top of page

*Marksizmin Aproia'sı: “Devlet”

  • Yazarın fotoğrafı: otonomdergi
    otonomdergi
  • 30 Kas 2023
  • 14 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 9 Ara 2023

Marx, 1859’da Ekonomi Politiğin Eleştirisi’ni kaleme alırken, düşüncesindeki mimariyi şöyle özetliyordu: “Burjuva iktisat sistemini şu sırayla inceliyorum: sermaye, toprak mülkiyeti, ücretli emek; devlet, dış ticaret, dünya pazarı. İlk üç başlık altında modern burjuva toplumun bölündüğü üç büyük sınıfın iktisadi varlık koşullarını inceliyorum; öteki üç başlığın birbirleriyle bağıntısı besbellidir.”[1] Bu altı başlıktan ilk üçü kaleme alındı. Fakat diğer üçünün arasında bulunan “Devlet” başlığı üzerine, Marx herhangi bir kitap ya da makale yazmadı. Marx’ın “Devlet” üzerine düşüncelerini kitaplarının ve mektuplarının içerisinden derleyerek açığa çıkarabileceğimizi söyleyebiliriz. Bununla birlikte, Marx’ın devlet üzerine düşüncelerinin, teorik açıdan, Engels ve Lenin tarafından geliştirilmeye çalışıldığını da görmekteyiz. Pratik açıdan ise, Marx ve Engels’in devlet üzerine kendi teorik düşüncelerini Paris Komünü üzerinden, bu aynı düşünceleri Kautsky ve Bernstein’ın Alman sınıflar mücadelesi üzerinden, Lenin’in ise Ekim Devrimi pratiği üzerinden anlamlandırdıklarını söyleyebiliriz. Diğer devrimler de dikkate alındığında, Marksist devlet teorisinin her pratiğe göre yeniden rasyonalize edildiği açıktır. Her pratik “-ist”, Marx’ın devlet teorisini, kendine göre Marks-“izm”leştirmiştir. Bu bakımdan Marksistlerin proletarya diktatörlüğü adına ortaya koyduğu “devlet” pratiğinin, Marksizmi bir devlet eleştirisinden, bir devlet teorisine dönüştürdüğü bir hakikattir. Bu hakikatle yüzleşmek ve bir devlet eleştirisi olan Marx’ı yeniden güncelleştirmek, gelecek pratiğin bir ihtiyacı olarak önümüzde durmaktadır.

Egemenlik ilkesi
Bir ontolojiden bahsedilecekse bu ontoloji politikliktir. Varlık, güç ilişkileri ontolojisidir. Politik ontoloji, etkileyen ve etkilenen güçler arası ilişkidir. Bu bağlamda bir güç olarak beden politiktir.
Burjuva modern politikliğin temel ilkesi egemenliktir. Antik çağ ve ortaçağda egemenlik teolojik düzlemde aşkındı. Aşkın egemen güç tanrı, onun yeryüzündeki cismi ya da temsili ise krallar ve sultanlardı. Politik ontolojinin egemenlik ilkesini aşkınlıktan yeryüzünün içkinliğine indiren ilk düşünürlerden biri Machiavelli’dir. Modernizmin seküler egemenlik ilkesi, hükmetme, yeryüzünün güç ilişkilerine dayalı “iktidar” ve “devlet”tir. Machiavelli’yle birlikte, politik ontolojinin egemenlik ilkesi artık “Prens”tir; böylece egemenlik, iktidar olmak ve iktidarda kalmak, iyinin ve kötünün ötesindeki güç ilişkilerini yönetme sanatı olarak karşımıza çıkar.
Machiavelli, egemenlik kavramını hiç kullanmamasına karşın, egemenlik düzleminin kurucusudur. Egemenlik kavramını ilk kullanan Bodin’dir. Bodin’de, egemenlik ilkesi olarak devlet, “halk”a dayanan kurucu bir prenstir. Bu bağlamda devlet, halkın ortak varlığına vücut veren varlıktır. Halk adına hükmetme gücü olarak devlet, egemen güçtür. Böylece egemenlik ilkesi, devleti üreten halk ve halkı üreten devlet ilişkisi üzerinden sonsuz olarak üretilir.
