top of page

*Marx Üzerine Yirmi Tez: Sınıfın Günümüzdeki Durumunun Yorumlanışı

  • Yazarın fotoğrafı: otonomdergi
    otonomdergi
  • 17 Ara 2023
  • 37 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 26 Ara 2023

"Foucault ve Deleuze’a göre bu sonuncu paradigma etrafında yeni, radikal bir biçimde yeni bir düzen olanağını düşünmemize izin veren niteliksel bir sıçrama saptanır: komünizm olanağı. Egemenlik toplumunda demokrasi cumhuriyetçiyse, disiplinci toplumda demokrasi sosyalistse, iletişim toplumunda da demokrasi ancak komünist olabilir."

Yazar: Antonio Negri

1-3 No.lu Tezlere Giriş Notu
İLK ÜÇ TEZ, değer kuramı üzerine olan önceki çalışmalarımın[i] sonuçlarını toparlıyor ve bunların metodolojik bir önemi var. Önceki çalışmalarımla tanışık olmayanlar bunları ağır bulabilirler. Bu durumda yazının 4.tezden başlayarak okunmasını ve sonrasında ilk üç teze geri dönülmesini öneririm.
Yukarıda belirtilen çalışmalarda sürekli iki geleneksel temayı -değer kuramının geçerliliği sorununu ve sosyalizmden komünizme geçişin gelişimini- politik tarihin yeni aşamasıyla, yani kapitalist birikim sürecinde bütün toplumun sermayenin boyunduruğu altına alınması ve bu yüzden devrimci öznelliğin çıkış yeri olarak fabrika işçisinin merkeziliğinin sonlanmasıyla, ilişkilendirmeye çalıştım. Bu ilk üç tezde, değer yasasının ekonomik işlevinin artık, önceki ve geçmiş bir emek ve birikim örgütlenmesine bağlı olduğu oranda, bitmiş olmasının toplumsal emeğe bağlı çelişkilerin merkeziliğini azaltmadığı ilkesini doğrulamak istiyorum. Öyleyse yeni yıkıcı politik öznellik bu yeni alan üzerinde tanımlanmalıdır.
 
1.Tez: Kuruluştan Değer Yasasının Belirlediği Sosyo-Politik Mekanizmayı Anlıyorum.
Değerin biçimi, belirli bir toplumda kolektif emeğin örgütlenişinin maddi temsilidir. “Temsil”le kastettiğimiz şey değerin biçiminin kavramsal bir ürün oluşudur. Fakat “maddi” bir temsil dediğimizde farklı bir şey kastediyoruz: değer biçimi toplumsal bir kuruluşun temsili olmakla birlikte, toplumsal kuruluşa karşılık gelir ya da değer biçimi gerçekten üretici ortaklığın yapıları ve belirli bir toplumda üretilen değerin dağıtım ve yeniden üretim sistemi üzerine işlenmiştir. “Üretim tarzı” ya da bir toplumun üretim sistemi, bir anlamda, değer biçiminin “temel”inde yer alır; değer biçimi, aksine, emek süreçlerinin, tüketim normlarının ve düzenleme modellerinin toplumsal olarak etkili ve temsili dolayımını oluşturur, kısaca üretim tarzının “üstünde” yer alır. Üretim tarzı toplumsal kuruluşun temsili olmaksızın değerin biçimidir. Aksine değerin biçimi belli bir toplumun aşkın maddesidir. O halde basit üretim tarzından daha yüksek bir ontolojik yoğunluğa sahiptir.
Değerin biçimi emeğin eleştirisi ile tanımlanır. Emeğin eleştirisi iki anlama gelir: Birincisi emeğin analizidir; ikincisi emeğin eleştirisinin ta kendisidir. Emeğin analizi, ne sadece politik ekonominin ne de sadece ideoloji, hukuk ve devletin analizidir. Değerin biçimi, politik olan kategorisi altında toplanmış olan bütün bunların analizidir. O halde emeğin analizi, belli bir toplumun politikasının ya da gerçekten de kuruluşunun analizidir. Fakat, bu kuruluş bir özneler çokluğunun emeğinin mekanizmasıdır ve bu yüzden emek-değer yasasının belirli bir işleyişinin ürünüdür. Burada sonuç olarak, emeğin analizi emeğin eleştirisi haline gelir ve emeğin analizi nerede toplumsal emeğin gelişiminin ya değerin birikimi sürecini ya da dağıtım normlarının bir bileşimini ürettiğini gösterirse, emeğin eleştirisi bu sentezi bozar, bu kuruluşu menteşelerinden kurtarır ve değerin biçiminin kapsadığı antagonizmaların tekilliğine ve dinamizmine işaret eder.
Bir kuruluşla sabitlenmiş antoganizmaların çözümünün kuralları tarihsel olarak değiştirilebilirdir. Değerin biçimi her zaman, toplumun tarihsel hareketlerine göre değişen bir ilişkinin sonucudur. Fakat tarihsel değişimler antagonizmaların çözümünün gelişimi ve düzeyiyle belirlendiğine göre, değerin biçiminin antagonizmaların bir işlevi ve onların çözümünün bir ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Bir çokluğun kuruluşunun aşkın maddesi olarak değerin biçimi, toplumsal antagonizmaların belirlediği alternatiflere tabi kılınmıştır. Bu yüzden alternatif olarak ya kendini “üretim tarzıyla” tanımlama doğrultusunda, ya da aksine devrimci pratik yoluyla eleştirel olarak deneyimleme doğrultusunda eğilim gösterebilir.
Marx’ın Kapital’inin, 1.cildinin 1.bölümünde değerin biçimi 1.) bir eşitlik biçimi ve böylece bir ilişki biçimi olarak 2.) kurucu parçaları tarihsel olarak belirlenmiş bir ilişki olarak ve sonra 3.) soyutlamanın en üst noktasına doğru hareket eden ve 4.) ilişkinin, ilişkinin biçiminin ve karşılık gelen üretim tarzının antagonistik karakterini saklayarak 5.) bu hareket içinde bir gizem yaratan (eşitlik olarak değer) 6.) bir değişim ilişkisinin dinamiği olarak sunulur. Değerin biçiminin Marksist tanımlarının bu ilk serisi eşzamanlıdır. Fakat içlerinde hemen artzamanlı bir yarık açılmaya başlar, örneğin, antagonizmanın tarihsel belirleniminin ve dinamizminin tanımının, ontolojik bir tanımlanmayı, öznel bir zemini, eğilimin maddileştirilmesini gerektirdiğinin açık olduğu 2 ve 4. noktalarda. Bu durumda Marx’ın, Kapital’in birinci cildinin 3. ve 4. bölümlerinde tamamen artzamanlı bir söylemi benimsemesi tamamen mantıklıdır. Burada, değerin biçiminin analizi, içinde tarihsel değişimin kuramsal tanımı bütünlediği ve ontolojik dokunun maddiliğinin praksis olanağını sabitlediği tarihsel-politik bir söylem haline gelir.
Marx’ın anlayışının sınırı, değerin biçimini nesnel bir ölçüye indirgemesindedir. Bu onu, kendi eleştirel öncüllerine ve analizinin zenginliğine karşıt olarak, sermayenin tarihsel gelişimini birikimin doğrusal eğilimlerine göre düşünmeye zorladı ve sonuçta onu sınıf mücadelesi hareketlerini felaketin ve yeniliğin ışığında gösterebilme başarısından alıkoydu. Tarihsel materyalizm, Grundrisse gibi mucizevi metinlerde dahi, emeğin ilerleyen bir şekilde sermayenin boyunduruğu altına alınışının doğal bir tarihini oluşturma ve değerin biçimini kendi mekanizmalarını mükemmelleştirmenin ilerleyen, ama ütopik, belirlenimci süreci içinde gösterme riskini taşır.
 
2.Tez: Değer Yasasının Krizine Rağmen Emek Her Kuruluşun Temelidir.
Değer yasasının krizde olduğunu söylediğimizde, değerin bugün nesnel bir ölçüye indirgenemeyeceğini demek istiyoruz. Ama değerin kıyaslanamazlığı, değerin temeli olarak emeği ortadan kaldırmaz. Bu olgu, tarihsel bir perspektiften bakıldığında açık hale gelir.
Marx “üretim tarzından” bahsederken Asyatik kültürden ortaçağ üretim tarzına, oradan burjuva ve kapitalist üretim tarzına geçişleri yaşayan bir dünya tarihini ortaya seriyor. Marx bu son aşama içinde, basit işbirliğinden manüfaktüre ve büyük ölçekli endüstriye çalışma süreçleri tarihinin değişik evrelerini tanımlar. Burada bu ikinci seriyi “üretim tarzının” uygun bir tanımı olarak almak önemli gözüküyor. Gerçekte bugün, büyük ölçekli sanayi tarafından temsil edilen üretim tarzı ve onun gelişimi, sadece burjuva kapitalist üretim tarzını değil, sosyalist-kapitalist üretim tarzını da, diğer üretim tarzlarının her kalıntısını da sarmalar ve kendi çıkarlarının aleti haline getirir. Kapitalist üretim süreci toplumsal üretimin en küçük parçasını bile kapsayacak kadar yüksek bir gelişme seviyesine ulaştığında, Marksizm açısından toplumun sermaye altındaki “gerçek boyunduruğundan” bahsedilebilir. Çağdaş üretim tarzı işte bu “boyunduruktur”.
“Gerçek boyunduruk” denilen bu üretim tarzında değerin biçimi nedir? Bu, üretimin toplumsal güçleri ve üretim ilişkilerinin kendileri arasında dolayımsız tercüme edilebilirliğin söz konusu olduğu bir biçimdir. Başka bir deyişle, üretim tarzı o kadar esnek bir hale gelmiştir ki, gerçekten, üretici güçlerin hareketiyle, yani üretime katılan bütün öznelerin hareketiyle karıştırılabilir. Gerçek boyundurukta değerin biçimini oluşturan bu ilişkilerin bütünüdür. Değerin bu biçiminin üretici güçler arasında gelişen bu gerçek “iletişim” olduğunu doğrulayarak bu kavramı geliştirebiliriz.
İletişim üretimin dokusunu ve değerin biçiminin özünü oluşturuyorsa, sermaye böylece her ilişkiyi üretimin maddi kalınlığından süzecek kadar geçirgen hale geldiyse, çalışma süreçleri toplumsal olanın uzanabildiği kadar uzağa uzanabiliyorsa, değer yasasına bağlı olarak ne gibi sonuçlar çıkartabiliriz?
İlk ve temel sonuç, bir ölçü kuramını değişimin evrenselliğine dışsal olan bir şeyle temellendirme olasılığının olmadığıdır. İkinci sonuç, toplumsal birikimin ölçülemez niteliği karşısında bir ölçü kuramının artık bir anlamının olmadığıdır. Üçüncü olarak, toplum içindeki üretici yollar, çalışan özneler arasındaki etkileşimler, hatta çalışma ilişkilerinin gelişme uzamı da, bütün bunların hepsi de tanım gereği ölçülemezdir.
Ama değer figürlerinin ölçülemezliği, toplumun herhangi bir kuruluşunun temelinde emeğin olduğu gerçeğini inkar etmez. Zaten, bir emek birikimine varan bir şekilde geriye doğru izlenemedikleri sürece, üretimi, zenginliği, uygarlığı değil tarif etmek, hayal etmek bile mümkün değildir. Bu birikimin ne ölçüsünün (belki) ne de ussallığının olması, bu birikimin içeriğinin, temelinin ve işleyişinin emek olduğu gerçeğinden bir şey götürmez. Üretimde gittikçe merkezi hale gelen entelektüel ve bilimsel kuvvetler yine de emeğin güçleridir. Maddi-olmayan güçlerin artışı emeğin yaratıcı işlevini ortadan kaldırmaz, hatta daha doğrusu onu soyutlanışı ve üretkenliği içinde yüceltir. Değerin özü alabileceği biçimlerden daha önemlidir ve o, kafa ve kol emeği arasındaki (bugün gölgede kalan) malum ayrılığın ötesinde ileri sürülmüştür. Soyut olan somut olandan daha doğrudur. Öte yandan sadece emeğin yaratıcılığı (kendini dışa vurum gücündeki canlı emek) değerin boyutuyla kıyaslanabilir.
 
