapılarını adlandırmak için kullandığını tahmin ediyorum. Ayrıca, bunun tersine, “eyleyiş,” senin için, kapitalist düzenin çatlakları arasında onun için bir mekân yaratabileceğimiz özörgütlü ve otonom emek gibi bir işlev görüyor. Kabul, benim için de böyle işlev görebilir. Aslında argümanın bu açıdan bizim Ortak Zenginlik'in Üçüncü Bölüm'ündeki, kapitalist biyopolitik üretimin krizi, emeğin ortaya çıkmakta olan yeni bileşimi ve sermayeden otonominin yeni olanakları hakkındaki argümanımızla pekâlâ örtüşüyor ve onu tamamlıyor.
Ama kurum sorusundan uzaklaşmaya çalışsam da burada fark ettirmeden geri geliyor, sanırım. Evet, her eyleyişi kendi tekilliği içinde takdir edebilmek istiyorum, ama aynı zamanda toplumun her yanındaki sayısız eyleyişte ortak olan şeyi de anlamak istiyorum. (Bu, bir soyut eyleyiş mantığı mı?) Ben örgütlenme istiyorum. Daha önce eyleyiş sovyetleri yaratmakla ilgili önerimin ağzında bıraktığı kötü tadı silmeye çalış. Eyleyişler nasıl örgütlenir ve örgütlenmelerinin biçimi nedir?
Örgütlenme ve kurum sorusundan uzaklaşmaya çalışmak çok kolay değil. Sürekli geri geliyor. Bana kalırsa burası, farklılıklarımızı anlamak için üzerinde daha hâlâ çalışmak zorunda olduğumuz bir alan.
Sevgiler, Michael
Ekim 2011
Sevgili Michael,
Mektubun bir sürü ama bir sürü esin veriyor, hem üzerinde anlaştığımız hem de anlaşmadığımız şeyler, çok hoş bir şey bu.
Argümanının içine göze çarpmadan giren, ama farklılıklarımız açısından kilit bir öneme sahip olduğunu düşündüğüm bir cümleden gireyim. Soyut emek tartışması bağlamında şöyle diyorsun: “Bunun yerine, Marx'ın projesi, görebildiğim kadarıyla, kapitalist toplumu diğer taraftan çıkabilecek şekilde onu içinden itmeye dayanıyor.” Ama ben diğer taraftan çıkabilmek için kapitalizmi içeriden itmek istemiyorum: Ben hâlâ zaman varken, eğer kalmışsa tabi, hemen şimdi dışarı çıkmamızı istiyorum. (Bob Dylan/Jimi Hendrix'in dediği gibi) buradan çıkmanın bir yolu olmalı - elbette olmayabilir de.
Benjamin’in imdat freni budur. Felakete doğru giden, insanlığın toptan imhasına doğru koşturan bir trendeyiz. Artık diğer taraftan çıkmayı düşünmenin hiçbir anlamı kalmadı, tabi böyle bir anlamı hiç olduysa. İmdat frenini çekmeli ve treni durdurmalıyız. (Ya da, metafor değiştirmek gerekirse, kapitalizm fazla olgunlaşmış, çürük bir elmadır ya da çoktan ölmüş olsa da yürümeye devam eden, her şeyi yok eden bir zombi.) O halde ilerleme değil, ama kopuş. Şimdi, burada.
Sen ve Toni’nin üçlemenizdeki argümanınızın büyük bir kısmının kapitalist toplumu içeriden itmenin bizi öteki tarafa geçireceği görüşüne dayandığını zannediyorum. Elbette sermayenin yıkım yolunda olduğunu söylüyorsunuz (306), ama bu sermayenin yıkıma giden bir yol olduğunu söylemekle –ben böyle diyorum- pek de aynı şey değil. Formülasyonunuz sermayenin seyrinin değiştirilebileceğini söylüyor, oysa ben sermayeden kopmanın onun yıkıma doğru koşuşunu durdurmanın bir önkoşulu olduğunu hissediyorum. Sermayenin yıkım yolunda olduğuna dair tespitinizi, farklı bir topluma geçişe doğru ilerlemenin bir yolu olarak sermaye için reformist bir program önererek, devam ettiriyorsunuz. Oysa ben kapitalizmin, onun kıyılarından taşan, alternatif toplumlara yönelik her türden projelerle birlikte, hâlihazırda çözülmesinin ileri bir aşamasında olduğunu düşünüyor ve bütün enerjimizi bu taşkınlara ya da çatlaklara vermemiz gerektiğini öne sürüyorum.
