top of page

*Marksizm, Feminizm ve Ortak Olanlar

  • Yazarın fotoğrafı: otonomdergi
    otonomdergi
  • 15 Ara 2023
  • 21 dakikada okunur
Marksizm günümüzün feminist teorisi ve politikasına hangi araçları ilkeleri ve fikirleri sunabilir? Bugün Marksizm ile feminizm arasında, Heidi Hartman’ın 1979 tarihli çokça alıntılanan makalesinde söz ettiği “mutsuz evlilik”ten başka bir ilişki düşünebilir miyiz?

Yazar: Silvia Federici

Komünizm, bizce, oluşturulması gereken bir durum, gerçekliğin kendisini uydurmak zorunda olduğu bir ideal değildir. Günümüzdeki durumu ortadan kaldıran gerçek hareketi komünizm olarak adlandırıyoruz. Bu hareketin koşulları, bugün mevcut olan öncüllerden doğmaktadır.

Karl Marx ve Frederick Engels, Alman İdeolojisi


Giriş
Marksizm günümüzün feminist teorisi ve politikasına hangi araçları ilkeleri ve fikirleri sunabilir? Bugün Marksizm ile feminizm arasında, Heidi Hartman’ın 1979 tarihli çokça alıntılanan makalesinde söz ettiği “mutsuz evlilik”ten başka bir ilişki düşünebilir miyiz? Yirmi birinci yüzyılda feminizmin ve komünizmin yeniden tahayyüllünde Markizmin hangi veçheleri en önemlidir? Marx’ın komünizm kavramı, ortak olanlar [the commons] ilkesiyle, bugün radikal feminist düşünceye bu denli ilham veren bu politik paradigmayla nasıl mukayese edilebilir?
Bu soruları, gezegenin birçok yerindeki kamplardan ve meydanlardan başlamış olan kapitalizme alternatifler inşa etme hareketiyle, yani kapitalist piyasa mantığına tabi olmayan toplumsal alanlar ve ilişkiler oluşturma çabasıyla, çelişkilerle dolu ama yeni olanaklar yaratabilen yollardan bir “ortakçılar” [commoner] toplumunu vücuda getiren hareketle bir diyalog içinde soruyorum.
Ne olursa olsun, yirmi birinci yüzyılda Marx’ın komünizm görüşünün mirasını değerlendirmek o kadar kolay bir iş değil. Bu zorluk, Marx’ın düşüncesinin karmaşıklığının yanı sıra, yaşamının son döneminde, Paris Komünü’nün yenilgisinden sonra, görüldüğü kadarıyla, politik aksiyomlarının bazılarını, özellikle de komünist bir toplumun inşasının maddi önkoşullarıyla ilgili olanları terk etmiş olmasından kaynaklanıyor. Ayrıca Marx’ın iki büyük eseri Kapital ile Grundrisse arasında da önemli farklar olduğu, Marx’ın “analiz düzeyi politik tasarımına bağlı olarak sürekli değiştiği için” düşüncesinin herhangi bir formülasyon setiyle anlaşılamayacağı konusunda da bir fikir birliği bulunmaktadır.

Yine de Kesin Olan İki Şey Var
Marx’ın sunduğu politik dil, kapitalizmin ötesinde bir dünya düşünmek için hâlâ gerekli. Marx’ın artı değer, para ve meta biçimi analizi, her şeyden önce de –tarihe ve sınıf mücadelesine maddi bir temel kazandıran ve ekonomiyi politikadan ayırmayı reddeden- yöntemi, çağdaş kapitalizmi anlamak için vazgeçilmez olmayı sürdürse de yeterli değildir. Derinleşen küresel ekonomik krizle birlikte Marx’a ilginin yeniden canlanması -egemen bakış açısının Marx’ın teorisinin geçerliliğini yitirdiğini ilan ettiği 1990’larda bunu hayal etmek bile mümkün değilken- kesinlikle tesadüf değildir. Bu geçersizlik tezinin aksine, gerçekleşmiş sosyalizmin çöküşünün tam ortasında, “ilksel birikim”, “geçiş” biçimleri ve komünizmin tarihsel ve etik anlamı ve olanağı gibi meseleler hakkında kapsamlı tartışmaların yaşandığına şahit olduk. Marx’ın teorisi, feminist, anarşist, ırkçılık karşıtı ve queer ilkelerle iç içe geçerek, Avrupalı, Amerikalı ve başka yerlerdeki itaatsizleri etkilemeye devam ediyor. O halde antikapitalist bir feminizm, Marx’ı göz ardı edemez. Hakikaten de, Stevi Jackson’un dediği gibi, “1980’lerin başında feminist teorideki hâkim perspektifler, genellikle ya Marksizmi takip ediyordu ya da Marksizmle diyalog içinde formüle edilmişti.” Her şeye rağmen, Marx’ın kategorilerine yeni temeller kazandırmak ve “Marx’ın ötesine” geçmek gerektiğine şüphe yok. Marx’ın döneminden bu yana gerçekleşen sosyoekonomik dönüşümler değil sadece, Marx’ın kapitalist ilişkileri kavrayışının sınırları -Marx’ın teorisinin görmezden geldiği veya marjinalleştirdiği toplumsal öznelerin dünya sahnesine çıktığı, yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki toplumsal hareketlerin, politik olarak ne kadar önemli olduklarını gösterdiği sınırlar- yüzünden de buna ihtiyaç var.

Feminizm ve Toplumsal Yeniden Üretimin Bakış Açısı
Feministler bu sürece çok önemli katkılar yaptılar, ama sadece onlar değil. 1950’lerde ve 1960’larda, sömürgecilik karşıtı mücadelelerin şafağında, Frantz Fanon gibi siyaset kuramcıları, Marx’ın teorisinde olduğu gibi, neredeyse yalnızca ücretli emeğe odaklanıp, metropollerdeki proletaryaya öncü rolü biçerek, köleleştirilmiş, sömürgeleştirilmiş ve ücretlendirilmemiş kesimlere birikim ve antikapitalist mücadele süreçleri içinde marjinal bir konum atfeden analizleri sorguladılar. Bu siyaset kuramcıları, sömürgelerin deneyimlerinin “Marksizmi bir bütün olarak” yeniden düşünmeyi gerektirdiğini fark ettiler; onlara göre Marksist teori ya dünya nüfusunun %75’inin deneyimlerini içerecek şekilde yeniden yapılandırılacaktı ya da özgürleştirici bir güç olmaktan çıkıp özgürleşmenin önünde bir engel haline gelecekti. Yirminci yüzyılın devrimlerini gerçekleştiren köylüler, köleler ve lümpenler, ortodoks Marksistlerin ve sol partilerin onlara öğütledikleri gibi, yeni bir dünya düzeni talep etmek için proleterleşecekleri günü veya “üretici güçlerin gelişimini” beklemeye hiç de niyetleri olmadığını göstermişlerdi.
Ayrıca bazı ekososyalistler de dahil olmak üzere, ekolojistler Marx’ı insan-doğa ilişkisi konusunda asimetrik ve araçsal bir bakış açısını teşvik ettiği, insanı ve emeği tek etkin fail olarak sunarak doğanın kendine özgü değerini, kendi kendini düzenleme potansiyelini tanımadığı için eleştirmektedirler. Yine de Marksizmin daha sistematik bir eleştirisi asıl feminist hareketin ortaya çıkışıyla mümkün hale gelmiştir, çünkü feministler sadece dünyadaki ücretlendirilmemiş kesimleri değil, tarlalarda, mutfaklarda, yatak odalarında ve sokaklarda emek gücünü her gün üreten ve yeniden üreten toplumsal öznelerden (kadınlar, çocuklar, nadiren de olsa erkekler) oluşan büyük bir nüfusu da tabloya dahil ederek, Marx’ın ve Marksist politik geleneğin neredeyse hiç değinmediği toplumsal yeniden üretimin örgütlenmesine ilişkin bir dizi meseleyi ve mücadeleyi gündeme getirdiler.