3.Tez: Sömürü, Özgürleşme Zamanına Karşı Tahakküm Zamanının Üretimidir.
Değer yasası sadece emeğin ölçüsünün tanımında verili olsaydı, onun krizi toplumun kapitalist kuruluşunun krizi anlamına geliyor olacaktı. Ama değer yasası ölçü tanımına indirgenemeyeceğine göre ve krizdeyken bile hala emeğin değerli kılma işlevini ve böylece sermayenin onu sömürmesi gerekliliğini doğruladığına göre, bu sömürünün içeriğini tanımlamalıyız.
Sömürü kavramı sadece el konulan emek miktarıyla ilişkili olarak tanımlanırsa anlaşılır kılınamaz; aslında bir ölçü kuramının yokluğunda artık bu nicelikleri tanımlama imkanı yoktur. Ayrıca, yaygın üretim tarzı olarak toplumsal üretim ve iletişimin dolaşımına içsel aşkınlıkları ya da katı noktaları aramada, ayırmada, bölmede ısrar edersek sömürü kavramını anlaşılır kılmak zordur.
Sömürü kavramı, bir bütün olarak tahakküm süreçlerine karşı konularak tanımlanabilir. Bu bakış açısıyla sömürü kavramı ve sömürünün gerçekliği, toplumsal ve politik kuruluşu birleştiren bağ içinden kavranabilir. Aslında toplumsal emeğin örgütlenişini üst belirleyen şey, eşitsizlik ve hiyerarşinin sınırlarına göre kendi yeniden üretimini dayatan politik kuruluştur. Sömürü, toplumsal üretimin üst belirlenişinin politik sınırlarının üretimidir. Bu sömürünün ekonomik yönünün yadsınabileceği anlamına gelmez. Tersine, sömürü kesin olarak toplumsal ortaklığın ürününün ve biçiminin ele geçirilmesi, merkezileştirilmesi ve kamulaştırılmasıdır; bu yüzden oldukça anlamlı bir şekilde bir ekonomik belirlenimdir, ama biçimi politiktir.
Başka bir ifadeyle, olgun kapitalist toplumda (burjuva ya da sosyalist) ürüne politik el konuluşun ve toplumsal ortaklığın biçiminin belirli olduğu düşünüldüğünde, sömürü kavramı anlaşılabilir hale getirilebilir. Sömürü politik olarak; içinden toplumsal bir hiyerarşinin, yani sistemin yeniden üretimine uygun bir matrisler ve sınırlar sisteminin indiği kapitalist iktidarın bir işlevi olarak üretilir. Politika toplumsal sürecin bir gizemlileştirilmesi ve böylece bazen kullanıma, bazen etkisizleştirmeye ve bazen de üretim ve emeğin toplumsallaşma süreçlerini engellemeye hizmet eden bir mekanizma olarak sunulur. “Gerçek boyunduruk” döneminde politik olan ekonomik olanı tamamen yutmaya ve yalnızca tahakküm kurallarını koyduğu sürece onu ayrı olarak tanımlamaya eğilimlidir. Bu yüzden ekonomik olanın ve özellikle sömürünün ayrılığı, politik olanın yani İktidara sahip olanın bir gizemlileştirilmesidir.
Değer yasası, emeği, insanın yaratıcı enerjisinin açığa çıktığı zaman olarak değerlendirir. İleri kapitalizmin politik kuruluşunda İktidarın temel işlevi üretici ortaklığın toplumsal sürecinden kendi işleyişi üzerindeki komutayı söküp çıkarmasıdır, toplumsal üretici gücü İktidar sisteminin parmaklıkları içinde kapatmasıdır. Bu yüzden iktidarın zamanı, toplumsal zamanın özgürlükçü amaçlarını anlamsızlaştırmak üzere ayarlanmış bir makine anlamında, toplumsal zamanın sömürüsüdür. Sömürü bu yüzden, toplumsal ortaklığın zamanını kontrol etmek için bir aletler cephaneliğinin üretilmesidir. Burada tam, bütün toplumsal ortaklığın emek zamanı, tahakkümün sürdürülmesi yasasına tabi kılınmaktadır. En yüksek üretkenliğin zamanı olarak özgürleşme zamanı, bu yüzden tahakkümün zamanında iptal edilir.
 
4-10 No.lu Tezler İçin Giriş Notu
Bu tezlerde post-Fordizmi emeğin yeni toplumsal örgütlenişinin temel koşulu ve birikimin yeni modeli olarak ve post-Modernizmi bu yeni üretim tarzına uygun kapitalist ideoloji olarak alıyorum. Bu iki koşula birden toplumun sermaye altında gerçek boyunduruğu diyorum. Bu tezlerde görevim post-Fordizmin ekonomik-politik çelişkilerini tanımlamak ve post-Modernizmi gizeminden arındırmak. Politics of Subversion’da bu gelişimin eksiksiz bir muhasebesini vermeye çalıştım.[ii]
 
4.Tez: Kapitalist Gelişimin Dönemlere Ayrılışı Yeni Bir Devrin Başında Olduğumuzu Gösterir.
Burada, yaklaşık olarak 1848’den itibaren Marx’ın “büyük ölçekli sanayi” olarak tarif ettiği endüstri devrimi dönemiyle ilgileniyoruz. Marx önceki “manüfaktür” dönemini de incelediyse de -bunun kökenleri “ilkel birikim” dönemine ve modern devletin yapılanmasına dayanır- özel ilgisi “büyük ölçekli endüstri” dönemine yoğunlaşmıştır. Marx’ın merkezi kapitalist ülkelerdeki kökenleri açısından tarif ettiği büyük ölçekli endüstrinin gelişim eğrisi, Marx’ın bilimsel deneyim ufkunun çok ötesine uzanır; hatta, 1968 devrimine kadar bir yüzyıldan fazla sürer.
Bu büyük endüstri devrimi dönemi 1.Dünya Savaşı’yla (1914-1918) iki evreye ayrılır.
“Büyük ölçekli sanayi”nin ilk evresi 1848’den 1914’e uzanır. Bu evre aşağıdaki gibi nitelendirilebilir: 1.) Çalışma süreçleri açısından, işçi ilk kez bu dönemde makinenin buyruğuna sokulur ve makinenin bir uzantısı haline gelir. Burada üretici döngüye eklemlenmiş işgücü, emek döngüleri hakkında açık bir bilgiye sahip nitelikli bir işgücüdür (bu “profesyonel işçi” dönemidir). Önceki “manüfaktür” dönemine kıyasla işçi sınıfının teknik bileşimi ciddi bir biçimde değişmiştir, çünkü zanaatçı fabrikaya atılmıştır ve bir zamanlar bağımsız olan işçi niteliği her zaman daha kütleli ve karmaşık olan makinenin bir protezi haline gelmiştir. 2.) Tüketim normları açısından, bu evre kitlesel üretimin sürekli artışıyla karakterize olur ve bu kitlesel üretim, uygun ücret kapasitesiyle kıyaslanmadan sermayenin onu üretme kapasitesiyle ve buna karşılık gelen efektif taleple düzenlenir. Böylece bu aşama ekonomik döngünün derin düzensizliğinin belirlemesi tarafından sık ve feci çöküşlerle düzenlenir. 3.) Düzenleme modelleri açısından devlet, bu evrede, finans kapitalin yapılanışı, tekellerin güçlenmesi ve emperyalist gelişim arasındaki kurumsal bütünleşmenin her zaman daha katı düzeylerine doğru ilerler. 4.) Proletaryanın politik bileşimi açısından bu evre, kitlelerin sosyalist kurtuluşu projesine göre, ikili bir örgütlenmenin (bir kitle bileşeni ve bir de öncü bileşen, biri sendikalist ve biri politik), sanayi üretimi ve toplumsal örgütlenme üzerinde işçi yönetimi programı üzerine kurulu işçi sınıfı partilerinin oluşumuna tanıklık eder. Burada, profesyonel işçinin teknik bileşimi, sosyalist örgütlenmenin politik bileşiminde uygun bir karşılık bulur. Emeğin değerlerinin ve üretici fabrika emeği kapasitesinin bütün diğer faaliyetlere ve toplumsal tabakalaşmaya hükmetmesi ve onları anlamlandırması temel kabul edilir.
Büyük ölçekli sanayiinin ikinci evresi 1.Dünya Savaşı’ndan 1968 devrimine kadar uzanır. Bu evre şöyle karakterize edilebilir: 1.) Çalışma süreçleri açısından, proleteryanın yeni bir teknik bileşimi vardır ve bu eklendiği endüstriyel faaliyete karşılık olarak tamamen soyut hale getirilmiş bir işgücüdür. Bu şekilde Taylorizm tarafından yeniden örgütlenmiştir. Büyük ve dolayısıyla “niteliksiz” işçi kitleleri, hem aşırı derecede yabancılaştırıcı hem de karmaşık emek süreçlerine sokulmuştur. “Kitle işçisi” döngünün bilgisini kaybeder. 2.) Bu evre tüketim normları açısından Fordizmin, kitlesel sanayi tarafından üretilen malların edinilmesi beklentisi olarak ücret anlayışının kurulduğu evredir. 3.) Düzenleme modelleri açısından, üretim faaliyetini tam istihdamın ve sosyal yardım garantisinin sağlanması yoluyla desteklemek için, Keynesçi politikalar tarafından cesaretlendirilen (ama ayrıca genelde önceki evrenin döngüsel krizlerinin de yansımasıyla) bir müdahaleci Devlet modeli azar azar oluşturulmaya başlanır. 4.) Proletaryanın politik bileşimi açısından sosyalist işçi örgütlerinin deneyimleri devam ederken (bugün eski figürlerin iflas etmiş politik hegemonyasını devam ettiren esas olarak Sovyet deneyimidir. Profesyonel işçi şimdi Stakhanovcu Sovyet süpermenine dönüşmüştür) özellikle ABD’de ve en ileri kapitalist ülkelerde yeni örgütlenme biçimleri oluşur. Kitle işçisinin bu örgütlenme biçimlerinde, öncü, “işin reddi” ve “ücret eşitliği” gibi toparlayıcı büyük kavramsal noktalar geliştirerek, her türlü delegeli usul biçimini radikal bir şekilde reddederek ve İktidarı kitle ve taban biçimlerinde yeniden kendinin kılarak kitle düzeyinde hareket eder.
Bu iki evre açıkça, sanayi sermayesinin toplumun bütünü üzerindeki tahakkümünün sürekli artan yoğunluğunun kendilerine karşılık gelen düzeyiyle birleşir ve ayrılırlar. Birinci evrenin ikinci evreden ayrılığı emeğin daha yüksek bir soyutlanma evresine geçişi ile ya da daha kesin olarak profesyonel işçinin hegemonyasından kitle işçisinin hegemonyasına geçiş ile belli olur. Bu noktada yeni bir devir başlar. Emeğin her zaman daha yüksek bir soyutlanmasına olan eğilim gerçekte yok olur ve gelişimin yeni, özgün ve radikal perspektifleri ortaya çıkar.
Yeni devir hemen 1968’i takip eden yıllarda başlar. Bu dönem şu olgularla karakterize olur 1.) Çalışma süreçleri fabrikaların otomasyonu ve toplumun bilgisayarlaştırılması ile her zaman daha radikal bir şekilde koşullanır. “Toplumsal işçi” (bu, toplumsal üretim ağlarına taşınmış çalışma ortaklığı işlevlerinin bileşiğidir) hegemonik bir konum alırken, üretken emek derhal üretim sürecindeki merkeziliğini kaybeder. 2.) Tüketim normları bir kez daha piyasanın tercihlerine bırakılır ve bu açıdan (üretimin ve iletişimin toplumsal örgütlenmesinin zorunlu ön varsayımı üzerine kurulu) yeni tipte bir bireycilik kendini ifade etme araçlarına kavuşur. 3.) Düzenleme modelleri, çokuluslu sınırlar boyunca uzanır ve düzenleme, dünya piyasasını sürekli artan ölçüde kapsayan parasal boyutlardan geçer. 4.)Proletaryanın politik bileşimi ve ayrıca ikamet ettiği toprak toplumsaldır; emeğin özü açısından tamamen soyut, gayri maddi ve entelektüeldir; biçimi açısından hareketli ve çokdeğerliklidir.
Özetle yeni bir devrin başlangıcında olmamız ve artık sadece emeğin soyutlanması sürecinin tamamlanması evresinde olmayışımız ne ifade ediyor? Bu, manüfaktür döneminde ve özellikle büyük ölçekli sanayiinin iki evresinde emeğin soyutlanışının gelişiminin ve üretici güçlerin toplumsal ortaklığının süreçlerinin oluşumunun, endüstriyel ve politik kapitalist makinenin gelişiminin sonucu olduğu anlamına gelir. Ama şimdi ortaklık, sanayiden bağımsız bir durum olarak kapitalist makineden önce konumlanmıştır. Manüfaktür ve büyük ölçekli endüstriden, profesyonel işçi ve kitle işçisi aşamalarından sonra kapitalist üretim tarzının üçüncü dönemi, sermayeye karşı gerçek kitle otonomisini, kolektif kendini değerli kılmanın[iii] (self-valorization, autovalorizazione) gerçek kapasitesini savunan “toplumsal işçi” dönemi olarak sunulur. Bu üçüncü bir endüstri devrimi mi yoksa komünizme geçme zamanı mı?
 
