top of page

*Milliyeti Olmayan O Ulus, Sınıflaşmayı Reddeden O Sınıf

  • Yazarın fotoğrafı: otonomdergi
    otonomdergi
  • 16 Kas 2023
  • 8 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 9 Ara 2023

Onur, milliyeti olmayan o ulustur, aynı zamanda bir köprü olan o gökkuşağıdır, içinde hangi kanın dolaştığı önemli olmayan kalpteki o tınıdır; sınırlar, gümrükler ve savaşlarla alay eden o asi itaatsizliktir!
Subcommandante Marcos/Galeano
 
Kobane’nin kalbindeki tını, dünyanın pek çok coğrafyasında yankılanırken, bu coğrafyadaki bizleri olup bitenin “devrimciliği” konusunda, en iyi ihtimalle, şerhler düşmeye, “yeni yaşam” çağrısında yeterli “sınıfsal dozun” nasıl ayarlanması gerektiğine dair vesveseli düşüncelere iten bu siniklik de neden? Hep denildiği gibi: Özerklik, öz-yönetim, tamam ama peki ya ekonomi? Kadınlar, halklar, inançlar, tamam ama ya emekçiler? Kimlik, tamam ama peki ya sınıf? Bu sorulara –bizi etkin kılmak yerine sinikleştirebildiklerine göre- tatmin edici yanıtlar üretmek hiç mümkün olmadıysa, bizzat bu soruları sorduran bakış açılarımızı sorgulamayı deneyebilir miyiz? Yeni sorular, bakış açısındaki değişimler, bakış açısındaki değişimler yeni eyleyiş biçimleriyle birlikte gelir. Hayal gücümüzü ve zekâmızı, dünyanın pek çok coğrafyasında belirmekte olan o yeni eyleyişlere açabilir miyiz: milliyeti olmayan o ulusa, sınıflaşmayı reddeden o sınıfa, devleti olmayan o demokrasiye, o itaat ederek yönetenlere, savaşı amaç edinmeyen o savaş makinelerine, o öz savunma güçlerine? Belki o zaman yeni bir söz bulabiliriz, yeni bir şekilde eyleyebiliriz, başka şeyler umabiliriz. Belki o zaman “peki ama”nın bir soru altına gizlenmiş buyurucu bir yanıttan başka bir şey olmadığını görebiliriz. Bu sözde soru, imkânsız olanın nasıl gerçekleşebileceğini, mümkün olandaki değişimi görmek istemez, aksine hiçbir şeyin değişmemiş olduğunu telkin eder. Sorunun içinden çıkılmazlığı, bu muhafazakârlığında yatar. Oysa Zapatista isyanından, işgal hareketlerine, Gezi’den Kobane’deki direnişe, mücadele halindeki öznellikler bize bu çıkmazdan kurtulmanın yollarını açıyorlar. Bizleri söyleyebileceklerimizin, yapabileceklerimizin, umabileceklerimizin sonuna kadar gitmeye davet ediyorlar.
 
Ne Söyleyebiliriz
Kapitalizmin geçirmekte olduğu dönüşümle aynı anda açığa çıkan yeni direniş odakları, yeni öznellik biçimleri, solun politik teori geleneğinde ciddi açmazlara yol açtı. Gerçekleşmekte olduğu halde, mevcut sol için düşünülemez, tahayyül edilemez kalan eğilimler çıktı. Bir kimlik mücadelesi nasıl olur da kimlikçiliğin reddini arzulayabilir? Ulussuzlaşmayı savunan bir ulus nasıl mümkün olabilir? Ya da cinsiyetsizleşmeyi savunan bir kadın hareketi? Sınıf ve kimliğe dair kurulu imgeleri nedeniyle sol, kurulu değerler için savaşmak yerine doğrudan bu değerlerin eleştirisine, değerleri yeniden değerlendirmeye girişen bu hareketleri, en iyi ihtimalle bir toplumsal muhalefet gücü olarak görebiliyor ve bu hareketlerin bir sınıf siyasetinin kuruculuğunu asla taşıyamayacağına inanıyor. Sadece kimlik siyaseti içinden okuyabildiği bu mücadelelerdeki o yeniliği, bizzat kimliği kimliksizleştirme arzusunu, kurulu değerler alanını altüst ederek yeni değerler yaratma istencini ıskalıyor. Marx’ta sınıf siyasetinin, tam da değerlerin böyle bir yeniden değerlendirilmesine, yaşamın farklı yollardan değerli kılınmasına oturduğu tamamen unutulmuş görünüyor.