Marx’ın komünizm görüşünün mirasını bu eleştiriden yola çıkarak değerlendirmek, bu görüşün feminist bir program ve ortak olanlar politikası açısından en önemli yönlerine odaklanmak istiyorum. Ortak olanlar politikası derken, bugün toplumsal elbirliğini geliştirme, piyasanın ve devletin yaşamlarımız üzerindeki kontrolünü temelinden sarsma, zenginliğin paylaşımını teşvik ederek sermaye birikimine sınırlar koyma arayışında olan dünyanın dört bir yanındaki toplumsal hareketlerin benimsediği bir dizi pratiği ve perspektifi kastediyorum. Sonda söyleyeceklerimi baştan söylemem gerekirse, Marx’ın değişim değeri, özel mülkiyet ve paranın ötesinde, özgür üreticilerin birliğine dayalı ve “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesiyle yönetilen bir toplum olarak komünizm görüşünün, hiçbir antikapitalist feministin itiraz edemeyeceği bir ideali temsil ettiğini ileri sürüyorum. Feministler de, sabah avlanmak, öğleden sonra balık tutmak ile akşam yemeğinden sonra fikir tartışması yapmak arasında, temizlik ve çocuk bakımı için herkese biraz zaman kalmasını isteyecek olsalar bile, Marx’ın toplumsal işbölümünün ötesine geçen bir dünyaya dair sunduğu bu ilham verici tahayyülü elbette benimseyebilirler. Ama feminist politika bize, Marx’ın işin ve sınıf mücadelesini neyin kurduğuna dair söylediklerini kabul edemeyeceğimizi ve daha da önemlisi, kapitalizmin insanlığın özgürleşme tarihinde zorunlu bir aşama ve komünist bir toplum inşasının zorunlu önkoşulu olduğu veya olması gerektiği fikrini –Marx’ın yayımlanmış çalışmalarının çoğuna nüfuz etmiş olan bir fikir- reddetmemiz gerektiğini de öğretir. Kapitalist gelişmenin, işçilerin otonomisini ve toplumsal elbirliğini artırdığı, böylece kendi çözülüşüne doğru gittiği fikrinin içinden çıkılamaz bir fikir olduğu artık açıkça görülmüş olduğu için, bu noktanın altını ısrarla çizmemiz gerekiyor.
Feminist politika için, kapitalizm sonrası topluma dair bir ideal projeksiyondan çok daha önemli olan şey ise, Marx’ın kapitalist birikime yönelik tavizsiz eleştirisi ve kapitalist gelişmeyi antagonist toplumsal ilişkilerin bir sonucu olarak okumaktan başlayan yöntemidir. Başka bir deyişle, Roman Rosdolsky, Antonio Negri ve başka pek çoklarının da vurguladığı gibi, bizim önemsediğimiz Marx, özgürleşmeyi başarmış bir toplum tasavvuru sunan uzgörüşlü bir devrimci olan Marx değil, gerçek tarihsel olanaklara dayanmayan her türlü politik programı reddeden, bütün eserlerinde kapitalist ilişkilerin yıkılışı üzerine düşünen ve komünizmin gerçekleşmesini günümüzdeki durumu ortadan kaldıran harekette gören, sınıf mücadelesinin teorisyeni olan Marx’tır. Bu bakış açısından, Marx’ın tarihi ve toplumu anlamak için toplumsal yeniden üretimin maddi koşullarını anlamamız gerektiğini ortaya koyan tarihsel materyalist yöntemi, feminist perspektif açısından son derece önemlidir. Toplumsal tabiyetin belli bir iş örgütlenmesinden kaynaklanan tarihsel bir sonuç olduğunun görülmesi, kadınlar açısından da özgürleştirici olmuştur. Bu görüldüğü için, cinsiyetçi işbölümü ve bu işbölümü temelinde inşa edilen kimliklerin doğallaştırılmasına dur denilebilmiş, toplumsal cinsiyet kategorilerinin sadece toplumsal inşalar olduğu değil, aynı zamanda içeriği sürekli yeniden tanımlanan, sonsuzca hareketli, açık uçlu ve daima politik olarak yüklü kavramlar oldukları da görülebilmiştir. Hatta bu yöntem benimsendiği takdirde, analitik ve politik bir kategori olarak “kadınlar” kategorisinin geçerliliği etrafında yürütülen feminist tartışmalar da daha kolay çözüme kavuşturulabilir, çünkü bu yöntem bize, gerek davranış biçimlerini gerekse de toplumsal koşulları sabit ve tektip bir şekilde tanımlamadan da ortak bir çıkarı ifade etmenin mümkün olduğunu gösterir.
Dahası, kadınların toplumsal konumunu kapitalist emek sömürüsünün merceğinden analiz etmek, toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılıkla ırka dayalı ayrımcılık arasındaki sürekliliği ifşa ederek, mevcut toplumsal düzenin devamlılığını varsayan ve kadınların özgürleşmesini engelleyen antagonist toplumsal güçleri karşısına almayı başaramayan politik haklar mücadelesinin ötesine geçmemize olanak tanır. Ama birçok feministin de göstermiş olduğu üzere, Marx kendi yöntemini kendiyle tutarlı olacak şekilde, yani en azından yeniden üretim ve toplumsal cinsiyet ilişkileri sorununa uygulamamıştır. Gerek Ev İşi İçin Ücret hareketinin kuramcıları –Mariarosa Dalla Costa, Selma James ve Leopoldina Frotunati- gerekse de Maria Mies ve Ariel Salleh gibi ekofeminist kuramcılar, Marx’ın düşüncesinin merkezinde göze batan bir çelişki olduğunu göstermişlerdir. Bu düşünce, emek sömürüsünü kapitalist zenginlik üretiminin temel unsuru olarak ele alsa da, cinsel emek, doğurma, çocuk bakımı ve ev işi gibi emek gücünün üretimi için en elzem olan faaliyetleri ve toplumsal ilişkileri kuramlaştırmaz. Marx, çalışma kapasitemizin verili olmayıp, daima belli bir tarihsel biçime bürünen bir toplumsal etkinliğin ürünü olduğunu öne sürer, çünkü “açlık açlıktır, ama çatal bıçakla yenen pişmiş etle giderilen açlık, ellerden, tırnak ve dişlerden yararlanarak parçalanan ve yutulan çiğ etle giderilen açlıktan farklıdır.” Buna rağmen Marx’ın yayımlanmış eserlerinde, ilk işbölümünün cinsel edimde gerçekleştiği, köleliğin aile içinde gizli bir şekilde mevcut olduğu hakkındaki birtakım dağınık mülahazalar dışında, kapitalizme özgü ev içi emeğin, ailenin ve toplumsal cinsiyet ilişkilerinin herhangi bir analizine rastlamayız. Kapital’in birinci cildinde seks işi, karşılığı ödenen biçimi içinde dahi hiçbir zaman ele alınmaz, çünkü suçlular ve serseriler gibi fahişeler de “yoksullar”ın alanından dışlanıp, Marx’ın On Sekiz Brumaire’de kendi toplumsal koşullarını dönüştürme gücüne asla ulaşamayacakları için bir kenara attığı “lümpen proletarya” ile ilişkilendirilir. Ev içi işe yalnızca iki dipnotta değinilir; birincisinde Sanayi Devrimi sürecinde kadınların evlerden çıkıp yoğun olarak fabrikalarda çalışmasıyla birlikte ev işinin nasıl ortadan kalktığından, diğerinde ise, Amerikan İç Savaşı’nın neden olduğu kriz yüzünden İngiltere’de dokuma fabrikalarında çalışan kadınların ev işlerine nasıl geri döndüğünden bahsedilir. Doğurma ise genellikle, kapitalizmde emek gücünün yeniden üretimine tabi kılınan ve dolayısıyla belli bir devlet düzenlemesine konu olan bir emek biçiminden ziyade, doğal bir işlev olarak ele alınır. Marx, “göreli artı nüfus” teorisini sunarken bile, işçi çocuklarının sömürüsünün onların üretimini kârlı bir iş haline getirdiğini öne sürdüğü halde, artı nüfusun yalnızca teknolojik yeniliklerin gereklerine göre belirlendiğini vurgulayıp, sermaye ve devletin kadınların yeniden üretim kapasitelerinden sağladığı çıkardan neredeyse hiç bahsetmez.