5.Tez: Marx’ın Değer Kuramı Endüstri Devriminin Kökenlerine Bağlıdır.
Karl Marx’ın Kapital’inde bulduğumuz değerin biçimi tanımı tamamen ikinci endüstri devriminin birinci evresi (1848-1914 dönemi) dediğimiz şeye içseldir. Fakat, Ricardo tarafından formüle edilip Marx tarafından geliştirilen değer kuramı, aslında bir önceki dönemde, “manüfaktür” döneminde, birinci endüstri devrimi sırasında oluşturulmuştur. Kuramın büyük eksikliklerinin, muğlaklıklarının, fenomenolojik açıklarının ve kavramlarının sınırlı yoğrulabilirliğinin kaynağı budur. Hatta, Marx’ın değer kuramını bir eğilim olarak güçlendirme yönünde bazen gösterdiği müthiş çabaya rağmen kuramının tarihsel sınırları aynı zamanda onun geçerliliğinin sınırlarıdır.
Tartışmamızı daha açık kılmak için, daha ikinci endüstri devrimi sırasında ve özellikle profesyonel işçiden kitle işçisine geçişte değer kuramının önemli özelliklerinin kaybolmaya yüz tuttuğunu not edelim. “Basit emek” ve “toplumsal olarak gerekli emek” arasındaki ayrım, toplumsal olarak gerekli emeğin soybilimini tanımlamanın imkansızlığını göstererek (sürekli anlamsız argümanlar kışkırtması hariç) bütün önemini yitirir; daha önemlisi, “üretken emek” ve “üretken olmayan emek” arasındaki, “üretim” ve “dolaşım” arasındaki, “basit emek” ve “bileşik emek” arasındaki bütün ayrımlar düşer. Üretken emek ve üretken olmayan emek açısından, daha ikinci endüstri devriminin ikinci evresinde hatta üçüncü endüstri devrimine girerken daha da giderek, bu kavramların yerlerinden tamamen çıktığına şahit oluyoruz. Artık üretken emek “doğrudan sermaye üreten şey” değil, toplumu yeniden üretendir ve bu açıdan bakıldığında üretken olmayan emekten ayrılması tamamen yersizdir. Üretim ve dolaşım açısından, gittikçe artan bir ölçüde üretimin “dolaşımda kapsandığını”, ve tam tersinin de geçerli olduğunu anlamak gerekir. Üretim tarzı dolaşımda kendi biçimini bulur. Basit ve bileşik emekle ilgili olarak, ikisi arasındaki ilişkinin (ya da basit emekle nitelikli ya da uzmanlaşmış ya da kuramsal ya da bilimsel emek arasındaki ilişkinin) tamamen yeniden tanımlandığına tanık oluruz. Bu ilişki, niceliğe geri götürülebilecek bir doğrusal ilişki haline gelmez; bu daha çok tamamen özgün ontolojik tabakalaşmalar arasındaki bir etkileşimdir.
Son olarak, sömürü kriterinin eleştirisi gelir. Sömürü kavramı artık nicelik kategorisi altında geri getirilemez. Sömürü tersine tarihsel/doğal dünyanın insan tarafından değerli kılınmasının üstünde ve karşısında bir tahakkümün politik işaretidir; üretken toplumsal ortaklığın karşısında ve üstünde bir komutadır. Sömürünün bu tanımı Marx’ın felsefesinin amacına kesinlikle içerilmiş olmasına rağmen kuramının tarihsel sınırları içinde açıkça ifade edilmemiştir.
 
6. Tez: Değer Biçiminin Kurucu Yasaları Onun Yapısökümünün Yasalarıdır.
Değerin biçiminin dönüşüm süreçleri, kapitalist gelişimin bir döneminden diğerine geçişler, kapitalist toplumsal ilişkinin dinamiğini takip eder ve sömürünün antagonist ilişkisi tarafından belirlenir. Bu süreçler basit ve etkili bir diyalektik biçiminde ilerler, sermaye çalışan güçleri sömürerek, onları sıkıca saran yapılar içinde tutar; fakat bu yapılar sonunda toplumsal üretim güçleri tarafından ya kırılır ya da yeniden biçimlendirilir. Gerçek süreç bu özel gerilimlerin sonucudur; gelişimin mantığı yoktur, o sadece kolektif iradelerin çatışmasının tortusudur.
Burada bu gelişmeye dair herhangi bir teleolojinin verilmediğini vurgulamalıyız. Her sonuç ancak a posteriori (sonsal) olarak ayırt edilir; hiçbir şey öngörülemez. Tarihsel materyalizmin diyalektik materyalizmle hiçbir bir ilgisi yoktur. Varsayılan belli yasaların sınanmasına gelince (örneğin, kesinlikle doğru olan fenomenleri, ikinci endüstri devriminin sınırları içinde, başarılı bir biçimde açıklayan kar oranlarının düşme eğilimi yasası gibi), bu hallerde bile a priori (önsel), önceden anlaşılabilirlik yoktur; sadece yaşanacak olanın a posteriori doğruluğu vardır.
Bu temelde, bilimsel ilginin sürekliliklerden çok süreksizliklere (ister kopuşlar isterse yenilikler olsun) odaklanması gerektiği açıktır; aslında süreklilikler, hükmedilmiş süreksizlikler ya da kopuşlardan başka bir şey değildir. Yeniliklere gelince, bunlar da tahakküm yapılarından başka bir şey değildirler, ama daha belirsizdirler; çünkü kökenlerindeki çatışma, mücadele ve işin reddi daha güçlüdür. İleri doğru bir sıçrayışın, bir paradigma değişiminin, niteliksel bir dönüşümün yokluğunda bu çatışmalar çözülemezdi. Sermaye, ne kadar reformist olursa olsun, üretim tarzının bir sonraki ya da daha üstün bir evresine asla isteyerek geçmez. Aslında, kapitalist yenilik her zaman bir sonuç, bir uzlaşma ya da bir cevaptır, kısaca işçilerin antagonizmasından kaynaklanan bir zorunluluktur. Bu açıdan sermaye, ilerlemeyi çöküş olarak yaşar.
Ve bu bir çöküştür, daha doğrusu bir yapısökümdür (deconstruction). Yenilik ne kadar radikalse bunu belirleyen antagonist proletarya güçleri de o kadar köklü ve güçlüydüler ve bu yüzden sermayenin onları kontrol etmek için harekete geçireceği güç de o kadar aşırıydı. Her yenilik yenilmiş bir devrimdir ama aynı zamanda yeltenilmiş bir devrimdir. Her yenilik devrimin sekülerleştirilmesidir. Sonuçta, anlatmış olduğumuz değerin biçiminin toplumsallaşması sürecinde, kapitalist düzeni değiştiren ve onun yeniliklerinin anlamını belirleyen diyalektik sürecin, kapitalist İktidara ve onun toplumun sosyo-politik dönüşümü üzerindeki hegemonyasına her geçen gün artan derecede saldırdığı açık hale gelir. Toplumun karmaşıklığının artışı tahakkümün belirsizliğinin artışıdır (toplumsal karmaşadan içinde proletaryanın devrimci işlevinin kaybolduğu bir labirenti anlayan felsefeciler ya da tarihsel karmaşadan içinde farelerin belirsizce koşacağı bir labirenti anlayan yorum bilimciler, bütün bunlar sadece şarlatandırlar). Aslında, değer biçiminin dönüşümü yasaları ne kadar çok gerçekleşirse, İktidarın yapısökümünün, yapıbozumunun (destructuration) güçleri olarak etkinliklerini o kadar çok gösterirler. Değerin biçimini oluşturan motor güç, canlı emeğin üretici gücünün antagonist ifadesi; aynı zamanda değerin biçiminin yapısökümünün motorudur. Sermaye kendi oyununu oynama olanağına sahip olduğu sürece, yapısökümünü hazırlayan istikrarsızlaşma uğraklarını saptırabileceği başka topraklara sahip olduğu sürece, durum, sermaye tarafından ve her zaman içinde doğduğu ve tanımlandığı politik güçler tarafından sürdürülebilirdi. Ama şimdi, toplumun bütünsel boyunduruğu ve üretim süreçlerinin tamamen çokuluslaşması evresinde geriye nasıl bir alternatifi kalıyor? Yenilikçi süreç bugün doğrudan sermayeyi yapıbozumuna, yapısökümüne uğratır. Bir dizi yenilikçi uğrak içinde anbean engellenmiş ve durdurulmuş devrim, bayağılaştırılamaz. Herkes kapitalist uygarlığın sıkıntısının nereye kadar gerçekten ve sadece anlamın anarşisi ve ruhunun anlamsızlığı olduğunu görmek için bekliyor.
 
7.Tez: Değerin Yapısökümü Öznelliğin Dölyatağıdır ve Öznelliğin Yapısökümü Değerin Dölyatağıdır.
Yapısöküm, değerin biçiminin dönüşümlerine yönlendiren kesik çizgidir. Ama kim kimi yapısöküme uğratıyor? Nesneyi biliyoruz: yapısöküm, tahakkümün derin, amansız, geri döndürülemez yapısökümüdür; sömürünün politik ve toplumsal biçiminin belirlendiği ve yeniliklerin kendisini belli ettiği aynı uğrakta açığa çıkar. Fakat bu antagonizmanın dinamizmi içinde kim hareket eder? Bu aktör en başta çokluktur; güçlerin ve toplumsal bilgilerin sayılamaz çeşitliliği, gündelik faaliyetteki anlamların ağıdır. Henüz bir özneden bahsetmiyoruz çünkü öznel özellikler bu galakside henüz atfedilemez. Öznelliğin yoğunlaşmasını tanımlayabilmek için başka eleştirel geçişler gerekli olabilir. Ama yine de karşımızda hala bir küçük enerji parçacıkları tozu, yapısöküme uğrayan çeşitliliğin gerçek ve doğru bir ontolojik dokusu var. Aslında burada bir öznelliğe ulaşılamamışsa da yapısöküm eylemine -öznelliğin genetik bir kaynağına- içsel, onunla aynı öze sahip olduğunu gördüğümüz hareket halindeki bir öznelliğin icadı süreci vardır. Öznelliğin hayali, yapısökümünün gücü ve temel dokusudur.
19. yy’ın Ortodoks Marksizminde ve 1968’den önceki her durumda, yıkım ve yeniden kurma işlevleri ayaklanma eyleminden ayrılmıştı. Mücadelenin dolaysız stratejisi, istikrarsızlaşma ile yapıbozumu, bir manevra savaşının uğraklarıyla bir mevzi savaşının uğraklarını birbirine eklemlemek zorundaydı. Fakat, bu ayrım artık işlemez. Yıkım ve yeniden kurma yapısökümde birarada yaşar. Üzerinde antagonist öznelliğin tanımlandığı doku, mitik bir geleceğe, bir gelecek dayanağa (hypostasis) dönük bir eğilim değildir; tersine öznelliğin kuruluşu süreci aynı zamanda bir yapısöküm sürecidir. Kendini değerli kılma ve sabotaj bir ve aynı öznenin iki figürüdür ya da daha doğrusu, bunlar Janus’un iki yüzü, öznenin kuruluşuna açılan kapıdır.
Yapısöküm bir hayal içeriyorsa ve öznelliğin bir öğesine ulaşırsa öznellik yapısökümün aracılığı olmadan yaşayamaz; bunu işte böyle anlıyoruz. Antagonizmanın biçimi, öznellik ve yapısöküm arasındaki bu yeni, karmaşık ve eklemlenmiş ilişkide tanımlıdır. Aslında üretim daha şimdiden tamamen iletişimse antagonizmanın anlamı ne iletişimden ayrı bir temel zamanına ne de yerine sahip olacaktır. Özne iletişimin yapısökümünde kurulur ve çokluk gücünü orada bulur.
 