Marx’ın ekonomi-politik eleştirisinin devrimciliği, burjuva ekonomisinin dayattığı değerler alanını, yani emek değer yasasının terimlerini olduğu gibi kabul etmek ve bu terimler içinde mücadele etmek şöyle dursun, bizzat bu terimleri altüst ederek kurulu değerlerin aşımının önünü açmasında yatar. Marx, sınıfı burjuva değerler alanının bir öznesi, bu değerler alanının bir üreticisi olarak gördüğü için, sınıfın devrimciliğini onun kendini reddedebilme gücünde bulur. Marx’ta sınıf siyaseti, sınıfın değil sınıfsızlaşmanın olumlanmasına dayanır. Proletarya, sınıflaşmayı reddeden o sınıftır, sınıfsızlaşmayı isteyen o sınıf… Bu yüzden Marx’ın değer teorisi, her şeyden önce emek değer yasasının etik-politik bir eleştirisidir. Bu eleştiri, tam da kurulu değerlerin aşımına, farklılaşma istencine içkinliği nedeniyle, başından itibaren etik-politik bir nitelik taşır. Sınıf siyasetini, artık geçersizleşmiş olduğunu söyleyerek itibarsızlaştıranlara karşı, bu etik-politik eleştirinin pratik olarak sonuna kadar götürebileceği tarihsel bir uğraktan geçiyoruz. Bu uğrağın getirdiklerini üstlenebilmemiz için, Marx’ın değer teorisinin yıkıcılığı üzerine, değerleri yeniden değerlendiren bu sınıfsızlaşma perspektifi üzerine yeniden düşünmemiz gerek.
Marx’ın değer teorisi üzerine okumalarda hâkim “sınıfsal” yaklaşım, çoğunlukla, üretimdeki sömürüyü açığa çıkarmaya dönük bir eleştirelliğe indirgenmiş haldedir. Sömürünün sömürüyü mümkün kılan koşullara içkinliği, başka bir deyişle artı değer sömürüsünün sermayenin “değer”e dair sunmuş olduğu imgeye ve bu imgeye göre yaratmış olduğu tüm bir değerler alanına bağımlılığı görülemediği ölçüde, bu eleştiri, sömürünün eleştirisinden, sömürüyü mümkün kılan koşulların eleştirisine kadar gidemez. Değer teorisinin, artı değerin eleştirisinin ötesinde, bizzat mevcut değerlerin eleştirisi için, değerlerin bir yeniden değerlendirmesi için sunduğu olanaklar görülmeden kalır. Değeri belirleyen emek-zaman ölçüsünden artı değer sömürüsünü açığa çıkarmak için yararlanılır, artı değer üretimi böylece eleştirilir; ama sermayenin üretiminin vazgeçilmez koşulu olan bu ölçü ve buna bağlı olarak oluşturulan değer imgesi ve bu imgeye göre örgütlenmiş tüm bir yaşam, eleştirinin ufku dışında kalır.
Halbuki Marx, sermayenin, bir meta yığını ötesinde artı değer yaratımı aracılığıyla belirli bir toplumsal ilişkinin sürekli yeniden üretimi olduğunu söylediğinde, belirli bir üretim tarzının belirli bir yaşama tarzından asla ayrılamayacağını da söylemiş olur. Emek-zaman ölçüsüne bağlı değer üretimi, bu yönüyle doğrudan biyo-politik bir nitelik taşır. Grundrisse’nin para üzerine bölümünün eki,[i] kapitalist üretimin bu biyo-politik niteliğinin muazzam bir analizini içerir. Marx, burada, emek-zamana bağlı değişim değerinin cisimleşmesi olarak paranın eleştirisini, ücretli emeğin yaşam biçiminin eleştirisine dönüştürür. Değişim değeri, yalnızca sömürünün değil, bu sömürüyü mümkün kılan belirli bir yaşam biçiminin kurucu öğesi olarak eleştirilir. Marx’ta değerleri yeniden değerlendiren eleştirinin radikalliği kendini burada belli eder.