Bu ihmalleri yüzünden pek çok feminist Marx’ı indirgemecilikle itham etti ve feminizmle Marksizmin bütünleşmesini bir tabi kılma süreci olarak gördü. Bundan farklı olarak, yukarıda adı geçen yazarlar, Marx’ın kategorileriyle çalışabileceğimizi, ama bu kategorileri, ağırlık merkezi sadece ücretli emeğe ve meta üretimi değil emek gücünün üretimi ve yeniden üretimi, özellikle de bunun bir parçası olarak kadınların evde gerçekleştirdikleri emeği olacak şekilde, yeniden inşa etmemiz ve mimarilerini değiştirmemiz gerektiğini ortaya koydular. Çünkü böylece yeni bir birikim ve mücadele alanının yanı sıra, sermayenin karşılığı ödenmemiş emeğe bağımlılığının boyutunu ve işgününün nereye kadar uzayabildiğini tam olarak görünür kılabiliriz. Marx’ın üretken emek teorisini tüm farklı boyutlarıyla yeniden üretim emeğini içerecek şekilde genişlettiğimiz takdirde, kapitalizmde toplumsal cinsiyet ilişkilerinin bir teorisini geliştirmekle kalmayıp, gerek sınıf mücadelesine gerekse de kapitalizmin farklı emek rejimleri, farklı eşitsiz gelişim ve az gelişmişlik biçimleri yaratarak kendisini yeniden üretirken başvurduğu araçlara dair yeni bir anlayış da edinebiliriz.
Emek gücünün yeniden üretimini kapitalist üretimin merkezine yerleştirmek, Marx’ta görünmez kalan, oysa emek sömürüsünü düzenleyen mekanizmaların ifşasında son derece önemli bir rolü olan bir toplumsal ilişkiler dünyasını ortaya çıkarır. Böyle bir analiz, Sermayenin işçi sınıfından elde ettiği karşılığı ödenmemiş emeğin, gerek kadınlardan beklenen ev işleri gerekse de sömürgelerin ve kapitalist dünyanın çeperlerinin sömürüsünü de içerdiği için, Marx’ın tahayyül ettiğinden çok daha fazla olduğunu gösterir. Emek gücünün evde gerçekleştirilen yeniden üretiminin değersizleştirilmesi ile kapitalizmin sömürgeleştirdiği bölgelerin yanı sıra sanayileşmenin merkezi bölgelerinde de kurduğu pek çok plantasyonda işe koşulan emeğin değersizleştirilmesi arasında bir süreklilik mevcuttur. Her iki durumda da, iş ve baskı biçimleri doğallaştırılmakla kalmaz, bunlar aynı zamanda ücretli işçilerin yeniden üretim maliyetlerini kısmak için tasarlanan küresel bir montaj hattının parçası haline gelirler. Bu montaj hattında, kadınlara doğal kaderleriymiş gibi atfedilen karşılığı ödenmeyen ev içi emek, ücretli işçilerin tükettiği metaları çok düşük ücretlerle yetiştiren ve üreten ya da yeniden üretimlerinin gerektirdiği hizmetleri çok düşük maliyetlerle sunan milyonlarca köylünün, geçimlik çiftçinin ve kayıt dışı emekçinin emeğiyle birleşir. Bu yüzden ırkçı ve cinsiyetçi ideolojinin bu denli meşrulaştırmaya çalıştığı emek hiyerarşileri aslında sadece şu gerçeği ortaya koymaktadır: Kapitalist sınıf kendi iktidarını, başta kadınların bedenini ve emeğini denetleyip gözetlemek olmak üzere, erkek işçilerin emeğinin karşılığı ödenmeyenler üzerinde iktidar kurmasını sağlamak için ücreti kullanmaya ve böylece işçi sınıfını fiilen bölmeye dayanan dolaylı bir yönetim sistemi sayesinde sürdürmektedir. Bu, ücretin yalnızca emek ile sermaye arasında bir çatışma alanı –işçi sınıfının toplumsal olarak gerekli emeğin miktarını ve kuruluşunu müzakere ettiği alan- değil, aynı zamanda işçiler arasında eşitsiz güç ilişkileri ve hiyerarşilerin yaratılmasının bir aracı olduğu ve işçilerin emek sürecindeki elbirliğinin işçi sınıfının birliğini sağlamak için asla yeterli olmadığı anlamına gelir. Sonuç itibariyle, sınıf mücadelesi Marx’ın varsaydığından çok daha karmaşıktır. Feministlerin keşfettiği üzere, bu mücadele ailede başlamalıdır, çünkü kadınlar kapitalizme karşı mücadele etmek için önce kocalarına ve babalarına karşı mücadele etmek zorunda kalmışlardır; tıpkı beyaz işçilere ve kapitalizmin ücret ilişkisi yoluyla dayattığı belli türde bir sınıf bileşimine karşı mücadele etmek zorunda kalmış olan renkli insanlar gibi. Son olarak, ev işinin işgücünü üreten emek olduğunu kabul etmek, toplumsal cinsiyet kimliklerini emek işlevleri olarak, toplumsal cinsiyet ilişkilerini de üretim ilişkileri olarak anlamamızı sağlayarak, biz kadınları ev işini ne zaman reddetmek istesek yaşadığımız suçluluktan kurtardığı gibi, “kişisel olan politiktir” şeklindeki feminist ilkenin önemini daha da pekiştirmeye yarar.