8.Tez: Değer Dönüşümümün Eşzamanlı ve Artzamanlı Figürleri Gelişimin Stratejik Çelişkilerine Götürür.
En başta terimleri tanımlayacağım. a) Değer biçiminin eşzamanlı figürlerinden Marx’ın kendilerini “toplumsal olarak gerekli emek” etrafında, ontolojik tutarlılığının resmedilmesi etrafında kuranlar olarak gösterdiklerini anlıyorum. Bu formülasyonu asıl olarak Kapital’in 2. cildinde ve başlıca iki kavram üzerinden buluruz. İlki emek gücü değerlerinin tam da bu kuruluşun toplumsal boyutunu gören süreçte “dolayımlanması” ya da “eşitlenmesi” kavramıdır. Şimdi toplumsallaşma eğilimi, hep daha soyut ve üretken olan kolektif bireysellikleri oluşturduğu aynı uğrakta, onları -sermayenin toplumsal olarak gerekli emeğin öznel pekişmesi üzerinde kurmak isteyeceği hakimiyet karşısında- antagonist varlıklar olarak da tanımlar. Marx’ın burada üstünde epeyce durduğu ikinci kavram ise değerin hareketinin ilerleyen bütünleşmesi yoluyla gerçekleşen üretimin ve dolaşımın birliği doğrultusundaki eğilimdir; bu Marx’ın zamanında ulaşım ağlarıyla başarılıyordu, bugünse iletişim ağlarıyla başarılıyor. Bu bütünleştirici dinamik, antagonizmanın ontolojik zeminde tanımlanmasında iş görür; çokluğu antagonist kutupsallıkta biraraya getirmemize olanak verir.
b) Değer biçiminin artzamanlı figürlerinden 4. tezde belli bir yere kadar anlatılmış olanları anlıyorum; profesyonel işçi , kitle işçisi ve toplumsal işçi kavramlarına, bunların figürlerinin belirlediği maddi çelişkilere daha açık bir biçimde odaklanmak için tekrar döneceğiz. Burada yine de bu hareketin baştan beri hiçbir belirlenimcilik içermediğini göstermek için, sadece hareket biçimlerini tanımlamak istiyorum. Aslında değerin biçimlerinin dönüşümü ve bu dönüşüm yoluyla sürekli daha yüksek bir soyutlanma ve emeğin bütünleşmesi sürecinin ortaya konuluşunu gözlemleyerek, gelişimin bir tür motorunu ya da sonsal nedenini hayal edebiliriz. Fakat bunu iddia etmek, bir diyalektik sentez formunda bile olsa, sürecin çelişkisinin derinleşmesini maskelemek ve saklamak olurdu. Aksine, deneyimlediğimiz hiçbir şey bize dönüşümlerin ussallığına ve teleolojisine varmaya izin vermez. Tersine tarihsel gelişimde, gelişimin dönem ve evrelerinin birbirlerini takip edişleri ve ayrılışlarında sürekli olarak sadece faaliyet halindeki mekanizmaların öngörülemezliğiyle, sadece iktidar ve bilginin tek kutupları arasında her zaman açık olan mücadele ile karşılaştık. Tarihsel gelişimin, üretimin toplumsallaşmasının ve antagonizmanın daha üst biçimlerine geçişle belirlenmiş bir ritmi izler gibi görünmesi gerçeği, bir tür yazgıyı ortaya çıkarmaz; okumamızın kurallarını tarihsel olayların sınırsız çeşitlemelerine dayatmak doğru olmaz. Aslında bu süreçler akış içinde salındıkları ve felaketlerle belirlendikleri için ve ilerleyen eğilimleri tek bir doğrusallıktan çok bir saçılım arz ettiği için oldukça olumsaldırlar. Değer biçiminin artzamanlı süreçleri havai fişek gibidir ve duraklamalar ile büyümeler arasında her zaman daha karmaşık figürlerin ufkunda uzanırlar. Değer biçiminin artzamanlılığındaki niteliksel sıçrayışlara ilişkin Marx’ın sunduğu göstergeler -özellikle Kapital’in 1. cildinde “büyük ölçekli endüstri”nin oluşumunu incelerken, 3. ciltte dünya piyasasının yapılanışında üretim ve dolaşımın bütün bileşenlerinin yeniden düzenlenişini analiz ederken ya da Grundrisse’de “evrensel kolektif birey”in doğuşunu analiz ederken- tekrar ele alınmalı ve doğrulanmalıdır: Marx’ta yer yer bulunabilecek mantıksal belirlenimcilik kalıntılarının tamamen ötesinde, onun antagonizmayı (ve antagonizmanın hareketleri ve eğilimlerini) gelişimin bütün boyutları üzerine yayan tarihsel sezgisinin zenginliğini doğrulayabiliriz.
c) Stratejik çelişkilerden, gelişimin eşzamanlı ve artzamanlı figürleriyle birleşerek uygun öznelliğin çıkışının sınırında ya da en azından bu çıkışın etrafında belirlenen etkileri anlıyorum.
Terimleri daha açık kılmak için birkaç örnek sunmama izin verin. İkinci endüstri devriminin ilk evresinde, 1848’den 1.Dünya Savaşına kadar olan evrede, en büyük çelişkiler (üretim döngüsüne içsel eşzamanlı çelişkiler ) doğrudan çalışma süreçleriyle kapitalist üretim süreci arasında açılan çelişkilerdir. Çalışma sürecinin tam ortasında konumlanmış ve tamamen onun kontrolünde olan profesyonel işçi üretimin kontrolünü de istemektedir. Bu evrede, çalışma süreçlerinde ve üretim döngüsünün kontrolünde işçi kontrolü ve yönetimini savunmak stratejik bir çelişki yaratır. Niçin böyle olduğunu kolayca görebiliriz. Bu böyledir çünkü bir öznellik ve bir program, dönemi genel olarak tanımlayan eşzamanlı belirlenmelerin ve artzamanlı ritimlerin olgunlaştığı yerde doğar. İşçi kontrolü ve yönetimi teması etrafında profesyonel işçiler çokluğu, devrimci bir öznenin dölyatağını kurarlar ve komünist projeyi bir “kendinin kılma” modeliyle geliştirirler.
İkinci endüstri devriminin 1.Dünya Savaşı’nın sonundan 1968 devrimine uzanan ikinci evresinde stratejik çelişki, üretim süreçleri ve yeniden üretim süreçleri arasında bir yerdedir ya da daha doğrusu emeğin aşırı toplumsallaşmasındadır. Bu durumda da devasa bir çelişki içinde, değerin biçiminin eşzamanlı figürünün gizliliği içinde yakalanmış bir çalışan özneler çokluğuna sahibiz. Başka bir deyişle, burada işçilerin reddettiği “niteliksiz” ve soyut emeğin kitleselleşmesi ile işbirliği düzeyindeki, ücret düzeylerindeki ve ihtiyaçların niteliğindeki genel artış arasındaki çelişki patlayıcı hale gelir. “Kitle işçisi”, “işin reddi” etrafında ve emeğin aşırı derecede toplumsallaşmasının keşfi etrafında “alternatif” bir model olarak kendi komünizm modelini inşa eder.
Böylece, deneyimlemeye başladığımız üçüncü endüstri devrimi devrine gelmiş oluyoruz. 1970’lerden bu yana yeniden yapılanmanın ve baskının en acımasız ve en anlamsız döneminde yaşama şansızlığına uğradık. Fakat yine de bu aynı dönemde oldukça büyük ve yeni bir stratejik çelişkinin belirlenişini fark ettik, (burjuva ya da sosyalist) kapitalist komutaya karşı olan radikal üretici toplumsallaşmanın açtığı çelişki. Bu geçişin kilit unsuru, eşzamanlı çelişkilerin politik bir biçim içinde yerinden çıkışı, sömürünün nesnelliğinin komuta yapısına doğru yerinden çıkışıdır. Sonuçta çelişki derhal öznellik alanına dokunur. Çelişkinin kendisi öznelliğin bu özel biçiminde, yani antagonizmada açığa çıkar. Buradan temel bir sonuç çıkar: Stratejik çelişki, yani gelişimin antagonizmasının eşzamanlı ve artzamanlı uğraklarının tortusu, öznel, politik bir biçimde görünür, komünizm bir “kurucu İktidar” modeline göre önerilir. “Kendinin kılma” modelinden sonra, “alternatif” modelden sonra, diğerlerini sarmalayan, stratejik çelişkiyi doğrudan öznelliğe doğru sürükleyen “kurucu” model gelir. “Kurucu İktidar” toplumsal üretime biçim verir, toplumsal ve ekonomik olanı politik olanda sarmalar, üretimin ve politikanın örgütlenişini radikal bir biçimde kurucu  bir şekilde ortaklaştırır. Ama buna tekrar döneceğiz.
Bu noktada, ulaştığımız sonucun 7. tezde irdelediğimiz şeye dönüş dışında bir şey olmadığını not ederek açıklamamızı sonuçlandırabiliriz: “Değerin yapısökümü öznelliğin dölyatağıdır.” Şimdi gelişimin stratejik çelişkilerinin yeni bir antagonistik öznelliği gösterdiğini, daha doğrusu ürettiğini ve kurduğunu gösterebiliriz. Bütün bunlar belirlenimci bir şekilde gerçekleşmez; tersine, bunlar özgürlük içinde kendi gücünü yücelten çokluğun hükmettiği bir sürecin meyvesidir. Öyleyse açıklamamızı şöyle noktalayabiliriz:
 
Tez 9: Gelişimin Stratejik Çelişkileri Yapısökümün Yasalarını Doğrular.
 
Tez 10: Kapitalist Gelişimin Şimdiki Evresinin Kurucu Dokusu, Stratejik Çelişkilerin Devasa Bir Düğümüdür.
Kapitalist gelişimin güncel döneminin (üçüncü endüstri devriminin ilk evresi) nitelikleri 1970’lerde, daha özelde 1971 ve 1982 arasında oluşturulmuştu. 17 Ağustos 1971’de Nixon ve Kissenger kapitalist dünyaya deregülasyon sinyali vererek altın standardından vazgeçerler. Bu, ileri kapitalist ülkelerdeki işçi mücadelelerinin ve üçüncü dünyadaki özgürlük mücadelelerinin 1960’larda yarattığı basıncı, birikmiş etkiyi (kitle işçisinin mücadelesinin son saldırısında) kırma hamlesidir. 1970’lerde kapitalist ”Üçlü Taraf”, 1960’ların proleter “Üç Kıtasına” kendi politikalarını dayatır.
Gelişimin bu uğrağında sermayenin dayattığı proje nedir? a) Bu en başta fabrikanın yıkımı ve özelde Taylorist emek sürecinin hegemonyasının tasfiyesidir. Emeğin analizi derinleştirilir ve örgütlenişi gittikçe mekansal olarak daha da merkezsizleşir. Tersine toplumsal bilgiye el konulmasına, toplumsal çalışma ağlarının sermayeleştirilmesine odaklanır; kısaca, iyice fabrika sınırları dışına taşmış bir işçi figürünün sömürülmesine yoğunlaşır. Bu figüre toplumsal işçi diyoruz. b) Ayrıca proje, toplumun bilgisayarlaştırılmasını ve özelde iletişimin üretken kullanılışını ve toplumu kontrol programının toplumun dışından (fabrika) içine (iletişim) aktarılmasını da içerir. Burada bir toplumsal üretim tarzı kendini belli eder ve onun temel özelliği üretim içinde toplumu (yani Marksist terimlerle, yeniden üretim ve dolaşımı) birleştirmesidir. 1970’lerde asıl olarak bu geçişin çirkin yüzünü görebiliyorduk. Hepsi de üretim akışlarının toplumsallaşması sürecinde uyumlu hale gelmiş olan; fordist modelin, istihdam ve refah garantisinin yıkılışı, marjinalleşmenin ve çoğul emek piyasasının yapılanışı, başta kadınlar ve gençlik olmak üzere çok az korunan bir tabakanın sömürüsünün yoğunlaşması ve sömürünün değişik biçimlerinin azgın bir karışımı olguları. c) Yeni devlet biçimi kendini esas olarak sömürünün ve onun çeşitli tabakalarının, bileşimlerinin, düzeylerinin bu karışımına oranlar; üretici toplumsal bütünün farklılaşmış bir kontrolü, her an ve her yerde krizler üreten bir organik kapasite-zorunluluk haline gelir. Kapitalist devlet gelişiminin bu aşamasında bir kriz-devletidir ve sadece bu da değildir, o krizi planlayan devlettir. d) Son olarak, kapitalist proje bu sömürü sisteminin bütün dünyaya yayılmasıdır. Bu düzlemde sömürünün bütün biçimlerinin (dikey olarak gelişimin değişik tabakaları arasında ve yatay olarak yani evrensel olarak) birleşmesine şahit oluruz. Kapitalist neoemperyalizm 1970’lerde birkaç aşamadan geçer, ilk olarak sürekli daha da açık hale gelen bir çokuluslaşma süreci; sonra, Taylorizm ve Fordizmin çevreye doğru yer değiştirdiği ve dünya çapında işlemek üzere oluşturulmuş, kaba ama etkili bir hiyerarşinin yerleştirildiği bir evre; ve son olarak dünyanın sürekli ileriye götürülen finansal bütünleşmesi. Burada deregülasyon çerçevesinde kullanılan monetarizmin, hem işçi sınıfına hem de toplumsal proletaryaya karşı korkulu bir kontrol ve baskı aracı haline getirildiğini görmeliyiz.
Böylece 1982 yılına, diğerleri arasında ilk olan Meksika borç krizinin, deregülasyonun yeni biçimlerinin ve yeni birikimin dünya çapında genişlediği “kahramanca” dönemin sonunu işaret ettiği döneme geliyoruz. 82 kriziyle birlikte deregülasyonun, merkez işçisine karşı vahşice işlediyse de çevre işçisini sadece kısmen vurduğu olgusunu görebiliriz. Daha doğrusu üretim tarzının dünya çapında yayılışı, merkezsizleşmenin etkilerinin ters gözüktüğü, bazen sermayeye karşı gerçek bir bumerang gibi hareket ettiği geçitler açtı. Ana çelişkilerin sistemin çevresine doğru taarruzu, kendi içlerinde belki de yersiz olan ama sistemin merkezine doğru ve merkezinden geçen şok dalgaları yaratabilecek bir dizi ayaklanma odağını ve bazı devrim olanaklarını gün yüzüne çıkardı. Artık zayıf halkalar değil, zayıf ağlar var. Gerçekte şimdinin dokusu devasa bir stratejik çelişkiler düğümüdür; patlamaları ve akışları çoğaltan, kaynayan bir volkan gibidir. 1982’de kriz, şimdi girmekte olduğumuz döngünün kalıcı bir biçimi olarak pekiştirilir.
 
11-15 No.lu Tezlere Giriş Notu
Marksist işçi sınıfı kavramının en temel sorunlarından ve çözülemez zorluklarından biri, işçi mücadeleleri ve kapitalist yeniden yapılanma arasındaki ilişkinin diyalektik bir gelişimi olduğu olgusundan çıkar: Mücadeleler gelişime katkı sunar, onu belirler ve sadece politik bilinç müdahale ettiğinde onu kırabilir. Bu yüzden işçi mücadeleleri her zaman, sermayeye “karşı” olduğunda bile onun “içindedir”. Bu tezlerde sınıf mücadelesinin gelişiminin güncel aşamasında (toplumsal işçinin gerçek boyunduruktaki sınıf mücadelesinin), gelişimin maddi geçişleri içinde proletaryanın bağımsızlığının yeni teknik koşullarının belirlendiği hipotezini öne sürüyorum; ve bu yüzden ilk defa yeniden yapılanma içinde düzeltilemez olan ve sınıf bilincinin olgunlaşmasından bağımsız bir kopuş olasılığı var. Mücadeleler ve yeniden yapılanma ilişkisinin diyalektik kategorilerine karşı yıkıcı öznelliğin ontolojik kategorilerini tanımlama çabam sistematik olarak The Savage Anomaly: Power of Spinoza’s Metaphysics and Politics’de ve esas olarak Fabbriche del saggetto’da[iv] geliştirilmişti.
 