Bu, kurumsallaşmayla ilgili farklılıklarımızı konumlandırmaya yardımcı olabilir. Kurumsallaş-ve-yık temelinde memnuniyetle buluşuyoruz, ama bu gerilim içinde farklı yönlere eğilim gösterdiğimizi hissediyorum. Siz kurumsallaşmanın önemine vurgu yaparken ben bütün ağırlığımızı yıkıma, sürekli olarak karşısında-ve-ötesinde hareket etmeye vermemizi istiyorum. Kurumsallaş-ve-yık, benim için, senin söylediğin gibi, “farkla tekrar” değil, sürekli tekrarlayan bir kopuş, parçalama, olumsuzlama süreci anlamına geliyor.
Elbette, bu sadece parçalamakla ilgili bir mesele değil. İsyan yeterli değildir – araştırmalarımızın ortak çıkış noktası bu. Peki, öyleyse? Komünleştirin. Bu bana gittikçe daha da çekici gelen bir sözcük. Toplumsal ilişkileri parçalayın ve farklı bir temelde örün. Elbette, bu açıkça sizin Ortak Zenginliğinize yaklaşıyor, ama bana isimler yerine fiiller açısından, eyleyişlerimiz açısından düşünmek önemli geliyor. Her zaman olduğu gibi, sorun hayatın maddi üretimidir. Sermayeye karşı çığlık atarsak ama sermayeden kopan bir şekilde yaşamayı beceremezsek isyanımızda çok da ileri gidemeyiz. Kapitalist toplumsal ilişkileri parçalayabilmek için, yeni üretici güçlerin desteğine ihtiyacımız var, ama teknolojinin eski ortodoks-Marksist anlamında değil, insani etkinliğin yeni bir örülüşü anlamında. Bu yüzden senin dediğin gibi, beni dehşete düşüreceğini düşündüğün, eyleyiş sovyetlerine kesinlikle EVET. Emeğe-karşı-eyleyiş, benim için, kendi etkinliğimizi, kendi üretici gücümüzü kendimizin belirleyebilmesini merkezine almış olan, kolektif ve komünleştirici bir öz-belirlenim hareketi anlamına geliyor. Belki de hareket yeni kurumlar yaratır, ama sadece bir nehrin suyunun bir anlığına havuzlarda durulması ve sonra yine akmaya devam etmesi gibi. En son yönelttiğin “Eyleyişler nasıl örgütlenir ve örgütlenmelerinin biçimi nedir?” sorusuna sanırım bu bir yanıt oluşturabilir. Eyleyişi komünleştirici bir öz-belirlenim hareketi olarak düşünürsek onun hangi biçimi alması gerektiğini çok zor ortaya koyabiliriz. En iyi ihtimalle, geçmişin ve şimdinin deneyimlerine bakıp bunlardan birtakım öneriler çıkarabiliriz.
Soyut emek konusunda ayrılıyoruz. Ben soyut emeği, para olan toplumsal bağın tözü olarak anlıyorum. Başka bir deyişle, ürünlerimizi meta olarak değişmemiz bizi kendi etkinliklerimizin denetiminden soyutluyor, kopartıyor. Soyut emek (ve dolayısıyla para) toplumsal öz-belirlenimin olumsuzlanmasının çekirdeğini oluşturur ve bu yüzden toplumsal öz-belirlenim için mücadele soyut emeğe (ve paraya) karşı bir mücadele olmak zorundadır. Senin gibi, soyut emek olmadan proletaryanın olamayacağını söylemek doğru bir şey, ama kimin proletaryaya ihtiyacı var ki? Proletaryanın varoluşunun kendisinin proletarya olarak varoluşuna karşı bir mücadele olduğuna katıldığını sanıyorum. “Değişim değeri yerine kullanım değerini olumlayan politik bir proje bana kapitalizm öncesi bir toplumsal düzeni yeniden elde etmek yönündeki nostaljik bir çaba gibi geliyor” demek bana kesinlikle yanlış görünüyor. Böyle de olabilir, ama bana göre bu, komünist ya da anti-kapitalist bir toplum yaratma mücadelesinin özünü oluşturuyor. Eğer mücadeleyi farklı tür bir yaratıcı etkinlik (soyut emekten özgürleşmiş bir eyleyiş) ve dolayısıyla farklı tür bir ürün (değerden özgürleşmiş bir kullanım değeri) yaratmak olarak görmüyorsan, bu seni, elbette soyut emek ve somut emek arasındaki ayrım karşısında kör olan ve bu yüzden feci sonuçlara yol açan Leninizme epey yaklaştırmaz mı?