Marx yeniden üretim emeğinin emek gücünün üretimi için bu denli önemli olan bu kısmını neden göz ardı etmiştir? Başka bir çalışmamda, Marx’ın döneminde İngiltere’deki işçi sınıfının koşullarının bu soruya bir yanıt olabileceğini ileri sürmüştüm, öyle ki Marx Kapital’i yazarken, işçi sınıfı ailesinde çok az ev işi yapılıyordu (Marx’ın kendisinin de kabul ettiği gibi), zira kadınlar gündoğumundan günbatımına kadar fabrikalarda erkeklerle yan yana çalışıyordu. Kapitalist üretimin bir dalı olarak ev işi, Marx’ın tarihsel ve politik görüş alanının altında kalıyordu. Kapitalist sınıf, ancak on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, yani Avrupa’da komünizm hayaletinin dolaştığı işçi sınıfı devrimlerinden ancak yirmi yıl sonra, birikim biçiminde hafif (dokuma ağırlıklı) sanayiden, daha yoğun bir emek disiplini ve daha güçlü kuvvetli bir emek gücü gerektiren ağır (kömür ve çelik temelli) sanayiye geçişle birlikte, emek gücünün yeniden üretimine yatırım yapmaya başladı. Yakın tarihli bir yazımda da belirttiğim gibi, “Marksist tabirle denilebilir ki, yeniden üretim işinin gelişmesi ve bunun sonucunda tam zamanlı ev kadınının ortaya çıkışı, emek sömürüsünün biçimi olarak ‘mutlak’tan ‘nispi artı değer’e dayalı değer elde edilmesine geçişin ürünleridir.” Bu gelişmeler, işgününün mutlak olarak uzatılmasına dayalı bir sömürü sisteminden işgününün kısaltılmasının sömürü oranını yoğunlaştıran bir teknolojik devrimle telafi edildiği bir sömürü sistemine geçişin sonuçlarıydı. Bir diğer faktör ise, hiç kuşkusuz, kapitalistlerin işçilerin işgününün mutlak olarak uzatılması ve ortak olanlarının yıkıma uğratılması yüzünden maruz kaldıkları aşırı sömürünün işçi sınıfının soyunun tükenmesine yol açıyor, üstelik bunun kadınların ev işini ve çocuk bakımını reddetmesini de belirliyor olmasından duydukları korkudur (bu ikinci durum, İngiliz hükümetinin fabrika işçilerinin koşullarını ve sağlık durumlarını değerlendirmek için 1840’larda hazırlatmaya başladığı resmi raporlarda sıkça gündeme getirilmiştir). Sermayenin işgücünün yeniden üretimine yatırımını (bu alandaki fonları ve işi) artırmaya yönelik bir emek reformu tam bu noktada gündeme getirilmiş, bunu kadınların fabrikalarda istihdamını önce azaltan sonra da ortadan kaldıran, erkek işçilerinse sayısını aşamalı olarak artıran (yüzyıl sonu itibariyle yüzde 40’lık bir artış gerçekleşmişti) bir dizi Fabrika Yasası’nın çıkarılması takip etmiştir. Bu anlamda tam-zamanlı proleter ev kadınının ortaya çıkışı –Fordizmin daha da hızlandırdığı bir süreç- erkek işçilere kapitalizmin gelişmesiyle birlikte kaybettikleri ortak olanların, bu sefer, çok geniş bir karşılığı ödenmemiş kadın emeği havuzu biçiminde yeniden tahsis edilmesine dönük bir girişim olarak okunabilir.
Bu reformlar, işçi sınıfı ailesinin kuruluşunun ve işgücünün yeniden üretiminin planlayıcısı olarak “modern devlete geçişin” işaretleridir. Oysa Marx’ın Kapital’i yazdığı dönemde en çok göze çarpan şey, elbette işçilerin kendilerini yeniden üretememeleriydi. Marx’ın eserlerinde ev işinin neredeyse hiç geçmemesi, kısmen bununla açıklanabilir. Ama Marx’ın ev içi emeği göz ardı etmesinin bir nedeni de, bunun yeri modern sanayi tarafından doldurulacak ve doldurulması gereken bir emek türü olduğuna inanması ve birlikte var olan farklı emek rejimlerinin kapitalist üretim ve iş disiplininin önemli bir unsuru olmaya devam edeceğini görememiş olmasıdır.
Bana kalırsa Marx ev içi emeği, kendi en üst üretim modeli tasavvurunda, büyük ölçekli sanayiyle özdeşleştirdiği kapitalist iş örgütlenmesi bakımından temel gördüğü nitelikleri taşımadığını düşündüğü için göz ardı etti. Ev temelli olması, kolektif olmayan, elbirliğine dayanmayan tarzda örgütlenmesi ve ev işinin doruk noktasına çıktığı yirminci yüzyılda bile düşük bir teknolojik düzeyde gerçekleştirilmesi bakımından ev işi, Marksistler tarafından da kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin bir kalıntısı olarak görülmeye devam etti. Dolores Hayden’in The Grand Domestic Revolution’da işaret ettiği üzere, sosyalist düşünürler toplumsallaşmış ev işi dediklerinde bile, bunun anlamlı bir iş olabileceğini asla düşünmüyorlar ve tıpkı August Babel gibi, ev işinin asgari bir düzeye indirileceği bir günü tasavvur ediyorlardı. Ev içi emeğin, kapitalist anlamda “toplumsal olarak gerekli emek” olduğunun, sanayi temelinde örgütlenmese de son derece üretken bir nitelik taşıdığının ve büyük ölçüde makineleştirilemeyecek bir iş olduğunun gösterilmesi için, kadınların 1960’larda ve 1970’lerde ev işine isyan etmesi gerekti. Ev işinin ancak kısmen makineleştirilebilecek olmasının nedeni, emek gücünü taşıyan bireylerin yeniden üretiminin, niteliği itibariyle etkileşimli ve dolayısıyla aşırı emek yoğun olan çok çeşitli duygusal ve fiziksel hizmetleri gerektirmesidir. Tüm bunların farkına varmamız, Marx’ın teorik ve politik çerçevesinin bizim gözümüzde daha da sarsılmasına yol açtı ve bizi, Marx’ın devrim teorisinin temel ilkelerinden biri olan, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte bütün emek biçimlerinin sanayileşeceği ve en önemlisi, kapitalizmin ve modern sanayinin insanlığın sömürüden kurtuluşunun önkoşulları olduğu varsayımını yeniden düşünmeye götürdü.

Makineler, Modern Sanayi ve Yeniden Üretim
Marx kapitalizm ve modern endüstrinin komünizmin ortaya çıkışına zemin sunması gerektiğini varsaymıştı, çünkü işin üretkenliğinde sanayileşmeye dayalı bir sıçrama gerçekleşmediği takdirde insanlığın kıtlığın, yoksulluğun ve hayatın gereksinimleri için rekabetin beslediği sonu gelmez bir çatışmaya mahkûm olacağına inanıyordu. Marx ayrıca modern sanayiye baktığında, çıkarcı amaçlar yoluyla hayat bulmuş olsa da, bize yetilerimizi sonuna kadar geliştirmemizi sağlayacak davranışları kazandıran ve bizi işten özgürleştiren daha yüksek bir rasyonelliğin cisimleşmesini görüyordu. Marx açısından, modern sanayi “toplumsal olarak gerekli emeği” azaltmanın bir aracından da öte, işçilere eşbiçimliliği, düzeni ve teknolojik gelişmenin ilkelerini öğreterek, farklı emek biçimlerini birinden diğerine kolayca geçerek ifa etmelerini sağlayan bir iş modelidir. Bu çokyönlülük, (Marx’ın da hatırlattığı üzere) manüfaktürdeki parça-işçinin, hatta zanaatına bağlı olan zanaatçının asla gösteremeyeceği bir özelliktir.