11. Tez: Bugün Çelişkinin Devrimci Noktası, Toplumsal Ortaklık ve Üretici Komuta Arasındaki Antagonizmadır.
Bugünkü kapitalist üretim tarzının gelişimini önceki evrelerinden ayıran şey, sermayenin önceden oluşturmuş olduğu toplumsal üretici ortaklığın şimdi sermayenin bütün politikalarında önsel bir kabul olması, daha doğrusu varoluşunun bir koşulu olması gerçeğidir. Bu açıdan, eşzamanlı ve artzamanlı çelişkiler stratejik çelişkiler şeklinde sonuçlanmazlar ama onlar tarafından yeniden açılırlar. Sonuçta kriz kendisini bir zorluk, bir kaza olarak göstermez, kriz tam da kapitalist sürecin özüdür. Öyleyse sermaye kendisini ancak bir politik özne, bir devlet, bir İktidar olarak gösterebilir. Karşıt olarak toplumsal işçi, üreticidir, toplumsal ortaklığın bütün metalara önsel üreticisi.
Bu daha derin bir biçimde açıklanmalıdır. Kapitalist üretim tarzının gelişiminin her uğrağında, sermaye, her zaman ortak faaliyetin biçimini önerdi. Bu biçim gerçekte sömürüye içsel olmadığında, sömürünün biçimiyle işlevsel olmalıydı. Emek sadece bu temelde üretken hale geldi. Benzer şekilde, ilkel birikim döneminde eski emek biçimlerini kendini değerli kılmak için sarmalayıp sıkıştırdığında, ortak faaliyetin biçimini dayatan sermayeydi ve bu çalışan geleneksel özneler arasındaki önceden kurulu bağların içinin boşaltılmasıyla oldu. Tersine, durum şimdi tamamen değişti. Sermaye, hipnotize eden, büyüleyen bir güç, bir hayalet, bir idol haline geldi; sermayenin etrafında kendini değerli kılmanın radikal otonom süreçleri döner ve sadece politik İktidar, havuç ya da sopayla bu süreçleri kapitalist bir biçim almaya başlayabilmeleri için zorlamakta başarılı olabilir. Burada ortaya çıkan ekonomik olanın üretken toplumsal yaşam açısından küresel boyutlarda, politik olana aktarılışı tamamlanır; ama ekonomi daha az esaslı bir belirleyici haline geldiği için değil, ancak politik olan ekonomik olanı, toplumsal olanla karışma ve kendini değerli kılmanın içinde kendini gerçekleştirme eğiliminden koparabileceği için tamamlanır. Politik olan toplumumuzun değer biçimi olmaya zorlanır. Çünkü yeni çalışma süreçleri işin reddi üzerine kuruludur ve üretim biçimi onun krizidir. Toplumsal işçinin üretici ortak faaliyeti, işin reddinin pekişmesidir ve üreticilerin kendilerini sömürüden koruduğu toplumsal siperdir. Tersine, politik olan değerin bir biçimi olarak sadece gizem ve aşırı şiddet içeriğine sahiptir.
Ve toplumsal olanın üzerine onu kontrol etmek üzere ters çevrilen sermayenin bileşiminin çok yüksek yoğunluğuyla çerçeve anlamlı bir biçimde değişmez; çünkü, gerçekte üretimin araçsallaşması, makineleşme figürünün ötesine geçerek ve gayri-maddileşerek ne kadar soyut hale gelirse bunun kendisi toplumsal olanı bir uçtan diğerine geçen mücadele içinde de o kadar içerilir. Otomasyon hala kısmen makine aracılığıyla eski kontrol ekonomi-politiğine katılır; ama bilgisayarlar şimdiden bu ufkun ötesindedirler ve olası kopuşlar için çok yüksek potansiyeller sunarlar. İletişimde gayri maddilik bütündür, meta şeffaftır; burada mücadele olanakları çok yüksektir ve sadece dışsal bir İktidar tarafından yönetilirler. Bu kısa örnekler sadece esasen teknolojik ilerleme zemininde ve teknolojinin kendini mükemmelleştirmesinin doğrudan bir sonucu olarak, toplumsal ortaklığın otonomisinin ve proleter öznelerin kendini değerli kılmasına, bireysel ve kolektif mikro-fiziğin yükseltilişine karşı savunmasız, her zaman daha savunmasız sektörlerin nasıl şimdiden varolduğunu göstermeye yarar.
Bütün bunlar, proletaryanın toplumsal ortaklığı ve sermayenin politik komutası arasındaki antagonizmanın, üretim içinde verili olmakla beraber, kendi dışında, toplumsal olanın gerçek hareketi içinde yerleşmiş olduğu şeklindeki tezimize kanıttır. Toplumsal ortaklık politik ve ekonomik hareketi sadece diyalektik olarak öngörmekle kalmaz, ayrıca onlardan önce varolur; kendisini otonom olarak ilan eder.
 
12. Tez: Mücadeleler Toplumsal Üretim ve Yeniden Üretimi Önceler ve Önceden Canlandırır.
Burada toplumsal proletaryanın ortak faaliyeti yeniden kendinin kılmasının kapitalist sistemin yapısı üzerinde bir dizi etki yarattığı şeklindeki 11. tezdeki özel önermenin nasıl genel olarak geçerli olduğunu inceleyeceğiz. Kapitalist gelişimin bir döneminden diğerine geçişin ritmi proleter mücadelelerle belirlenir. Tarihsel materyalizmin bu eski doğrusu sürekli bir biçimde tarihin amansız hareketiyle doğrulanmıştır ve siyaset biliminin tek ussal çekirdeğini oluşturur. Makinenin dönüşümleri, yeniden yapılanma, geleneklerin yeni normları ve kurumların yeniden düzenlenişi, bütün bunlar mücadelenin olduğu yeri, birleşik canlı emeğin serbest kaldığı ve kendi otonom projesini ileri sürdürdüğü yeri izler. Proletaryanın mücadelesi, birleşik canlı emek, komuta dünyasının katılığına karşı, ölü emeğin tahakkümüne karşı tarihin şahit olduğu bu ezici vuruşları indirmekte başarısız olsaydı herhangi bir gelişme olmazdı. Fakat proleter işçi mücadelesi yalnızca ölü ve birikmiş emeği tekrar yaşama döndüren bir enerji nabzı olarak işlemez; o aynı zamanda tarihin gerçek girişimcisidir; çünkü, endüstri, doğa ve uygarlık proletaryanın mücadelesinin örgütlenmesinin içeriğine, ihtiyaçlarına, eğilimlerine, biçimlerine tamamlayıcı, işlevsel, organik bir yoldan uyarlanmak üzere sınırlandırılmıştır. Bu patronun lanetidir; sınıf mücadelesinden en çok öğrenenler öne geçerler. Bu paradoks patronun -borç alan ve baskılayan daimi ajanın- ayıbıdır. Proleter mücadele, işçi mücadelesi ve şimdi toplumsal emeğin gündelik isyanlarının binlerce figürü -düzen içinde -kapitalist ve endüstriyel uygarlığın bildiğimiz dönemlerine ve evrelerine sırayla hükmediyorlar (yani harekete geçiyorlar, biçimlendiriyorlar, önceden canlandırıyorlar, öngörüyorlar).
1848 olmasaydı, Parisli proleterlerin ve zanaatçı topluluğunun ortaya çıkıp burjuva özgürlüğünün sınırlarını gösterdiği “Haziran’ın lanetli günleri” olmasaydı, ikinci endüstri devrimi dediğimiz bu tarihi döneme giriş hayal edilemez olurdu. 1917-1919 olmasaydı, yani yine profesyonel işçinin Sovyet diktatörlüğünde cisimleşen işçi isyanı olmasaydı, en alt düzeyde de olsa kapitalist üretim tarzıyla belirginleşen bütün ülkelere yayılan ayaklanmalar olmasaydı, kitle işçisinin hakimiyetinde olduğunu gördüğümüz bir sonraki evrenin açılışı düşünülemez olurdu. Sıçrayışların, büyük çelişkilerin ve patlamaların bu sürecinde sınıf mücadelesinin ve tarihin gizemi açığa çıkar; bu ona katlanmak zorunda olanlar için bir gizemdir -bu, onların salonlarında ve onların gazetelerinde hep bir politika açığı olarak tanımlanır- ama proletarya için kesinlikle değildir; çünkü o belirlenimlerin, sıçrayışların, ilerlemelerin ve geri çekilişlerin anahtarını elinde tutar.
Böylece üçüncü endüstri devriminin kökenlerine geliyoruz. Burada da bir devrim başlangıcını belli eder: 1968. Ama bu garip bir devrimdir ve hemen anlaşılır hale gelmez. Bu devrimde entelektüel bir özne, toplumsal iletişimin bir aktörü vardır ama o niçin isyan etmek zorundadır? Aslında bu entelektüel töz, bu toplumsal iletişim faaliyeti, işçilerin emeğiyle maskelenmiş olsa da canlı soyut emekten başka bir şey değildir. Bu proletaryanın yeni bir figürüdür. 1968’i takip eden yıllar, emek ve emek gücündeki bu başkalaşımları tam olarak anlamamıza ve sonuçta kapitalist İktidarın buyruklarının nasıl ve niçin bu kadar hızlı ve kararlı bir biçimde kendilerini değiştirdiğini anlamamıza izin verdi. Bir kez daha, sermaye bu devrimci gücü takip etti; onu baskıladı, onu üretim ve komutanın yeni teknik boyutları içinde kıstırmaya çalıştı. Sermaye bunun için devletin yapısını radikal bir biçimde değiştirdi. Ardından hep insanlığın tarihsel geçişini izleyerek ve gizemlileştirerek, diğerlerinin yanında kentsel yapılara, kamu harcamalarına, yaşamın ekolojik, ahlaki ve kültürel boyutlarına müdahale etti. Ne olursa olsun, kapitalist komutanın mükemmelleşmesi sürecine rağmen, 1968 geçişinde kurulan mücadele potansiyelinin nerede sonlanacağını hala göremiyoruz.
 
13.Tez: Kitlelerin Gizli Yaşamı Ontolojik Olarak Yaratıcıdır.
Tarihsel materyalizmin gücünü geçersiz kılmanın iki yolu vardır. İlki sınıf mücadelesini üretimin doğal tarihine indirgemekten ibarettir. Bu sosyal-demokratların esas güzergahıydı, ve proletarya hareketinin “kendinin kılma” modelinin (1848-1914) özel ideolojisiydi. Bolşeviklerin, bu ideolojiyi sahiplendiklerini düşündüğümüzde bu daha açık hale gelir ve kesinlikle sosyal demokrat olmadıkları halde (Rusya’nın verili gelişim düzeyinde) ikinci endüstri devriminin ilk evresine derin bir biçimde bağlıydılar. Tarihsel materyalizmin gücünü geçersiz kılmanın ikinci yolu sınıf mücadelesini sermayenin diyalektik hareketi içinde eritmekten ibarettir. Bu Modern reformizmin güzergahı ve devrimci hareketin “alternatif evresinin” (1917-1968) özel ideolojisiydi. Şimdi bu iki güzergah ya kaba materyalist ya da diyalektik olan sentezleri aracılığıyla canlı emeğin gücünü geçersiz kılıyorlar. Bu arada, tarihin yaşayan bir gerçeklik ve yeniliğin onun sürekli motoru olduğu gerçeğini kavramamızı sağlayan sadece, canlı emeğin gücünü ve onun temelinin indirgenemez otonomisini göz önünde tutmamızdır. Değer kuramı ya da sömürünün ölçüsü ne kadar eski ve kullanışsız bir hale gelirse, canlı emek de o kadar hegemonik bir varlık ve onun gelişiminin yönlendirici kriteri haline gelir. Bu tahakkümün sınırlarını sürekli yıkan ve gerçekliğin düzenlenişini öteleyen kaçınılmaz bir harekettir.
 