Aslında Marx, Grundrisse’de paranın bizzat topluluğu/ortak olanı kurucu rolünü anlattığı bu satırlarda, ister emekçilerin cephesinden ücret ve borç, isterse kapitalistlerin cephesinden sermaye talebi biçimine bürünmüş olsun, para hırsının bütün toplumsal ilişkilerin üretiminin motoru haline geldiği günümüz toplumunu anlatır. Marx burada parayı, yalnızca emek-zamana bağlı değer ölçüsü ve dolaşım aracı değil aynı zamanda bir yaşam biçimi olarak görmektedir.
Hatırlanacağı gibi, paranın tözü değişim değeridir, değişim değeri ise zenginlik. Parada genel zenginlik, bireyselleşmiş, maddi bir biçim altında ortaya çıkar. Marx’a göre para, yani dolaşımdan gelen ve sadece toplumsal bir sonuç olarak görünen, genel zenginliğin bu bireyselleşmiş biçimi, sahibiyle hiçbir bireysel ilişkiyi önsel olarak gerektirmez. Bu yüzden ona sahip olmak bireyselliği herhangi bir yönde geliştirmez de. Ama paradoksal olan, paranın, insanın bireyselliğiyle hiçbir bağı olmadığı halde ona içinde bulunduğu toplumsal ilişkiler üzerinde bir güç, bütün zevkler, tatminler üzerinde genel bir güç vermesidir. İnsanlar toplumsal güçlerini artık ceplerinde taşımaktadır. Para bu yönüyle de bireyselleştirici bir güç olarak ortaya çıkar. Kapitalizmde para, zenginliğin tek biçimi olmasına koşut olarak, bireyleştirici yegâne güçtür de. Paranın toplumsal ilişkilerin tözü haline gelişini açıklayan da bu paradokstur, yani paranın her türlü bireysel biçime bürünebilecek böyle bir genel bir güç olarak ortaya çıkışıdır. Paraya sahip olma, zenginleşme bir tutku haline geldiğinde, bu tutku aynı zamanda şeylere, toplumsal ilişkilere hükmedebilecek genel bir gücün tutkusu biçimini alır.
Marx, böyle bir zenginleşme tutkusunun, yani para hırsının hâkimiyetini, elbette tarihsel/toplumsal bir mesele olarak ele alır. Bu tutkunun gelişimi, paranın insanları harekete geçirici bir güç haline gelişi, Marx’a göre, toplumun belli bir örgütlenişini, Antik Yunan ya da Roma’da görülen diğer toplumsal formasyonlardan farklı olarak, değişim değerinin şeyleri, insanları birleştiren bağ olarak ortaya çıkışını varsayar. Para hırsı, paranın toplumsal bir formasyonun motoru, bütün zihinsel ve maddi üretici güçleri harekete geçiren güç haline geldiği bir koşulda mümkündür. Peki nasıl olup da para, topluluğu/ortak olanı kurucu böyle bir rol üstlenebilmekte, toplumsal ilişkilerin üretiminin motoru haline gelebilmektedir? Marx’ın buna yanıtı şudur: Para ancak emeğin, Antik Yunan’da olduğu gibi köle emeği ya da ortaçağda olduğu gibi loncaya ya da toprağa bağlı olduğu bağımlı emekten farklı olarak, ücretli emek biçiminde var olduğu bir toplumda üretimin gelişkin bir öğesine dönüşebilir. Ücretli emeği, diğer emek biçimlerinden farklı kılan yanı, emek-zamanla ölçülebilir olan değişim değeri, yani para üretmesidir. Başka bir deyişle, ürettiği ürün, donmuş emek-zaman içeren bir meta olduğu için, ücretli emeğin hem konusu hem de sonucu paradır. Dahası karşılığı para olduğu için, ücretli emeğin amacı da para haline gelmiştir. Dolayısıyla onu artık işe koşan, üretim için harekete geçiren güç, artık Antik Yunan’da olduğu gibi doğrudan zor ya da ortaçağda olduğu gibi bağımlılık değil, paradır. İster ücretli emek haline gelen emek yönünden, isterse onu ücretli emek biçiminde özneleştirerek yaratmış olduğu değere el koyan sermaye yönünden bakılsın, genel zenginlik artık onun temsilcisine sahip olmak için üretilmektedir. Ücretli emeğe dönüştüğünde emeğin amacı, daha önceden olduğu gibi “onun tikel ihtiyaçları ile tikel bir ilişki içinde ortaya çıkan tikel bir şey” değil, genel zenginliğin maddi temsilcisi olarak paradır. Değişim değerinin cisimleşmesi olarak para artık hem herkesin varlığını sürdürebilmesinin genel maddesi hem de aynı anda herkesin emeğinin toplumsal ürünüdür. Para hırsını genel zenginliğin üretiminin motoru ve kaynağı haline getiren toplumsal koşul budur.