Bu bağlamda kapitalizm, büyük ölçekli sanayiyi ortaya çıkararak üretim araçlarının ve iş sürecindeki elbirliğinin yoğunlaşmasının önündeki engelleri kaldıran bir hoyrat eldir ve bunlar Marx’ın da üretici güçlerin genişlemesi ve işin üretkenliğinde artış için zorunlu gördüğü gelişmelerdir. Bunun yanı sıra, kapitalizm geçimliğin ötesinde üretme zorunluluğu ve daha geniş ölçekte toplumsal elbirliği kapasitesi gibi, insanları özyönetimin gereklerine göre eğiten bir kamçı işlevi görür. Bu süreçte sınıf mücadelesi önemli bir rol oynar. Öyle ki işçilerin sömürüye direnişi, sermaye sınıfını, birbirini destekleyen iki yoldan, birincisi, işin zenginliğin üretimindeki rolünü azaltarak; ikincisi, insanların tarih boyunca kaçmaya çalıştığı işleri yerine getirecek makineleri devreye sokarak, emekten daha da tasarruf edecek şekilde üretimi devrimcileştirmeye zorlar. Marx, bu süreç tamamlandığında, modern sanayi toplumsal olarak gerekli emeği asgariye indirmeyi başardığında, kendi varoluşumuzun ve doğal çevremizin nihayet hâkimi hale geleceğimiz, ihtiyaçlarımızı karşılamakla kalmayıp zamanımızı daha yüksek amaçlara özgürce vakfedebileceğimiz bir dönemin başlayacağına inanıyordu.
Marx, bu kopuşun nasıl gerçekleşeceğini açıklamak yerine, üretici güçlerin sonuna kadar geliştirildiklerinde kendilerini sarmalayan kabuğu parçalayıp toplumsal bir devrime yol açacağını ima eden birtakım metaforik imgeler sunmakla yetinir. Üretici güçlerin devrim için olgunlaşmış olduğunu nasıl anlayacağımızı da hiç açıklamaz, gerek üretici güçlerin homojenleşmesi ve evrenselleşmesi gerekse de buna bağlı olarak proletaryada gelişen kapasitelerin küresel bir boyut kazanmasıyla, kapitalist ilişkilerin bütün dünyaya yayılışının bir dönüm noktası olacağını belirtir sadece.
Marx’ın insanların ihtiyaçlardan ve çok çalışmaktan kurtulmak için makineleri kullanabileceği ve boş zamanın zenginliğin ölçüsü haline geleceği bir dünya tasavvuru büyük bir ilgi görmüştür. André Gorz’un insanların kendilerini kendi gelişimlerine vakfedebilecekleri sanayi sonrası bir işsiz toplum görüşü, büyük ölçüde Marx’ın bu tasavvuruna dayanmaktadır. İtalyan Otonomist Marksistlerin, bu tasavvurun en cesur tasvirinin yer aldığı Grundrisse’deki “Makineler Üzerine Fragman” bölümüne olan hayranlığı da buradan okunabilir. Sözgelimi, Antonio Negri Marx Ötesi Marx’ta bunu Marx’ın teorisinin en devrimci yanı olarak ortaya koyar. Marx’ın değer yasasının artık işlemediği, bilim ve teknolojinin üretim sürecinde canlı emeği ortadan kaldırmasıyla birlikte işçilerin makinelerin gözetmeninden ibaret hale geldiği bir dünyayı betimlediği “6 ve 7. Defterler”in satırları, gerçekten muazzam bir öngörü gücünü yansıtmaktadır. Ne var ki başta feministler olmak üzere, bugün hepimiz otomatlaşmış bir üretim sisteminin bize sağlayabileceği güçlerin ne kadar da aldatıcı olabileceğini artık görebilecek bir durumdayız. Marx’ın bu denli hayran olduğu “sözümona aşırı verimli sanayi sistemi”nin “gerçekte yeryüzüne musallat olmuş, insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir parazit” olduğunu ve onu hızla tüketirken geleceğin üzerine karanlık bir gölge gibi çöktüğünü görebiliyoruz. Salleh’in de dikkat çektiği gibi, Marx insanlık ile doğa arasındaki etkileşimi zamanının çok ötesine geçen bir sezgiyle kavrayarak, tarımın sanayileşmesinin işçi kadar toprağı da tüketip bitirdiğini görebilmiştir. Ama ne olursa olsun Marx bu eğilimin terse çevrilebileceğine, işçilerin denetimi altına alındığında üretim araçlarının olumlu amaçlara yönlendirilebileceğine, toplumsal ve doğal zenginliği kurutmak şöyle dursun onu artırmak için kullanılabileceğine, kapitalizmin sonu eli kulağında olduğundan dolayı kâr güdümlü sanayileşme sürecinin yeryüzüne verebileceği zararın sınırlı kalacağına inanıyordu.
Ancak Marx bu konularda kesinlikle yanıldı. Makinelerin makineler tarafından üretimi günahsız bir doğum gibi gerçekleşmez. Sözgelimi en yaygın makine olan bilgisayar bile, üretimi tonlarca toprak ve suyun yanı sıra devasa miktarda insan emeği gerektiren ekolojik bir felakettir. Milyarların talebi üzerine giderek çoğalan makineler, on altıncı yüzyıl İngiltere’sindeki koyunlar gibi, “yeryüzünü yemeye hızla devam ediyor,” öyle ki yakın gelecekte bir devrim olsa bile, bu gezegeni yeniden yaşanabilir hale getirmek muazzam bir emek gerektirecektir. Dahası, makineler yalnızca doğal ortak olanlarımızı –topraklar, ormanlar, su kaynakları, dağlar, denizler, nehirler ve kıyıları- değil, öznellikleri şekillendirerek, yeni ihtiyaçlar ve alışkanlıklar yaratarak, geleceği de ipotekleyen bağımlılıklar yaratarak psişemizi ve toplumsal ilişkilerimizi de etkileyen maddi ve kültürel bir altyapı gerektirir. Bugün Kapital’in 1. cildinin yayımlanışından 150 yıl sonra, Marx’ın toplumsal devrim için zorunlu gördüğü nesnel koşullar çoktan olgunlaşmış olmasına rağmen kapitalizmin çözüleceğine dair hiçbir emarenin bulunmaması kısmen bununla açıklanabilir. Kapitalizmin çözülmesi bir yana, on altıncı yüzyıldaki çitlemeleri andıran kalıcı bir ilksel birikim rejimine tanık oluyoruz. Şu farkla ki bu çitlemeler bu sefer IMF ve Dünya Bankası eliyle, Afrika, Asya ve Latin Amerika’da, modern sanayinin ihtiyaç duyduğu lityum, koltan ve elmas gibi madenleri elde etmek için komünal toprakları özelleştiren ve küçük ölçekli üreticileri mülksüzleştiren maden ve tarım sanayisi şirketlerinin desteğiyle örgütleniyor. Üstelik, daha sonra göreceğimiz gibi, hangi sömürücü amaç için yaratılmışsa, yapısını ve işleyiş tarzını bu amaçtan alan devleti, kapitalist sanayii, bilim ve teknolojiyi nasıl öylece devralamazsak, kapitalizmin geliştirmiş olduğu hiçbir üretim aracını da sorunsuz bir şekilde devralıp farklı bir amaç için kullanamayız.
Modern sanayinin ve teknolojinin temellük edilip başka amaçlar için yeniden programlanmasının nasıl imkânsız olduğu, gezegeni zehirleyen ve sermaye sınıfına bizi yok etmekle ya da en azından, savaşan sınıfların karşılıklı imhasıyla tehdit eden devasa bir silah cephaneliği sağlayan nükleer ve kimyasal sanayilerinin gelişimine bakılarak da anlaşılabilir. Otto Ullrich’in dediği gibi, “bilimleştirilmiş teknolojinin en çarpıcı başarısı, hiç şüphesiz, savaş makinesinin yıkıcı gücündeki artıştır.” Ayrıca, Marx’ın küçük üreticinin irrasyonel addedilen tarım yönteminin karşısına koyduğu kapitalist rasyonel tarım yaklaşımı, gıda bolluğunu, çeşitliliğini ve gıdanın değerini öylesine yok etmektedir ki üretimin insanlığın amacından ziyade insanlar için olduğu bir toplumda bu yaklaşımın büyük oranda kenara bırakılması gerekecektir.