Bodin ve Machiavelli ile birlikte düşünme yeni bir bakış açısı kazanır: Platon’un aşkın idea’ları, “iyi”ler artık yoktur; “iyi ve kötü”yü politik pratik üretir ve iktidar belirler. İyi ve kötüyü üreten, politik ontolojinin ürettiği dispozitiflerdir. İyi ve kötü ötesi iktidar, egemen hükmedenin iradesi olarak yasadır. Devlet, egemenliğin mutlak gücüdür. Devlet olmadan egemenlik ilkesi çalışmaz. İster krallık olsun ister demokrasi, egemenliğin ilkesi: devlet üretimidir.
Hobbes’da egemenlik ilkesi devlet, barışın gücüdür. Devlet, bireylerin aynı bedende birliği ve tabiiyetidir. Machiavelli’yle yeryüzüne inen egemenlik, teolojiden kurtulmuştu. Hobbes’la birlikte egemenlik “doğa”dan kurtulur. İnsanın doğal hakkı özgürlük zeminidir. Özgürlük zemini olan doğa durumunda barış yoktur: İnsan, insanın kurdudur. İnsanların birliği doğal haklarından sözleşme ile vazgeçmeleri ve doğal haklarını egemen devlete devretmeleriyle kurulur. Teolojiden ve doğadan kurtulmuş, birliğe ve itaate bağlı Leviathan barıştır. Hobbes’un Leviathanı, çokluğa karşı halk, itaate bağlı birliktir. Machiavelli’den gelen ve Hobbes’la doruğa ulaşan politik ontoloji, egemenlik ilkesi hükmetme, tahakküm, iktidar ve itaat üzerinden düşünülmüştür. Modernizmin burjuva egemenlik teorisi, meşruiyeti “halk”ın rızasına ve itaatine bağlı olan bir hükmetme üzerinden işleyen bir politik ontolojidir. Modern Devlet, çoğunluğun rızasına bağlı hükmetme iktidarıdır.
Spinoza, modernizmin hükmetmeye dayalı egemenlik teorisine antogonist bir itirazdır. Spinoza’ya göre politik ontoloji, egemenlik pratiği değil bir özgürlük pratiğidir. Bir özgürlük pratiği olan bu politik ontolojide, doğal hakkı oluşturan, insanın özü ve özgürlüğü olan conatus, bir başka deyişle, direniş hakkı asla devredilemez. Direniş hakkı elinden alınmış çokluk özgür değildir, etkinliği elinden alınmış, keder içinde köleleşmiştir. Halk, “çokluk”un tasfiyesidir. Politik ontoloji çokluğa dayalı barış, özgürlük ve demokrasi pratiğidir; neşenin içinden, insanın bir doğası olan bedene dayalı aklın kılavuzluğunda, politik pratik içinde ortak iyilerin kuruluşudur. Devletleşme değil “toplumlaşma” olarak “ortak olan”, bir kurum ya da aşkın iyi değil, politik pratik olarak elbirliği üretimidir. Ortak olan, çokluğun “şimdi”deki elbirliği pratiğidir. Devlet bu bağlamda hükmetmek değil herkesin herkesi yönettiği demokrasidir.
Marksist gelenek, politik ontolojiyi modernist burjuva egemenlik teorisi içinde kalmıştır. Aksine, politik ontolojiyi bir özgürlük pratiği değil, bir egemenlik pratiği olarak düşünmeye devam etmektedir. Marksist geleneğin en önemli aporia’sı “devlet” savunusu zemininde olmamasına rağmen politik ontolojiyi devlet üzerinden düşünmesidir. Devlet, burjuva egemenlik teorisinin bir üretimidir. Özgürlük pratiği olarak politik ontolojiyi düşünmek ise, devlete karşı antagonist bir pratik olan komünalist demokrasidir. Modernizmin despotik makinesi devlete karşı, altermodernitenin savaş makineleri ve çokluk, komünalist demokrasinin potentia’ sı ve tek politik düzlemidir.

Sınıf ve devlet
“Halk” kavramı Marksist bir kavram değildir ve Marx, “halk” kavramı üzerinden düşünmez. Marx, sınıf kavramı üzerinden düşünür. Marx için devlet, halkın sözleşme üzerinden haklarını devrettiği bir temsil değildir, devlet “ bir sınıfın bir başka sınıf tarafından baskı altına alınması için öngörülmüş bir aygıttan başka bir şey değildir.”[2] Devlet, topluma dışarıdan dayatılan ne aşkın bir güç ne de ahlaki bir fikirdir; sınıflar mücadelesine içkin bir ifadedir. Marx, politik ontolojiyi sınıflar arası güç ilişkileri içinden okur. Devlet, sınıflar arası iktidar ilişkilerinin içkin ürünüdür, devlet toplumun içinden çıkar ve toplumun üzerinde bağımsız bir güç olarak durur. Egemen sınıf, devletin bu bağımsızlığı üzerinden kendi çıkarını toplum çıkarı olarak örgütler ve güvence altına alır. Bu bağlamda, bütün sınıflar bugüne kadar devlet makinesini ele geçirip daha da yetkinleştirmekten başka bir şey yapmamıştır.