Şöyle itiraz edilebilir: Nereye gitti bu hareket? On yıllarca bu yaratıcı güç kendini göstermedi. Ama bu doğru değil. Aslında sadece görmek istemeyenler bunu görmezler. Bu yaratıcı gücü bulmak için modern proletaryanın yer altındaki gizli yaşantısını göz önüne almalıyız. Burası canlı emeğin bugün ona ilişkin olduğunu gördüğümüz dayanışmacı, iletişimsel ve yenilikçi özellikleriyle geldiği yerdir. Bu, geniş, çoğul ve oldukça hareketli bir fenomenolojinin binlercesinin bileşimidir. Sermayenin topluma buyurduğu, kitlelerin gizli yaşamıyla bozulduğu kadar onlar tarafından üretilmiş de olan hareket ve örgütlenme. Sermaye bize polis bir sanatçının kötü ünlü kitleler yorumunu verir, ama bilimsel yapısöküm bu resmi bozarak yaşamın verimli toprağını keşfetmeyi bize öğretti. Canlı emek böylece gizli varoluşuyla bile olsa ve esas olarak bu gizli varoluşuyla, sömürülen kitlelerin özgürlüğünün ihtiyaçlarını kendi varlığında biriktirir ve özümser ve bu yeni varlığı sürekli daha üretken bir güç haline getirir. Üretkenlik özgürleşmenin olumlu tecellisidir. Bu yüzden sermayede kesilen bu uzun süreç sonuçlanmalıdır. İşin reddi şimdiden sermayeden emek zamanını ölçme İktidarını kopardıkça, proleterlerin birleşmesi şimdiden kapitalistlerin üretim ortaklığının biçimlerini belirleme uğraşısını geçersizleştirdikçe, soyutlanarak zekileşen emek şimdiden aklı sermayeden kopardıkça bu süreç sermayede kesilmiştir. Canlı emeğin ontolojisi bir özgürleşme ontolojisidir. Bir özgürlük kuramı olarak tarihsel materyalizmin faydası bu yaratıcı maddilik üzerine kuruludur.
 
14.Tez: Proleter Gücün Dizilişleri Kapitalist Gelişimin Dizilişlerine Göre Asimetriktir.
Proleter gücün dizilişleri kapitalist gelişime karşılık gelmemekle kalmazlar, olumsuz anlamda, kapitalist gelişimin tersi de değildirler. Bu asimetri gerçek hareketin kapitalist hareketten ayrı, derin otonomisinin bir göstergesidir. Hareket proletarya tarafında özgürdür. Aslında o kadar özgürdür ki proleter gücün davranışsal yasalarını belirlemek çok zor, çoğu zaman da imkansızdır. Herhangi bir durumda genel bir geçerliliğe sahip olacak, yani gelişim dönemlerinin akışından çıkardığımız tekil evrelerin sınırlarını aşacak (sadece) yasaları (değil hatta tekdüzeliği) belirlemek kesinlikle imkansızdır. Elbette tekdüzelikleri ayrıt edebiliriz. Örneğin, ikinci endüstri devriminin birinci evresinde, sınıflar arasındaki ilişkilerin çoğu zaman yıkıcı krizlerle yoğunlaşarak uzun ve keskin depresyonlara dönüştüğü, uzun durağanlık dönemleri vardır. Fakat bu tekdüzelikleri ayırt etmek hemen bu noktada bir kriz teorisi kurmak anlamına gelmez. Aslında ikinci sanayi devriminin ikinci evresine baktığımızda (1917-1968) krizlerin süresi (her ne kadar feci olsalar da) bir minimuma indirgenir ve kitle işçisinin dinamizmi, profesyonel işçininkinden farklı olarak oldukça güçlüdür. Şimdi yeni bir dönem, yeni bir deneyim var. Kriz içinde toplumsal işçinin deneyimi nedir? Son yirmi yılın (1968-1988) tek güçlü tekdüzeliği ve eğilimi krizin ve gelişimin, baskının ve yeniliğin biraradalığıdır, yani zıtların biraradılığıdır. Bu, gerçekte önceki tarihin nihai sonucundan çıkar; oyundaki iki gücün, proleter gücün ve kapitalist İktidarın bağımsızlığı.
Fakat bunun asimetriyi değil sadece bağımsızlığı kanıtladığı şeklinde itiraz edilebilir. Böyle olduğuna inanmıyorum. Mücadelelerin gelişiminde hareketlerin sıradan bağımsızlığından daha fazlası vardır. Proletaryanın tarafında canlı emeğin yaratıcılığı, çelişkinin düğümlerinin tahmin edilemezliği, yönetilemeyen ontolojik kitlelerin birikimi ve öznelliğin kuruluşuyla karşıtının yapıbozumunu birleştiren çifte sarmal vardır. Ve daha fazlası vardır: ideoloji, örgütlenme, cephane, finans, üretim ve yeniden üretimin modelleri, merkezileşme ve demokratikleşme, yasallığın ve şiddetin kullanılışı vs. Ve son olarak, ki bu kesindir, proletaryanın dayanışmacı yönünün kuruluşundaki otonomi vardır. Bana proletaryanın gücünün dizilişlerinin ve kapitalist gelişim ve İktidarın dizilişlerinin asimetrisini okumak her zaman mümkün gözüküyor. Fakat geçmiş dönemlerde, bazı durumlarda bu koşul verili olmasa da girmekte olduğumuz dönemde kesinlikle verilidir.
Asimetri kavramı hala kendisiyle birlikte başka etkiler de taşır. Bu en başta sermayenin kategorilerinden bakıldığında sınıf otonomisinin kavranılamayacağı anlamına gelir. Bu apaçıktır, daha kitle işçisi döneminde ve alternatif örgütlenme modelinin gelişimi çerçevesinde ortada olan saf ve basit bir sonuçtur ve bunu vurgulamak hala önemlidir; çünkü bu açık belirlenim sermayenin ekonomi-politiğinden bilimselliğin son işaretlerini alıp götürür. İkinci sonuç gelişimin, İktidarın ve sermayenin tarihinin, kendisini karakterize eden şizofreniden başlayarak tanımlanabileceğidir. Sermayenin tarihi bu radikal asimetri içinde, biçimciliğe, yanılsamacılığa ya da şimdi sadece bir patolojiye götüren, potansiyelinden arındırılmış ontolojik bir süreç olarak düşünülebilir.
 
15.Tez: Toplumsal Olanın Kapitalist Yapılanışı Yıkıcı, Proleter Yapılanışı Yaratıcıdır.
Bu tez daha öncekileri eğilimler şeklinde ileriye yansıtarak izler ve tamamlar. Dolayısıyla burada gösterilen tez kuramsal olmaktan çok pratiğe ilişkin gözükecektir ve bu eğilim etiğe ilişkin olacaktır. Burada “praksisin tersine çevrilişi” etikten geçer; anlamlar ağı etik olarak yönlendirilmiş eylem yoluyla kurulur. Böylece analiz tekrar ayakları üstüne oturtulur. Etik olanağın, eylemin ve umudun zeminidir. Varolma duyumunun kaynaklandığı yerdir. Buraya kadar ölü emeğin, sermayenin ve İktidarın sistemini kazdık ve nasıl sistem içine çakılı, (ve öylesi bir verimlilikle) yaşamla atan gizli ve saklanmış bir yeraltı motoru olduğunu gördük. Canlı emeğin daha şimdiden tamamen ayrık, otonom ve varlığın her türlü doğallaştırılarak katılaştırılışına karşı konumlandığı bir zamanda, bir anlamda, canlı emeğin Marksist doğrulanışını bugünün dünyasında yeniden keşfettik. Bu Luxemburg’un sermaye sistemi içindeki canlı emeğin çelişkisini sadece sistemin aşırı “sınırlarında” öneren yaklaşımı da (her ne kadar onunki dürüst bir yaklaşımsa da) dahil, her türlü diyalektiğe, hatta materyalist bir diyalektiğe eşit derecede karşıdır. Fakat etrafında eylemin, kuruluşun ve karar alışın bakış açısı açılmıyorsa canlı emeğin olumlanışı yeterli değildir. Marx’taki canlı emek kavramı ekonomi-politiğin eleştirisi ile partinin inşası arasındaki hayati faktördür. Canlı emeği bu ikinci perspektif içinde varsayarak ona yaratıcı faaliyet diyoruz. Öyleyse bu sermayenin perspektifinden, biliminden ve hatta onun bilim eleştirisinden ayrı bir yaratıcı faaliyettir. Artı değerin çıkarılışının ve kar yapmanın ussal örgütlenmesinin bilimi, kaynakların optimal dağılımının bilimi, planlamanın ve evreni bir bilanço hesabına indirgemenin bilimi, bütün bunların artık hiçbir anlamı yoktur. Canlı emek bunun bir eleştirisi olarak değil, ama öznelerin ve grupların kendini değerli kılmasının bir kaynağı olarak ve toplumsal ortaklığın bununla ve bu yoldan, zenginliğin ve mutluluğun en üst noktasının yaratılması olarak iş görür. Bu radikal bir bilimdir, çünkü kökleri faaliyette ve gerçekçiliğin bütün ikiyüzlü protestolarının terk edilişinde sımsıkı yerleşmiştir.
 
16-20 No.lu Tezlere Giriş Notu
Bu tezlerde diyalektiğin “içinde-karşısında” kuramının çelişkilerini aşmaya,“tamamen yeni” bir proleter öznellik tanımını vermeye çalışıyorum. Göstermek istediğim, devrimci örgüt kavramının ancak sınıf bilincinin radikal ve ontolojik olarak otonom olmasıyla sınıf bilincinde ifade edilebileceğidir. Bu geçiş, olanaklı olan kategorisinin yeni bir belirlenişinin temasını tanımlar. Radikal bir kuruluş açısından olmadıkça komünizm olanağını görmüyorum. Açık ki burjuva anayasalarının kurucu babalarından Hannah Arendt’e kadar anayasacılara (constitutionalists) borcum sadece laftadır. Geleneksel anayasacılık aslında bir tüzel düzenleme okulu, bir çek ve bilanço teorisi ya da daha doğrusu çoğulculuğun ve sınıflar arasındaki dengenin ve bu dengenin yeniden üretilmesinin teorisidir. Burada daha önemli olan farklı olarak komünist demokrasi ve geleneğinin -komünarlardan Sovyetlere, Birinci Dünya Savaşı’ndan 1970’lerin Avrupalı otonomistlerin - kuramına ve pratiğine başvurmamdır. Lenin’in bu konumlardan uzak olmadığına ikna olmuş durumdayım ve bu gerçeği La fabbrica della strategia: Trentatre lezioni su Lenin’de[v] göstermeye çalıştım.
 
16.Tez: Yapıdan Özneye Geçiş Ontolojiktir ve Biçimsel ya da Diyalektik Çözümleri Dışlar.
Yapıdan özneye geçişin biçimsel olanağı öznenin tarihsel kuruluşunun sorunlarını çözmez ama yine de onları netleştirir. Biçimsel bir açıdan yapıdan özneye geçiş, proletaryanın özgürlüğü için örgütün yeri sorunu düz bir çizgiyi izler gibi görünür. Aslında buluş yeteneği olan emek toplumun tamamını işgal etmek üzere genişlemişse (bu modernitenin doğru tanımıdır) toplumu bir öznelleştirme süreci yoluyla devrimcileştirerek -bu emek temelde yaratıcı olduğuna göre- yeniden kurar. Bu süreç bize ciddi bir sorun yaratmamalı. Biçimsel bakış açısından, burada hala emekten sermayeye götüren yolun bir tersine çevrilişi ile uğraşıyoruz. Sermayenin tüm toplumu ele geçirmek üzere yayıldığı yine aynı yerde canlı emeğin sermayeyi çözmede, yapısöküme uğratmada, onun toprağını ele geçirmede ve onun yerinde yaratıcı bir hegemonya kurmakta nasıl önden gittiğini kavramaya çalışmalıyız. Bu açıdan özne kendini değerli kılmadır.
Praksisin tersine çevrilişini artık sadece biçimsel bakış açısından değil gerçek bir olanak olarak düşündüğümüzde, yani eylemin ve tarihin bakış açısını kabullendiğimizde devasa zorluklar boy gösterir. Praksisin ters çevrilişi uzlaşmaz direnişlerle karşılaşmaya mahkumdur. Onun otonomisi maalesef kendiliğindenlik, mutluluk ve cennetlere saldırı ütopyası içinde tükenmemiştir. Karşılaştığı engeller ve sınırlar devasadır. Hareketin bu zorluğuyla karşılaştığında praksisin tersine çevrilişi genelde kötü sonuçlanır, katılaşmış, tıkanmış. Dönüştürücü niyet (bu proletaryanın onurudur) bozulur ve kör iradecilik -terör, gericilik, düşmandan uyarlanmış eski baskı biçimlerinin kullanılışı- haline gelerek kendi üstüne katlanmaya, öznel gücün öfkelenişine eğilim gösterir. Yeni birşey kurmak? Devrimci bir mekanizma içinde? Bu tamamen yanılsama ve trajedidir! Elbette bunların hepsi oldu ve yine olacak. Robespierre’den Stalin’e, 1920’lerin isyanlarından 1970’lere çoğu zaman dönüşüm isteğinin terörizmle noktalandığına şahit olduk. Galip ya da mağlup olsun, devlet tarafından ya da küçük gruplarca örgütlenmiş olsun gerçekte hiç fark etmez, her durumda devrimci eylemin tıkanmışlığını gösterir ve her zaman bir geri çekiliş belki de bir aciz bir nefret, bir yenilgi sendromu, daha güçlü olduğu hissedilen bir düşmana karşı umutsuz bir direniş görünümündedir. Biz bunların hiçbirini istemiyoruz. Sonuç olarak sosyal demokrasi bu trajediyi önlemek üzere öne sürülür. Fakat biz bunu da istemiyoruz. Aslında bu yenilgilerin kaçınılmaz olmadığını düşünüyoruz ve tekrar deneyeceğiz. Öyleyse görevimiz yenilgiyi görmek ve bir daha yenilmemek. İradenin kötümserliği, aklın iyimserliği. Bu bir kez daha İkinci Enternasyonel’den ne kadar uzakta olduğumuzu gösteriyor.
Öyleyse hem terörizmin aşırılıklarını hem de Stalinist paranoyayı engelleyecek, tersine çevrilmiş bir praksisi nasıl önerebilir ve başarabiliriz? Öte yandan nasıl sosyal demokrat cazibeyi reddeden bir praksis önerebiliriz? Hareketini toplum içinde kuran alttan bir devrimci süreci nasıl oluşturabiliriz? Bu açıkça temel noktadır. Ama bir kez daha eşit derecede güçsüz iki çizgi burada çakışır. Biri aşırı bir öznelcilikle kendilerini toplumsal diyalektiğin efendileri yapmayı umanların çizgisidir; diğeri kitlelerin ve kendiliğindenliğin kültü içine dalmış, toplumsal diyalektiğe, kendilerini kopuşu ve yeniden kurmayı başaramayacak hale getiren bir dereceye kadar saygı duyanların çizgisidir. İlk grup için gerçek hakkındaki karar şiddet hareketleriyle karışır ve ikinci grup tekrarcılık ve ikiyüzlülükle yönetilir. Karşıt olarak praksisin tersine çevrilişi etkili olabilmek için gerçeği, patronların diyalektiğinin “prometeusçuluğuna” ya da kendiliğindenliğin estetiğinin “narsizmine” bırakmayı reddederek bütün karmaşıklığı içinde, gerçekçi bir biçimde kabul etmelidir. Fakat Makyavelciliğin ya da ütopyanın eleştirisi, Stalizmin ya da sözleşmeciliğin reddi, bizi kendinde yeterli bir konuma sokmaz. Tersine eleştiri, tek yanlı ve gizemlileştirilmiş çözümleri geçersizleştirse de sorunları ve tutarlıklıklarını korumayı başaramadığı zaman zarar verir.
Yapıdan özneye geçiş sadece (kısmi, tek yanlı ya da gizemlileştirilmiş olduğu için dışlanmış) bütün öğelerin şimdi yeniden birleştirilmesiyle mümkündür. Bizi ilgilendiren geçiş, proletaryanın özgürleşme örgütünün inşa edildiği geçişin kendisi, bir yapı olacaktır; içinde mücadeleyi, örgütü ve kitlelerin devrimci yaşamını oluşturan bütün gerçek öğelerin -disiplin olarak ütopya, konsensüsün oluşumunun uğrakları olarak otorite, kitle emeği ve öncünün emeği, kendini değerli kılma ve öz örgütlenme, düşmanın istikrarsızlaştırılması ve yapıbozumu, düşmanın yapısökümü ve karşıt güçlerin otonom kurumlarının inşası, tarihsel alternatifin uzun deneyimi ve ayaklanma tutkusunun- yer aldığı bir yapı.
Bütün bunlar ontolojinin zemininde, başka bir deyişle her türlü diyalektik ya da biçimci metafiziğin dışında meydana gelir, yine başka bir deyişle öznenin kendi üstünde işlettiği dönüşüm faaliyetleri bileşiminin birikiminin işleyişi aracılığıyla meydana gelir.
 