Marx’ın komünist toplumun oluşumunda teknolojinin işlevine dair görüşlerini, özellikle feminist bir bakış açısıyla yaklaştığımızda sorgulamamıza yol açan başka bir unsurdan daha var. Makine temelli bir komünizm, insanların bu gezegende gerçekleştirdikleri en temel faaliyetleri dışarıda bırakan bir iş örgütlenmesine dayanıyor. Daha önce de işaret ettiğim gibi, Marx’ın analizinin üzerinden atladığı yeniden üretim işi büyük oranda makineleştirilemeyecek bir iştir. Diğer bir deyişle, Marx’ın gerekli emeğin otomasyon yoluyla ciddi derecede azaltılacağı bir toplum tasavvuru, dünyada en büyük miktarlarda yapılan bu işin hayli ilişkisel bir niteliği olduğu ve ancak belli bir nebze makineleştirilebildiği gerçeğiyle çelişir. Kapitalizm sonrası bir toplumda, ideal durumda, hangi teknolojinin, hangi amaçlarla ve hangi koşullarda üretileceğini kontrol edebildiğimiz oranda, birtakım günlük işleri makineleştirebilir, birliktelik, öğrenme ve bilgilenme amaçlı iletişimin yeni biçimlerinden elbette yararlanabiliriz. Peki ama bir çocuğu yıkama, kucağında gezdirme, teselli etme ve giydirme ya da cinsel hizmetler sunma, hasta, yaşlı ve yardıma muhtaç olanlara yardımcı olma gibi işleri makineleştirebilir miyiz? Bu işlerin yerine getirilmesinin gerektirdiği becerileri ve duyguları hangi makine içerebilir? Bakıcı robotlar ve etkileşimli sevgi robotları geliştirme çalışmaları devam ediyor, hatta gelecekte makine annelerin üretildiğine bile şahit olabiliriz. Ama böyle cihazları satın alabileceğimizi farz etsek bile, evde canlı emek yerine bunları devreye sokmamızın nasıl bir duygusal bedeli olacağını da sormamız gerekir. Yeniden üretim işinin yalnızca kısmen makineleştirilebileceğini teslim ettiğimiz anda, maddi zenginliğin gelişimini otomasyona ve gerekli emeğin azaltılmasına bağlayan Marksist şema içine çökecektir; hele ki bu gezegende yapılan işlerin büyük çoğunluğunu ev işlerinin, özellikle de çocuk bakımının oluşturduğunu düşünürsek. Buradan bakınca, toplumsal olarak gerekli emek kavramının tam da kendisi ikna ediciliğini büyük ölçüde yitirmektedir. Bu gezegen üzerindeki en geniş ve en vazgeçilmez iş sektörü toplumsal olarak gerekli emeğin temel bir unsuru sayılmıyorsa şayet, bu emek nasıl tanımlanacaktır? Bakım işi, seks işi ve doğurma, toplumsal olarak gerekli emeğin parçası sayılmadıkları takdirde, hangi ölçütlere ve ilkelere göre düzenlenecektir?
Bugün feministler arasında, işi çekirdek aile üyelerinin ötesinde, daha çok özne arasında paylaştıracak şekilde, yeniden üretimin daha kolektif biçimlerinin ve yeniden üretimde ortak olanların yaratılmasına dönük ilgi ve bu alandaki deneyler yeniden artıyorsa, bunun bir nedeni de ev işinin makineleşme yoluyla azaltılabileceği konusundaki şüphelerin giderek artıyor olmasıdır. Utrecht’te (Hollanda) feminist sanatçılar, tasarımcılar ve eylemcilerin, Dolores Hayden’ın çalışmasından esinle, ev içi alanın yanı sıra mahallelerin ve kentlerin nasıl dönüştürülebileceği ve “birlikte yaşamanın ve çalışmanın yeni biçimleri”nin nasıl inşa edilebileceğini araştırmak amacıyla başlattıkları Büyük Ev İçi Devrim projesi bunun en iyi örneklerinden biridir. Bir yandan da, ekonomik krizin baskısı altında, doğal ortak olanlarımızı (topraklar, su kaynakları, ormanlar) savunmak ve ortaklaşma etkinlikleri (örneğin, kolektif alışveriş ve yemek pişirme, kent bahçeciliği gibi) yaratmak için verilen mücadeleler de gün geçtikçe çoğalıyor. “Sömürgeleştirme ve teknoloji aktarımına rağmen, dünyanın çok büyük bir kısmının gündelik ihtiyaçlarının Üçüncü Dünya’da para ağının dışında kalan kadın yetiştiriciler tarafından [üstelik çok sınırlı teknolojik girdilerle ve genellikle, boş olan kamu arazileri üzerinde tarım yoluyla] sağlanmaya devam ediyor olması” ayrıca önemlidir. Soykırıma varan kemer sıkma programlarının yürürlükte olduğu bir dönemde, bu kadın yetiştiricilerin işi, milyonlar açısından yaşam ile ölüm arasındaki farkı oluşturuyor. Oysa tarımın rasyonelleşmesini –yani büyük ölçekte ve bilimsel temelde örgütlenmesini- “kapitalist üretim tarzının en büyük başarılarından biri” olarak gören ve bunun da ancak doğrudan üreticinin mülksüzleştirilmesiyle mümkün olabileceğini öne süren Marx’ın ortadan kaldırılması gerektiğine inandığı geçimlik çalışma biçimi tam da budur.

Kapitalizmin İlericiliği Miti Üstüne
Marx’ın sanayileşmenin insanlığı çok çalışmaktan ve ihtiyaçtan özgürleştirme gücü hakkındaki teorisinin bir eleştirisi son derece yerinde olmakla birlikte, onun kapitalizmin zorunluluğuna ve ilericiliğine olan inancını reddetmemizi gerektiren başka sebepler de vardır. Öncelikle, bu teori kapitalist olmayan toplumların ürettiği bilgi ve zenginliği azımsadığı gibi, kapitalizmin kendi gücünü kurmak için bu bilgi ve zenginliği temellük etmeye ne kadar da ihtiyacı olduğunu büyük ölçüde görmezden gelir. Bilgide sermayeden kaynaklı ilerlemenin cazibesine kapılmak ve bunun dışına çıkma irademizi baltalamak istemiyorsak, bu son derece mühim bir noktadır. Kapitalizmin yok etmiş olduğu toplumların makineleşmenin ortaya çıkmasından binlerce yıl önce yüksek bir bilgi ve teknoloji düzeyine çoktan ulaşmış olduğunu, bu toplumların geniş su alanlarını katetmeyi bildiklerini, gece gözlemleriyle ana takımyıldızlarını keşfettiklerini, gezegen üzerinde insan yaşamının sürmesini sağlayacak besinleri bulduklarını hatırlatmamız gerçekten de politik bir öneme sahiptir. Bunun için, Yerli Amerikan nüfusların yetiştirdikleri tohumların ve bitkilerin olağanüstü çeşitliliğine, tarım teknolojisinde bugüne kadar görülmemiş bir gelişmişlik düzeyine sahip olduklarına, sırf Orta Amerika’da –günümüzde çeşitliliğin bilimsel olarak düzenlenmiş kapitalist tarım tarafından imha edilmesiyle tam bir tezat içinde- iki yüz mısır ve patates çeşidi icat edildiğine bakmamız yeter.