Proletarya açısından ise, asıl olan devlet makinesini parçalamaktır. Marx bunu açıkça söyler: “İşçi sınıfı mevcut devlet makinesini olduğu gibi almak ve onu kendi amaçları için kullanmakla bürokratik ve askeri makineyi başka ellere geçirtmeye değil, ama onu yıkmaya dayanacaktır.”[3] Proletarya için devlet, kurucu bir güç değil, parçalanması gereken karşıdevrimci sınıfsal bir güçtür.
Marx açısından devlet politik olarak yıkılması gereken bir makine olduğu halde, Marx yine de siyasal bir geçiş olarak devlete neden hâlâ ihtiyaç duyar? Bu sorunun yanıtı, Marx’ın Joseph Weydemeyer’e yazdığı 5 Mart 1852 tarihli mektubunda saklıdır: “Modern toplumda sınıfların varlığını ya da bunlar arasındaki mücadeleyi keşfetme onuru bana ait değildir. Benden çok daha önce burjuva tarihçileri, bu sınıf savaşımının tarihsel gelişmelerini, burjuva iktisatçıları da sınıfların ekonomik yapısını açıkça anlatmışlardır. Benim yaptığım yenilik şunları kanıtlamaktı: 1) sınıfların varlığının ancak üretimin gelişmesindeki belirli tarihi aşamalar ile sıkı ilişki içerisinde bulunduğu, 2) sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağı, 3) bu diktatörlüğün kendisinin de sadece, bütün sınıfların ortadan kalkması ve sınıfsız bir topluma geçişten ibaret olduğu.”[4] Görüldüğü gibi, modern sınıfları, sınıflar mücadelesini ve bu sınıfların ekonomik yapısını bulan Marx değildir. Marx’ın önemsediği, öne çıkardığı ve Marx’ı Marx yapan asıl buluşlar, yukarıdaki üç maddede sıralanmıştır. Üçüncü maddeden öncekilere doğru geriye gidildiğinde, “bu diktatörlüğün kendisinin de sadece, bütün sınıfların ortadan kalkması ve sınıfsız bir topluma geçişten ibaret olması” vurgusu daha da önemli hale gelir. Marx için proletaryanın önemi, sosyolojik bir sınıf olmasından değil, kendisi dahil bütün sınıfları ortadan kaldıracak tarihsel-politik bir sınıf olmasından ileri gelir: “Komünist devrim… çalışmayı ortadan kaldırır ve bütün sınıfların egemenliğini sınıfların kendileriyle birlikte ortadan kaldırır; çünkü bu devrim, artık toplum içinde bir sınıf işlevi görmeyen, artık toplum içinde bir sınıf diye tanınmayan, ve daha şimdiden artık bugünkü toplum içindeki bütün sınıfların, bütün milletlerin, vb. yok oluşunun ifadesi olan bir sınıf tarafından gerçekleştirilir.”[5] Bu bağlamda Marx’ın tarihsel önemi, “sınıf” kavramına ve sınıflar mücadelesine, “sınıfları ortadan kaldırma” politik pratiğiyle devrimci bir müdahalede bulunmasında yatar. Mark için sınıflar mücadelesinin önemi, “sınıf” kavramını ortadan kaldıracak “sınıfsız” toplumsal ilişkilerin kurulabileceği tarihsel olanakların politik olarak keşfinden ileri gelir. Marx’ın sınıf kavramına verdiği önem toplumun sınıfsızlaştırılmasıyla doğrudan bağlantılıyken, Marx’ın “sınıf “ kavramı dışında düşünülemez hale getirilmiş olması başlı başına düşündürücüdür. Bunun yerine, Marx, sınıfsallaştıran, sınıf üreten toplumsal ilişkilerin ortadan kaldırılması bağlamında, toplumsal ilişkilerin sınıfsızlaştırılması üzerinden düşünülmelidir.