Söylenecek daha çok şey var. Örneğin, ilerici hükümetler: Sorun onları yalnızca antagonist olarak görüyor olmam değil. Daha ziyade sorun, bu hükümetlerin benimsemiş olduğu örgütsel biçimin (devlet) onları kapitalist toplumsal ilişkilerin genelliğiyle bütünleştirmesi ve onları, en azından bir eğilim olarak, kapitalizmi hedef alan hareketlere karşı döndürmesi. Mesela, son birkaç ayda Bolivya’da olanlara bakalım.
Daha devam etmek yerine, yazdıklarımı bir ikircimle bitireyim. Belki ikimiz için de bir ikilem olan bir şeyle; yine de farklı yönlere eğilim gösterdiğimizi zannediyorum. Mektubunun başlarında “İsyan önce gelir, ama kendiliğindenlik yeterli değildir. İsyan, devrimci bir süreç içinde örgütlenmelidir” diyorsun. İlk cümleye ben de katılıyorum, ama beni durduran, kaygılandıran, şoke eden ve yeniden kaygılandıran asıl ikinci cümle. Benim için isyan, hoşnutsuzlukların ve başka-eyleyişlerin devasa ve patlayıcı bir birleşimi, kapitalist toplumsal ilişkilerin bir sürü yerinden delinişinin olağanüstü bir biçimde bir araya gelişi anlamına geliyor. Sermayenin bir yeniden kabarmasının içine çekilmekten kaçınabilmek için, öyle güçlü bir komünleştirme (ya da çatlakların birleşmesi) söz konusu olmalı ki paranın toplumsal rabıtası kırılmalı ve anlamsızlaştırılmalı. Ya da istersen şöyle diyeyim, isyan kendisini kapitalizmi tamamen parçalamaya yetecek bir ivme kazanabilecek şekilde örgütlemeli. Örgütlenme önemlidir, ama bir örgüt değil: Bunun aşağıdan gelen bir örgütleniş, bir komünleştirme olması gerekir. “İsyan devrimci bir süreç içinde örgütlenmelidir” derken bunu mu kastediyorsun merak ediyorum.
Memnuniyetle
John
Ekim 2011
Sevgili John,
Hâlâ bazı yanlış anlamalar var. Örneğin, soyutlama ve soyut emeği tamamen farklı şekillerde anladığımız açık. Ortak Zenginlik’te kapitalist reformun imkânsızlığını göstermek için yaptığımız düşünce deneyinin yer aldığı paradoksal pasaj, bu mektupta yeniden gündeme geliyor ve seni böyle bir reformun bizim programımız olduğunu düşünmeye götürüyor. Ama gerçekten bu gibi yanlış anlamalar oldukça küçük yanlış anlamalar ve bize çok büyük görünse de okuyucularımız açısından bunların çok az önemi olduğunu zannediyorum.
Yine de mektuplaşmalarımızı okurken bana çarpıcı gelen şey, paylaştığımız ortak teorik ve politik zemin. Senin de dediğin gibi, “kurumsallaş ve yık” –ve aynı zamanda “yık ve kurumsallaş”- zemininde (çünkü süreç kesinlikle her iki yönde de işliyor) memnuniyetle buluşabiliyoruz. Ama sonra, farklı yönlerde hareket ettiğimizi ya da en azından vurguyu denklemin farklı taraflarına yaptığımızı ekliyorsun. Bence fark en çok, birbirimizin formülasyonlarına dair değerlendirmelerimizi ifade ettiğimizde açık hale geliyor. Ben çoğunlukla kendiliğinden isyana çok fazla inanmak karşısında temkinliyim, çünkü bu kendi başına kalıcı alternatifler yaratmakta başarısız oluyor ve bu yüzden kurucu süreçleri vurguluyorum. Sen ise bunun yerine tekrarlayan pratikler ve kurumsal yapıların sabitliğinden daha fazla ürküyorsun ve dolayısıyla kopuşa ve harekete ayrıcalık veriyorsun. Bu açıdan, aşk üzerine kısa fikir alışverişimizde dile gelen değerlendirmeleri özellikle ilginç buluyorum. Ama bu gibi vurgu farkları bile abartılmamalı, çünkü çok açık ki her ikimiz de birbirimizin kaygılarını büyük oranda paylaşıyoruz.
Mektuplaşmamıza hareketler ve tabi bizler de birkaç adım daha ilerleyebildiğimizde yeniden devam edebilmek umuduyla burada son verirken, bundan çok mutlu olduğumu belirtmek isterim.