Toplumsal elbirliğini ya da büyük ölçekli ilişkileri, Marx’ın deyişiyle, ticareti ve kültürel mübadeleleri kapitalizm icat etmedi. Aksine, kapitalizmin ortaya çıkışı, birbirine ortak mülkiyet ilişkileri, elbirliğine dayalı çalışma biçimlerinin yanı sıra ticaret ağlarıyla bağlı olan toplumları yok etti. Sömürgeleşmeden önce, Hint Okyanusu’ndan And Dağları’na kadar elbirliğine dayalı çalışma sistemleri başat bir konumdaydı. Bolivya ve Peru’daki ayllu sistemini, Afrika’nın 21. yüzyıla ulaşmayı başarmış olan komünal toprak sistemlerini hatırlayalım. Bunların hepsi, Marx’ın “kırsal yaşamın yalıtılmışlığı” hakkında söylediklerini yanlışlayan deneyimlerdir. Kapitalizm Avrupa’da da yalnızca toprağın kolektif kullanımına ve kolektif çalışma ilişkilerine değil, aynı zamanda -Caliban ve Cadı’da ele aldığım heretik hareketlerin de (Katharlar, Valdesiler) yapmaya çalıştığı gibi- feodal iktidara karşı, elbirliği üstüne kurulu yeni yaşam biçimleri yaratmayı amaçlayan gündelik mücadelelere dayanan bir ortak olanlar toplumunu yok etti. Kapitalizmin, iki yüzyıl süren cadı avlarında binlerce kadını yok etmesi de dahil olmak üzere (on altıncı yüzyılda köylü ayaklanmaları biçimini alacak olan direnişi başlatan bu cadı avları olmuştur), ancak azami bir şiddet ve yıkım yoluyla hâkim hale gelebilmiş olması hiç de tesadüf değildir. Kapitalizmin gelişimi, ilerlemenin taşıyıcısı olmak bir yana, gerek mücadelede üretilen gerekse de ortak olanların birlikte kullanımı esasına dayalı olarak, feodal topraklarda zaten hüküm süren komünalizm biçimlerini alaşağı eden bir karşıdevrimdi. Buna bir de, Marx’ın Kapital’in 1. cildinin sonunda tasavvur ettiği gibi, özgür üreticilerin devrimci bileşimi ve birliğini yaratmak için büyük ölçekli sanayinin gelişiminden daha fazlasının gerekli olduğunu ekleyin. Sermaye ve büyük ölçekli sanayi, “üretim araçlarının yoğunlaşması”nı ve iş sürecinde işbölümünden doğan elbirliğini teşvik edebilir, ancak devrimci bir sürecin gerektirdiği elbirliği Marx’ın (bilim ve teknolojiyle birlikte) “kapitalist üretim tarzının temel biçimi” olarak tanımladığı teknik faktörden niteliksel olarak farklıdır. Hatta işçilerin denetiminde olmayan ve dolayısıyla iş sürecinin kapitalist örgütlenmesinin altüst edildiği direniş anları dışında, bağımsız bir karar alıcılığa izin vermeyen iş ilişkileri söz konusu olduğunda, elbirliğinden bahsedilip bahsedilemeyeceği bile şüphelidir. Ayrıca Marx’ın işin kapitalist örgütlenmesinin bir işareti olarak görüp hayran olduğu elbirliğinin, tarihsel olarak bakıldığında, tam da işçilerin becerilerinin ve mücadeledeki elbirliğinin yok edilmesi sayesinde mümkün hale geldiğini asla göz ardı edemeyiz.
İkincisi, kapitalist gelişmenin, bırakalım zorunlu ya da arzu edilir olmasını, geçmişte ya da şimdi, tarihin herhangi bir anında kaçınılmaz olduğunu varsaydığımız anda, ona direnmiş olan insanların mücadelelerinin karşısında konumlanmış oluruz. Heretiklerin, Anabaptistlerin, Kazıcıların, kaçak kölelerin, ortak olanlarının çitlenmesine direnip, daha eşitlikçi bir toplum inşa etmek için kavga veren, bayraklarının üzerine Thomas Müntzer gibi omnia sunt communia (bütün mülkiyet ortak olmalıdır) yazan tüm o isyancı öznelerin, insanın özgürleşmesi açısından bakıldığında tarihin yanlış tarafında olduğunu söyleyebilir miyiz gerçekten? Bu kesinlikle yersiz bir soru değildir. Zira kapitalist ilişkilerin yayılması geçmişte kalmış değil devam eden, hâlâ kan ve barut gerektiren ve hâlâ muazzam bir direnişe sebep olan bir süreçtir. Yeryüzündeki her üretim biçiminin sermaye tarafından boyunduruk altına alınmasını ve ücretli emeğin yaygınlaşmasını frenleyen de hiç şüphesiz bu direniştir.
Üçüncüsü, kapitalizmi zorunlu ve ilerici olarak tanımlamak başında beri ısrarla vurguladığım bir gerçeği önemsizleştirmek demektir: Kapitalist gelişme, Marx’ın tasavvur ettiği gibi, insanın kapasitelerinin, her şeyin ötesinde toplumsal elbirliği kapasitesinin gelişimi değildir ya da temelde bu değildir. Kapitalist gelişme aynı zamanda, yıkıcı bir toplumsal güç oluşturan ideolojiler, çıkarlar ve öznellikler üreten eşitsiz güç ilişkilerinin, hiyerarşilerin ve bölünmelerin gelişimidir. Geriye kalan bütün komünal ve kamusal kaynakları özelleştirmeye dönük en topyekûn neoliberal girişim karşısında, direnmeyi ve bazı durumlarda özelleştirme akınını tersine çevirmeyi başaranların, en sanayileşmiş değil de en sıkı bağlara sahip toplulukların olması tesadüf değildir. Yerli halkların mücadelelerinin de gösterdiği gibi –örneğin, Bolivya’da suyun özelleştirilmesine karşı Quechua ve Aymara halklarının, Kolombiya’da petrol çıkartmak için topraklarının yok edilmesine karşı U’wa halkının verdikleri mücadeleler- kapitalist genişleme, kapitalist gelişmenin en yoğun olduğu değil komünal bağların en güçlü olduğu yerlerde duraklatılıyor, hatta geri çekilmeye zorlanıyor. Kapitalist gelişmenin tetiklediği bir dünya devrimi beklentisinin zayıflamasıyla birlikte, ırkçı ve cinsiyetçi politikalar ve çitleme dalgalarıyla tahrip edilen toplulukların yeniden kuruluşu artık sadece nesnel bir koşul olarak değil toplumsal değişimin bir önkoşulu olarak öne çıkıyor.