17.Tez: İşçi Partisi Teorisi Politik Olanın Toplumsal Olandan Ayrı Olduğunu Önceden Varsayar.
Proletaryanın politik örgütlenişi sorunu hiçbir şekilde ne delege usulü temsiliyet örgütlenmesiyle ne de bir öncüyle (bu öncü kitle boyutunu içermeye çalışsa da) çözülemez. Bu iki çözüm de, çoğu kez çelişerek ama her zaman birlikte dokuyarak işçi hareketi tarihini (ve ayrıca burjuvazinin devrimci tarihini) katettiler. Mantıklı olarak bu iki model de, delegeli usül ve öncülük, aynı ortak aşkın boyutu ön varsayar: tarihsel çokluğun dolayımlanması. Delege usulü temsil ve öncü dolayımlanmanın mekanizmalarıdır. Bu bir ulusun, bürokratik bir korporasyonun ya da işçi sınıfının dolayımlanması olabilir. Bu her durumda çokluğu birlikten, toplumu devletten ayıran süreç üzerinde bir birlik temelidir; ve diktatörlük parti faaliyetinin amacı olarak sunulduğunda temsiliyet (bu durumda öncü temsiliyet) dolayımlanmanın kavramsal bir işleviydi, eski teoride diktatörlük üstbelirlenmiş bir temsiliyetten başka birşey değildi.
Bu noktada yine de sorunun merkezine gitmeliyiz ve temsiliyetin geleneksel teorisinin doğru temelinin nasıl toplumsal olanın “gerekli” dolayımlanması değil de, politik olanın toplumsal olandan “keyfi” ayrılışı olduğunu vurgulamalıyız. Delege usulü kavramının ve daha genel olarak politik temsiliyet kavramının özel çekirdeğinin topluma ilişkin olanla devlete ilişkin olan arasındaki, ekonomik ve politik olan arasındaki, sendikal faaliyetle parti faaliyeti arasındaki ayrılıkla çakıştığını kastediyorum.
Tarihsel bir eleştiriye girişmeden önce bu temsil kuramının ve (böylece) toplumla devletin ayrılığı kuramının hiçbir biçimde sınıf mücadelesinin güncel gerçekliğine, değerin güncel biçimine ve toplumun çağdaş kuruluşuna karşılık gelmediğini belirtmemize izin verin. En iyi durumda bu kuram geçmiş bir dönemin pasif bir mirasıdır. Ve özellikle delege usulü temsiliyet, parti ve sendikanın bölünmesi yoluyla İkinci Enternasyonel döneminde (bu ikinci endüstri devriminin ilk evresine karşılık gelir) kuramsallaştırılmış ve uygulanmıştır. Bu kavrayış profesyonel işçi figürüne ve onun ideolojik ufkuna, dışsal öncü projesine ve emeğin kurtarıcı, ilerici ve düzenli teleolojisine uygundur. Kitle öncüsü teorisi, halk ve kitle partisi teorisi farklı olarak bir sonraki döneme, kitle işçisi dönemine ve ikinci endüstri devriminin ikinci evresine karşılık gelir. Örgütsel model ve temsil modeli toplumsal olanın politik olandan ve sendikanın partiden ayrılığını haklı çıkaracak alternatif bir proje üzerinde temellendirilir.
Bugün temsiliyetin bu figürlerinin yok oluşu apaçık hale geldi. Çünkü bırakın gerçekliğin içinden geçen maddi süreçleri aşmaya çalışan bir dolayımlanma çizgisini, toplumsal olan ve politik olan arasında bir ayrım çizgisini bile hiçbir biçimde tanımlayamıyoruz. Toplumsal ve politik olan arasındaki, bireysel ve evrensel arasındaki ayrım çizgilerinin yok oluşu üçüncü endüstri devriminin temel bir karakteristiğidir. Ve bunun sonucu geleneksel temsiliyetin yok oluşudur. Politik iradenin ifade edilmesinin tek bir zemini vardır: bu doğrudan genel, soyut ve evrenseldir. Eleştirimiz açık ki delege usulüyle (komünist ve anarko-sendikalist gelenekler bile tam bir mutabakatla bu çizgiye oldukça yakındır) o kadar zıtlık içinde değildir, ama daha çok temsiliyetin ontolojik koşulları sorunuyla ilgilidir. İşçi partisi ve demokrasi sorununun öne sürülüşü aslında ontolojik bir zeminde olmalıdır, toplumsal ve politik olan arasındaki her türlü farklılığı kesin bir biçimde geride bırakmış bir ontolojiyle ilişkili olarak.
 
18.Tez: Bugün Politik Olan Toplumsal Olanı Kuşatır ve Radikal Bir Biçimde Kurar.
İktidar ve politik olan, toplumsal olanın boyutlarıdır. Bugün politik olanı otonom ve ayrık olarak görme imkanı yoktur. Fakat toplumsal olana geri götürülmüş olsa da hala onu meşrulaştırıcı ve meşrulaştırılmış bir güç olarak ayıran özelliklerini kaybetmez. Toplumsal olanda politik olanı bulmak ütopyacı bir duruşun göstergesi değildir, tersine toplumsal olanın yeni ve güçlü bir tanımını üretir. “Sosyal devlet” hakkındaki yılları bulan polemiğin nasıl devletin toplumsal tanımlanışının muazzam derinleşmesini ürettiğine dikkat etmek paradoksal ve öğreticidir. Toplumsal çoğulluk bugün karşı güçlerin karşı bilgilerin ve karşı kültürlerin çoğul bir yapısıdır. Dahası o böylece meşrulaştırma mantıklarının saçılışı ve uygun güç ilişkilerinin yazıtıdır. Ayrıca bu yüzden değerin biçiminin güncel çerçevesinde, praksisin tersine çevrilişi, tamamen toplumsal ve politik olanın sürekliliği yoluyla uygulanmalıdır.
Mücadelelerin yoğunlaşarak tarihi patlatacağı mitsel, politik bir nokta yoktur. Patlamalar her bir günde verili olmalıdır, ama  bu yüzden daha az patlayıcı olmazlar. Komünizm söylemi çoğul içkincilik düzlemlerinden, oldukça zengin gerilimlerden geçer. Bu bakış açısıyla toplumsal gerçeğin politik kuşatılışı yeni deneyim, dil ve mücadele ufukları oluşturur. Bir zamanlar kurtuluş söylemi ütopyacı bir amaca yönlendirilmişti; bu toplumsal olandan politik olana gelişimin ilerleyen üst belirlenişi tekniğine göre yapılmıştı; böylece oradan tekrar toplumsal olanın üzerine akabilecekti. Giderek her türlü ölçü ve hiyerarşi hipotezinin gizemli bir yığınağı haline gelen, politik olanın toplumsal olandan ayrılığı üzerine kurulu bu söylem, özgürleşme pratiklerine yer açarak tüketilmiştir.
 
19.Tez: Proleteryanın Gücü Kurucu Bir İktidardır.
Simetrik olmayan ama tarihsel olarak tümleyici iki süreç, yeni kapitalist kontrolün politik açığı (ya da eyleminin ussallığının boş olduğu gerçeği) ve toplumsal olan boyunca politik olanın proleter yerinden edilişi, toplumsal ve tüzel düzen kendi geçerliliğini açıkça gösteremediğinde kriz içinde bir hakikat uğrağına gelir. Parçalardan sadece biri hala yenilikçidir; sadece proletaryanın gücü kurucu bir İktidar olabilir.
Kurucu İktidar her zaman Anayasanın olağan meşruluğuyla ilişkili olarak “olağanüstü” bir güç olarak tanımlanmıştır. Bu olağanüstü nitelik kurucu İktidarın normal duruma karşıt olarak ontolojik açıdan hareket edebilmesi gerçeğindedir. Kurucu İktidar kurumlar ve normatif bir mantık yaratarak gerçeğe yeni bir şekilde hükmeden yasa koyucu bir İktidardır. Kurucu İktidar -olağanüstü bir tavırla da olsa- politik olanı (gelenekte) toplumsal olana taşıyarak toplumu kurar. Bu, anayasal tarihte kurucu İktidarın görünümlerinin devasa zenginliğinin kaynağıdır: O kurumsal rutinden kopar, toplumu ve Devleti ortaklığa sokarak toplumu icat eder. Fakat hümanist devrim ve rönesans devriminden İngiliz devrimine, Amerikan devriminden Fransız ve Rus devrimlerine ve 20.yy’ın bütün diğer devrimlerine, bir kez yeniliğin olağanüstü uğrağı sonlandığında kurucu İktidar etkisini tüketmiştir. Şimdi bu tükeniş, burjuva siyaset bilimi ve anayasacılığının kurucu İktidar kavramı üzerinde yarattığı gizemin temel bir gerçeğinin semptomatiğidir; gerçek sorun hiçbir zaman geçişin gerçekliği olmadı ama Thermidor’unun şekli oldu. Politik olanın toplumsal olanı kuşatmasının bir sonu olmalıydı; bu son, değerin muzaffer biçiminin üretiminin ve yeniden üretiminin gerektirdiği sınırdı. Bu o kadar ileri götürüldü ki, tüzel dogma, “olağanüstü nitelikle” oynayarak Thermidor’u kurucu İktidarın tanımı içine dahil etti.. Kısaca kurucu İktidar temsiliyet kavramıyla aynı yazgıyı patlaştı; temsiliyetin İktidarı uzamın sınırlarına maruz bırakılıp kendini anlamsızlaştırmaya ve yersiz yurtsuzlaştırmaya zorlanırken, kurucu İktidar, olağanüstü nitelikle yani projenin ve projenin yürütülüşünün kırılganlığıyla belirlenmiş geçici sınırlara maruz bırakılıyordu.
Ama şimdi üretim tarzı devriminin koşulları ve var olan praksisin tersyüz edilişinden çıkan perspektifler, oluşuma güçlü bir kurucu İktidar kavramı veriyor. O bize kapanmamış, etkilerinin istisnai dönemi ile sınırlanmamış, her zaman ve her yerde kurumlar dünyası içinde hareket eden ve böylece yaşam dünyasıyla da yakınlaşan bir kurucu İktidar verir. Gerçekte kurucu İktidarın bu sürekliliği bütün kurucu deneyimlerde vardı ama düzenleyici bir düşünce olarak. Makyavelci “ilkelere dönüş” düşüncesi, temel hak tabloları, sürekli devrim, kültür devrimi, vs., bütün bu örtük öğeler hiçbir zaman gerçeklik haline gelmedi. Ama günümüzde herşey farklıdır. Üretim tarzının ve tabi ki değer biçiminin yeni koşullarında, biçimsel olarak kurucu bir İktidar olmayan ama öyleymiş gibi hareket eden, azami bir yoğrulabilirliğe ve sürekliliğe sahip deneyimlerin bir tekrarı göze çarpar. Kurucu İktidar yaşam dünyasının bir öğesi haline gelmektedir. Gündelik görünümleri yoluyla burjuvazinin ona verdiği korkunç görünümü yitirir; gerçekliğe batışın ve kurumların üstünden taşmanın aykırılığı, başka bir deyişle “olağanüstü” bir İktidar olma zorunluluğundan kaçar. Tersine, girişimci ama kapsanamaz bir yansıtmacılık ve mutlak bir yoğrulabilirlikle canlandırılan bir figür, açıkça politik, kamusal, kolektif bir işlev takınır.
Kurucu İktidarın bu girişimci işlevle keşfettiği bu ilişkiyi vurgulamak önemlidir. Bu bağ, bir yandan, tüzel İktidarı toplumsal ve ekonomik deneyimin malum biçimsel özellikleriyle donatır: hareketlilik, dinamizm ve icatçılık. Öte yandan bu bağ bugün esasen kurucu İktidar düzeyinde politik ve ekonomik olan arasında bir ayrım yapmanın, işlevlerin ikiliğinin mümkün olmadığını gösterir ve bugün politik kuruluşun ancak toplumsal olanın bir kuşatılışı olarak varolabileceğini açığa kavuşturur. Kurucu İktidar politik olana ekonomik olanın gebeliğini ve ekonomik olana da politik olanın evrenselliğini vermelidir. Komünizm toplumun genel yönetimini çokluğun gündelik faaliyetiyle dönüştürür: kurucu İktidar bu yeni üretim -politik, ekonomik, toplumsal bir üretim- ilişkilerinin dokusunu sürekli biçimlendirir ve yeniden biçimlendirir.
Üçüncü endüstri devriminde tekrar bir partiden bahsedeceksek, açık ki bunu ancak kurucu İktidar üstünden yapabiliriz.
 