Sermaye, emeği bu şekilde ücretli emek olarak özneleştirerek onu yaşamı başka şekillerde üretebilecek, yaşamı dönüştürebilecek yaratıcı ve etkin gücünden ayırır; onu sadece sermayeyi, değişim değerini, parayı üreten bir güç haline getirir. Paranın tahakkümü emeği ücretli emek olarak üretmekte, ücretli emek ise parayı üretmektedir. Para böylece topluluğun/ortak olanın hem üreticisi hem de ürünü haline gelir. Öyleyse Marx’ın gözünden, kapitalist yaşam biçiminin hücresi, ücretli emektir. Değişim değerini, parayı ve emek değer yasasını, toplumsal bir ilişki olarak, bir yaşam biçimi olarak yeniden üreten bizzat odur. Emek böyle bir yaşam biçimi altında ücretli emek olarak sınıflaşmakta, ücretli emek olarak kimlikleştirilmektedir. Ücretli emek, değişim değeri üzerine kurulu yaşamın kişileşmiş bir biçimidir. Buradan bakıldığında, ücretli emeğin siyaseti de bir kimlik siyasetidir, o da kurulu değerleri altüst etmek yerine, kurulu değerler için verilen bir savaşımdır. Marx’ın ilerleyen sayfalarda dediği gibi: “Aynı zamanda hem ücretli emeğin korunmasını hem de sermayenin ortadan kaldırılmasını istemek, demek ki kendi içinde çelişkili ve kendi kendini çürüten bir taleptir.”[ii]
İşte Marx'ın değer teorisinin yıkıcılığı, ücretli emeğin bu reddinden gelir. Marx’ta sınıf siyaseti daima, sınıfsızlaşmanın, emeği ücretli emek olarak sınıflaştıran değerlerin altüst edilmesinin, sınıfın kendini reddedebilme gücünün içinden görülür. Bu yüzden komünizm de, Marx’ta sınıfın siyasetine sonradan gelip dışarıdan eklemlenecek bir boyut gibi düşünülmez. Komünizm, değerleri yeniden değerlendirme istencidir; yeni değerlere, yeni bir yaşama tarzına, yeni bir hissetme biçimine duyulan arzunun edimselliğidir. Edimsellikten başka bir varoluşu olmadığı için de, o ne sonunda varılacak bir ideal, ne de ulaşılacak bir erektir. Tersine Marx’ta komünizm daima önce gelir: “Komünizm bize göre ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ideadır. Biz bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz.”[iii] 
 
Ne Yapabiliriz
O halde Marx’ın değer teorisinin birbirinden ayrılamayacak olan iki boyutu vardır. Değer teorisi, üretimdeki sömürüyü açığa çıkarması nedeniyle, kendimizi sömürünün nesnesi olarak tanıyabilmemizi sağlar. Ama değer teorisi bize sadece kim olduğumuzu söylemez. Aynı zamanda bizi olduğumuz bu şey haline getiren pratiklerimizi sorunsallaştırarak, olduğumuz şeyi reddedebilmenin olanaklarını açar. Sermayeyle mücadele edebilmek için, sermayeye karşı olduğu kadar kendimize karşı da mücadele etmek zorunda olduğumuzu gösterir. Sınıfsızlaşma, kendimize karşı vermemiz gereken bu pratik mücadeledir. İşçi sınıfı kimliğinin pratik çözülüşüdür. Başka türlü düşünmek, başka türlü üretmek, başka türlü eylemek, başka türlü yaşamaktır. Bu yüzden işçi sınıfının öz-yıkımı, onun kendini baştan yaratma istencinin bir belirtisidir.