Komünizmden Ortak Olanlara: Feminist Bir Perspektif
Kapitalizmin ırk, toplumsal cinsiyet ve yaş temelinde yarattığı bölünmelere karşı çıkmak, onun yaşamlarımızda ayırdığı şeyleri yeniden birleştirmek ve kolektif bir çıkarı yeniden oluşturmak, bugün feministler ve diğer toplumsal adalet hareketleri için yeniden politik bir önceli haline gelmeli öyleyse. En iyi ihtimalle zenginliğin paylaşımını, kolektif karar alıcılığı ve hem kendimizle hem de başkalarıyla ilişkimizdeki bir devrimi önvarsayan ortak olanlar politikasının asıl meselesi budur. Marx’ın sanayi işine atfettiği toplumsal elbirliği ve bilgi üretimi, ancak topluluğu hem gerektiren hem de üreten özörgütlü ortaklaşma etkinlikleri –kent bahçeciliği, zaman bankacılığı, açık kaynak- yoluyla sağlanabilir. Bu açıdan, ortak olanlar politikası, yaşamlarımızı karşılıklı bağları güçlendirecek şekilde yeniden üretmeyi amaçladığı ve kapitalist birikimi sınırladığı ölçüde, Marx’ın var olan durumun ortadan kaldırılması olarak komünizm düşüncesinin bir biçimidir. Çevrimiçi ortak olanların gelişimiyle birlikte –özgür yazılım ve özgür kültür hareketlerinin ortaya çıkışı- Marx’ın üretici güçlerin bir sonucu olarak tasavvur ettiği, insan kapasitelerinin evrenselleşmesi aşamasına yaklaşmakta olduğumuz öne sürülebilir. Gelgelelim ortak olanlar politikası, komünizmin Marksist gelenekte ve Komünist Manifesto’dan itibaren Marx’ın eserlerinin büyük bir bölümündeki anlamından radikal bir kopuşa dayanır. Ortak olanlar politikası ile komünizm arasında, özellikle de feminist ve ekolojik bir açıdan bakıldığında, birtakım mühim farklar vardır.
Vandana Shiva, Maria Mies ve Ariel Salleh gibi feminist yazarlarca tartışıldığı ve kadınların tabandan örgütlenmeleriyle hayata geçirildiği üzere, ortak olanların gerçekleşmesi üretici güçlerin gelişimine, üretimin makineleşmesine ya da kapitalist ilişkilerin yayılmasına –Marx’ın komünist projesinin önkoşullarına- dayanmaz. Aksine, ortak olanlar kapitalist gelişmenin kendilerine yönelttiği tehditlerle mücadele ederler, yerel-spesifik bilgilerini ve teknolojilerini yeniden değerli kılarlar. Marx’ın toplumsal zenginlik anlayışının altında yatan öncüllerden biri olarak, bilimsel/teknolojik gelişme ile ahlaki/zihinsel gelişim arasında zorunlu bir bağlantı olduğunu varsaymazlar. Ayrıca yeniden üretimin toplumsal ilişkilerin dönüşümünün zemini olarak yeniden yapılanmasını, böylece kapitalist iş örgütlenmesinin değer yapısının altüst edilmesini politik projelerinin merkezine koyarlar. Kapitalizmde ev işini niteleyen tecridi, sanayi ölçeğinde yeniden örgütlemek için değil, bakım işinin daha elbirliğine dayalı biçimlerini yaratmak için kırmak isterler.
Ortak olanlar, Zapatistlerin tarihsel ve kültürel izleklerin çeşitliliğini, sömürünün ortadan kaldırılmasıyla bağdaşan toplumsal sonuçların çokluğunu vurgulayan “Bir Hayır, Birçok Evet” sloganının ruhuna uygun olarak “çoğul” haldedir. Fikirlerin ve teknolojik bilginin dolaşımının olumlu bir tarihsel güç olabileceği kabul edilmekle birlikte, bilgilerin, kurumların ve davranış biçimlerinin evrenselleşmesi beklentisine sadece sömürgeciliğin bir mirası olduğu için değil, yerel yaşamların ve kültürlerin yıkımıyla gerçekleştirilebileceği için karşı çıkılmaktadır. Her şeyin ötesinde, ortak olanların varlığı destekleyici bir devlete dayanmaz. Radikal çevrelerde, kapitalist çıkarların kökünü kazımak ve büyük ölçekli planlama gerektiren ortak zenginlikleri (su, elektrik, ulaşım hizmetleri vs.) idare etmek için gerekli olduğu varsayılan bir geçiş biçimi olarak devlet arzusu bir ölçüde hâlâ hüküm sürüyor olsa da, devlet biçimi bugün kriz içindedir, üstelik de yalnızca feminist ve diğer radikal çevrelerde değil. Ortak olanlar politikasının öne çıkması, gerçekleşmiş sosyalizmin başarısızlığı ve sermayenin uluslararasılaşmasıyla görünür hale gelen devlet biçiminin kriziyle doğrudan bağlantılıdır. John Holloway’in İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek kitabında çarpıcı bir biçimde ortaya koyduğu gibi, daha adil bir dünya yaratmak için devleti kullanabileceğimizi düşünmek, ona özerk bir varoluş atfetmek, onu kapitalist birikime kopmaz bir şekilde bağlayan ve toplumsal çatışma ve dışlama mekanizmalarını yeniden üretmeye zorlayan toplumsal ilişkiler ağından soyutlamak anlamına gelir. Bu ayrıca “kapitalist toplumsal ilişkilerin asla devlet sınırlarıyla sınırlı olmadığını” ve küresel olarak kurulduğu gerçeğini göz ardı etmektir. Üstelik toplumsal cinsiyet ve ırk hiyerarşileriyle bölünmüş olan bir dünya proletaryasıyla, bir devlet biçiminde somutlaşan “proletarya diktatörlüğü” işçi sınıfının beyaz/erkek kesiminin diktatörlüğüne dönüşme riski taşır. Daha fazla toplumsal güce sahip olanlar, devrimci süreci edinmiş oldukları ayrıcalıkları sürdürmelerini sağlayacak amaçlara doğru pekâlâ yönlendirebilirler.
Beklentilerin boşa çıktığı, seçim sandıklarıyla geçen on yıllardan sonra, şimdi özellikle de ülkelerin gençleri arasında, yaşamlarımızı dönüştürme gücümüzü geri alma, proleter bir devlette bizi temsil ederken aslında bizi yerimizden eden, her şeyi kapsayıcı bir kuruma devredeceğimiz bilgiyi ve sorumluluğu geri alma arzusu giderek büyüyor. Böyle bir devir feci bir tersine dönüş olacaktır. Zira bu durumda, yeni bir dünya yaratmak yerine, olmadığı takdirde yeni bir toplumun da asla mümkün olmayacağı öz-dönüşüm sürecinden yoksun kaldığımız gibi, bizi bugün en korkunç kurumsal adaletsizler karşısından edilginleştiren koşulları yeniden kurmuş oluruz. “Yeni bir toplumun embriyon hali” olarak ortak olanları çekici kılan yanlarından biri, devletten ziyade tabandan gelen bir gücü savunmaları ve zor yerine elbirliğine ve kolektif karar alma biçimlerine dayanmalarıdır. Bu açıdan, ortak olanların ruhu Audre Lorde’un şu içgörüsünü yansıtır: “İnsan efendinin evini efendinin aletleriyle asla yıkamaz.” Yaşasaydı Marx’ın da bu görüşe katılacağını düşünüyorum. Marx cinsiyetçiliğin ve ırkçılığın kapitalist örgütlenmesinin gerçekleştirdiği yıkımlar üzerinde pek durmamış, proletaryanın öznelliğindeki dönüşümle pek az ilgilenmiş olsa da, yalnızca dışarıdan gelen kısıtlamalardan değil, kapitalist ideolojiyi ve ilişkileri içselleştirmekten, onun deyişiyle, “çağların pisliği”nden kurtulup “toplumu yeni baştan kurmaya hazır gelmemiz” için bir devrime ihtiyacımız olduğunu kesinlikle anlamıştı. 

Çeviri: Münevver Çelik ve Sinem Özer
bottom of page