20.Tez: Bugün Komünizmin Kuruluşu Olgunlaşmıştır.
Politik olanın biri diğerinden ayrı düşünülemeyecek şekilde toplumsal olanı kuşatmasını düşündüğümüzde, Max Weber’in ve Vladimir İlich Lenin’in İktidar sosyolojisini kullanışlarını reddetmiş oluyoruz. Aslında İktidarın yalıtılması artık mümkün değildir. Fakat bundan toplumun kendini yeterli bir iletişimsel mübadele olarak düşündüğü sonucu da çıkarılamaz. Politik olan biçimini toplumsal olana yayarken içerik olarak toplumsal olanla dolar; sonuçta bu içerik politik olan yoluyla kurucu bir biçime ulaşır. Toplumsal mübadele sadece bu anlamda bugün politik olanı oluşturan koşulların hareketinde başattır. Bunun kesinlikle İktidarı anıştırması anlamında, İktidarı bir koşul olarak alır ve bu yönde düzenlenir. Durum böyle olduğu için bir dizi maddi koşul verili olmalıdır; politik biçimin ve toplumsal içeriğin çakışmasına izin veren maddi koşullar. Bu ancak politik olan toplumsal olana en mutlak eşitlik biçimini dayatırsa meydana gelebilir. Eğer eşitlik, toplumsal mübadelenin koşullarında mutlak eşitlik yoksa İktidarı çokluğun hizmetine koşmanın yani politik olanın biçimi ile toplumsal olanının içeriğini birleştirmenin imkanı yoktur.
Bugün proletaryanın bu olanağı vardır ve sadece proletaryanın vardır. Çünkü açıktır ki politik olanın biçimi ve toplumsal olanın içeriği arasındaki böylesi bir ilişki, eşitlik üreten ve yeniden üreten makine yoluyla, kapitalist piyasanın ya da  toplumsal planlamanın olsun sermaye tanımını yok eder. Öte yandan açıktır ki güncel üretim tarzının bütün koşulları politik İktidarı tamamen toplumsallaşmaya, toplumsal olanı da tersten tamamen politikleşmeye zorlar. Bu eğilimler gizemlerden, tutsak tutuldukları yerden ancak komünizmin gelişmesi yoluyla kurtulabilirler. Komünizm bugün, üretim tarzının gelişimi ile ilişkili olarak ve onun üstündeki örtünün kaldırılmasının gerekliliği olarak tek mümkün kuruluştur. Komünist kuruluşun dışında değerin başka bir biçimi yoktur, sadece değersizlik ve ölüm vardır.
 
Bu Tezlerin Bazı Kuramsal Kaynaklarına Ek
Burada son yıllarda etkileşimde bulunduğum ve düşüncelerimin gelişimi ile ilişkili olan, hem felsefi hem ekonomik bazı bilimsel yaklaşımlara işaret etmek istiyorum. İlk olarak düzenleme okuluna atıfta bulunuyorum. 1970’lerde hala militan bir düşünce okuluyken, ilişkim dostane bir alışveriş ilişkisiydi. Bu açıdan 4. tezdeki şema bu kültürel alışverişin meyvesidir. “İşçi mücadelesi-kapitalist gelişim” konusunun düzenlenişi ve onun “teknik gelişme” ve işçi sınıfının “politik bileşimi” kategorileri etrafındaki yapısal gelişimi ayrıntılı olarak ilk defa Mario Tronti tarafından Operai e capitale’de ve Romano Alquati tarafından Sulla Fiat ed altri scritti’de işlenmişti; bu konular ancak sonradan Fransızlar tarafından benimsendi (Boyer, Lipietz, Cariat tarafından)[vi]. Son yıllarda düzenleme okulunun yaklaşımları dramatik bir biçimde değişti: akademik bir okul haline geldi ve işçici marksizminin politik-ekonomi eleştirisinin bir bölümü olarak gördüğü şemayı büyük bir açıklıkla işlevselci ve pragmatik bir şemaya çevirmeye girişti. Bu bundan böyle düzenleme okulunun sosyalist olmadığı anlamına gelmez. Aslında okul ekonomik açıdan açık bir reformizmle tanımlıyken, felsefi açıdan iradeci ve değerlendirmeci -bence düzenleme okulunun Andre Gorz’un politik yeni-Kantçılığından çıkardığı- seçeneklere çok daha büyük bir önem verir. Klasik işçicilik böylece “öznesiz sürecin” ekonomik nesnelciliğine sürüklenmiştir ve sosyalist (ve bugün giderek daha fazla ekolojist) iyi niyetin kutsal suyuyla kutsanmıştır.
İkinci olarak bütün bu tezlerde post-Sartercı Fransız düşüncesinde (Foucault, Deleuze, Guattari) ifade edilen felsefi yaklaşımları aklımda tutuyorum. Bu yazarlar arasındaki farklılıklar ne olursa olsun, açık ki onlar tarafından oluşturulmuş İktidar(potere) eleştirisi değer yasasına dokunur ve krizi içinde, birleşik bir mekanizma olarak, bütün doğruluk değerini İktidarın dile gelişinden kurtarmanın acil talebi olarak, hareketler ve yeniden yapılanma arasındaki diyalektiğin ötesini yazmaya çalışır. Bu Fransız kuramlarında ontoloji diyalektiğe karşı öne çıkarılır ve toplumsal mücadeleler ile kapitalist (toplumsal, üretici, Devlet) yeniden yapılanma arasındaki ilişkiyi yönetme imkanı İktidarın elinden alınır. Bu kuramların sınırlılığı, İktidar eleştirisini bir kaçış çizgisi, olayın ve çokluğun görkemi olarak sunmalarında, yıkıcı azınlığın organı olacak bir kurucu İktidar tanımayı reddetmelerindendir. Yine de bu düşüncenin mevcut sınırlarını aşabileceğinin göstergeleri vardır. Özellikle Foucault İktidarın üç büyük paradigmasının evriminin kapsamlı bir çalışmasını yaptı (ve Deleuze onu geliştirdi); birinci paradigma, bizim dilimizde (4. teze bakın) ilkel birikimden birinci endüstri devrimine kadarki dönem olarak sunabileceğimiz egemenlik paradigmasıdır; sonra ikinci endüstri devrimi dönemi olan disiplinci paradigma; ve son olarak bizim terminolojimizde post-Fordizm çağının en üstün tanımı olarak 1968’den sonraya yerleştirilen iletişim paradigması gelir. Foucault ve Deleuze’a göre bu sonuncu paradigma etrafında yeni, radikal bir biçimde yeni bir düzen olanağını düşünmemize izin veren niteliksel bir sıçrama saptanır: komünizm olanağı. Egemenlik toplumunda demokrasi cumhuriyetçiyse, disiplinci toplumda demokrasi sosyalistse, iletişim toplumunda da demokrasi ancak komünist olabilir. Tarihsel olarak disiplinci toplumdan iletişim toplumuna geçiş mümkün olan son diyalektik geçiştir. Sonrasında ontolojik kuruluş ancak özgür bireylerin çokluğunun ürünü olabilir. Bu koşul uygun bir maddi yapı ve toplumu baştan başa geçen bir özgürleşme süreci temelinde mümkündür. 1960 ve 1970’lerin militan deneyimlerini en üst felsefi soyutlama düzeyine çıkaran bu önermelerin diyaloğun faydalı ve üretken bir öğesi olabileceğini düşünüyorum.
 
Antonio Negri, “Twenty Theses on Marx Interpretation of the Class Situation Today”, S. Makdisi, C. Casarino & R. E. Karl (der.) Marxism Beyond Marxism içinde, New York: Routledge, 1996, 149-180.


Çeviren: Erol Doğan

*Conatus dergisnin 1. sayısında yayımlanmıştır




[i] İngilizcede Marx Beyond Marx, New York : Autonomedia, 1984, Revolution Retrieved, London : Red Notes, 1988 ve Michael Hardt’la birlikte Labor Of Dionysus, Minneapolis: University of Minnesota Press, 1984 [Dionysos’un Emeği, İstanbul: İletişim Yayınları, 2003]; İtalyancada Macchina tempo, Milan: Feltrinelli, 1982.
[ii] Antonio Negri, Politics of Subversion, Cambridge: Polity Press, 1989.
[iii]Kendini değerli kılma (self-valorization, autovalorizazione): Marx kapitalist değerli kılmayı (valorization) emek sürecinde sermayenin artı değer yaratması süreci olarak anlar. “Eğer emek süreci, kapitalist tarafından emek gücü için ödenen değerin tam olarak eşit karşılığıyla değiştirildiği bir noktanın ötesine taşınmazsa, bu sadece değer yaratma sürecidir; ama eğer bu noktanın ötesine doğru devam ettirilirse, bu artık bir değerli kılma sürecine dönüºür.” (Kapital 1.cilt) Dolayısıyla değerli kılma sürecini tanımlayan şey artı emek ve onun yarattığı değerdir. Değerli kılma aynı zamanda daha genel bir anlamda, üretimde ve artı değerin elde edilmesinde temellenen değerin bütün bir toplumsal yapısına gönderme yapar. Tersine kendini değerli kılma (Grundrisse’de geçer) artı değerin üretimine değil; üretken topluluğun kolektif ihtiyaçları ve arzularına dayanan, değerin alternatif bir toplumsal yapısına gönderme yapar. İtalya’da bu kavram, yerel ve topluluk temelli toplumsal örgütlenme biçimleri ve kapitalist üretim ilişkileri ve Devlet kontrolünden göreceli olarak bağımsız refah pratiklerini anlatmak için kullanıldı. Daha felsefi bir çerçeve içinde kendini değerli kılma aynı zamanda, kapitalist toplum içinde ve ona karşı olarak alternatif ve otonom bir kolektif öznelliği kuran toplumsal süreçler olarak da anlaşılabilir. Bkz. Antonio Negri, Marx beyond Marx, New York: Autonomedia, 1984. (ç.n.- Kavramın bu açıklaması M. Hardt & P. Virno, Radical Thought in Italy, Minneapolis: University of Minnesota Press, 1996 kitabından alınmıştır)
[iv] Antonio Negri, The Savage Anomaly: The Power of Spinoza’s Metaphysics and Politics, Minneapolis: University of Minnesota Press,  1991, [Yaban Kuralsızlık, çev. Eylem Canaslan, İstanbul: Otonom Yayıncılık, 2004 (yayına hazırlanıyor)]; Fabbriche del soggetto, Livorno: XXI secolo, 1987.
[v] Antonio Negri, La fabbricha della strategia: Trentatre lezioni su Lenin, Padua-Milan: Collettivo editoriale Libri Rossi, 1976.
[vi] Mario Tronti, Operai e capitale, Turin: Einaudi, 1966; Romano Alquati, Sulla Fiat ed altri scritti, Milan: Feltrinelli, 1966.
bottom of page