Bu sınıfsızlaşma perspektifinden ayrılmazlığı nedeniyle Marx’ın değer teorisi, üretimin ve değerin ekonomi-politiğin terimleri içinde kalan yeni bir düzenlenmesini değil, bizzat üretim ve değerin yeniden değerlendirilmesini öngörür. Marx’ta komünizm, ancak pratik edilebilir olan, uygulanışında var olan bu yeniden değerlendirmedir. Ekonomi-politiğin dar temellerini havaya uçuracak olan etik-politik bir yaşamın üretimidir. Nitekim Marx değer teorisiyle bize açıkça, üretimi, yalnızca ürünün üretimi olarak değil, hem üretici hem de ürün olan bütün bir yaşamın üretimi olarak düşünmeyi önermektedir. Ücretli emeğin ürününün, bir yaşam biçimi olduğunu gösterdiğinde, Marx üreten özne ile üretilen nesne arasındaki ayrımı da ortadan kaldırır, aslında ürünün üretildiği her seferde bizzat üretici üretilmektedir. Bu, insanın insan tarafından üretimidir. Üretimin olduğu her yerde yaşam vardır, yaşamın olduğu her yerde de üretim. Görüldüğü üzere, Marx’ın üretim tasavvuru, sermayeyi analiz ederken bile, ekonomi-politik değil doğrudan etik-politik bir nitelik taşır. Bu duruş noktası, bize aynı anda hem değişim değerinin kurucu bir toplumsal bağ olarak reddinin hem de şeyleri ve insanları birleştiren yeni bir toplumsal bağı inşa edebilmenin olanaklarını sunar. Böyle bir toplumsal bağ olarak komünizm, üretimi, ekonomi-politiğin ona verdiği sınırlı anlamdan kurtarır, onu yaşamın uzandığı yere kadar yayar. Şimdi üretim, yaşam kadar zengin, çok yönlü, çok değerli ve canlıdır. Tersinden yaşamın da artık ekonomik bir temeli ya da özü yoktur, hangi değerleri, nasıl üretiyorsak o kadar ve öyle yaşıyoruz. Başka bir deyişle komünizmin materyalizminde, üretmek bir yaşam kurmaktır, sermayeyi değil yaşamı değerli kılmaktır, yaşamak ise üretici bir pratik. Marx'ın materyalizminin gücü, yaşama duyduğu bu inançta, toplumsalın bu pratik kuruluşunu olumlamasında yatar. Chiapas’tan Rojava'ya, Rojava'dan Gezi'ye dokunmakta olduğunu gördüğümüz bağlarda, anlaşılabilir, pratik edilebilir ve umulabilir hale gelen, bu materyalizmdir. Yaşamı değerli kıldıkları için, yaşamdan yaşam ürettikleri için, mümkün olabilecekleri değiştirdikleri için, imkânsız olanı gerçekleştirdikleri için.
 
Yazar: Sinem Özer

[i] K. Marx, Grundrisse 1, çev. Arif Gelen, Sol Yayınları, 1999, s.141-159.
[ii] A.g.e., s.221.
[iii] K. Marx ve F.Engels, Alman İdeolojisi, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, 2004, s.24.
bottom of page