Nitekim Marx emeği de bu sınıfsızlaşma perspektifi içinden okur: “İşçi kendi kendini emek kapasitesi olarak ve kendi karşıtı olarak sermayeyi üretmekte, kapitalist ise kendi kendini sermaye olarak ve kendi karşıtı olarak canlı emek kapasitesini üretmektedir. Her biri kendini yeniden üretirken, kendi olumsuzlamasını da yeniden-üretmektedir. Kapitalist, emeği yabancı emek olarak üretmekte; emek, ürünü yabancı ürün olarak üretmektedir. Kapitalist işçiyi, işçi de kapitalisti üretmektedir, vb.”[6] Bu bağlamda, “aynı zamanda hem ücretli emeğin korunmasını hem de sermayenin ortadan kaldırılmasını istemek, demek ki kendi içinde çelişkili ve kendi kendini çürüten bir taleptir.”[7] ”Ücretli işçilik sistemi sürüp gittikçe, eşit ya da adaletli iş ücreti istemek, kölelik sistemi temeli üzerinde özgürlük istemekten ayrımsızdır.”[8] Marx’ın bu satırlarında açıkça görüldüğü üzere, ücretli emek sermayenin yabancılaşmış bir biçimidir, politik olarak da ücretli emek emeğin sınıflaştırılmasıdır ve dolayısıyla sistem içidir. Ücretli emek, emeğin sınıflaştırılmış biçimi olarak, reformizmin sınıfsal temeli, halk ise emeğin uluslaştırılmış biçimi olarak faşizmin toplumsal temelidir. Politik olarak ücretli emek, işçi sınıfını, sınıf içi tutar ve sermayeyi üreterek kendini olumlar. Oysa Marx için proletarya, ücretli emeğin reddidir. Antagonizma, emek ile sermayenin bir biçimi olan ücretli emek arasındadır.
Marx’ı Marx yapan ikinci buluşu, “sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağı”dır. Bu ikinci buluş, Marx’ın en devrimci soyutlamasıdır. Proletarya diktatörlüğü, antagonist sınıflar arası mücadelenin devrimle sonuçlanmasının kaçınılmazlığını ifade eder: “Devlet, savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten söz etmek saçmadır: Proletaryanın devlete gereksinmesi olduğu sürece, o, bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır.”[9] Proletarya diktatörlüğü devlete değil devrime yakındır. Devrimin içinden düşünülen devlet ise, bir zor aygıtı olarak, geçici bir siyasal süreç için kullanılmıştır. Zor aygıtı olarak sınırlanmış “devlet”in, kavram olarak sıkıntılar yaratması üzerine, Engels “biz, devlet sözcüğünün yerine, her yerde, topluluk (Gemeinwesen) gibi, Fransızca komünün karşılığı olan mükemmel eski bir Alman sözcüğünün kullanılmasını önermekteyiz”[10] diyerek, “devlet” kavramıyla mesafesini “komün” kavramı üzerinden ifade etmiştir. Fakat Marksist gelenek bunun anlamı üzerine hiç düşünmemiştir.
Devletin Marksizm için aporia haline gelişi, Marksizmin “devlet” kavramıyla olan geriliminden başlamıştır. Devlet kavramının Marksizmin düşündüklerini ve komün pratiğini ifade edecek bir kavram olmadığı açık olmasına rağmen, bu kavram Marksistler tarafından kullanılmaya devam etmektedir. Bu aporia’nın nedeni, üçüncü madde ile ikinci madde arasındaki gerilimdir: Komünizm, emeğin sınıflaştırılmış biçimi olan “ücretli emek”le birlikte tüm sınıfların ortadan kaldırılmasını ifade ettiği halde, bir sınıf diktatörlüğü ve bir sınıf üretme ilişkisi olarak “devlet”i savunmaya devam edilmesidir. Bunun gerilim, devrimin yalnızca burjuva egemenlik teorisi içinden düşünülmesinden kaynaklanmaktadır. Politik ontoloji yalnızca egemenlik ilkesi üzerinden düşünüldüğünü için, “devlet” kavramına ihtiyaç duyulmaktadır. Politik ontoloji özgürlük pratiği olarak düşünüldüğünde, bir özgürlük pratiği olan “Devrim”, “Devlet” kavramına artık ihtiyaç duymayacaktır. Komün, proletarya diktatörlüğünü ve devrimin zorunu bizzat üstlenir. Sermayenin kendini olumlama pratiği sınıf üretme ilişkisine içkindir ve despotik makine devlet, sınıfsal bir makinedir. Buna karşılık, emeğin olumlama pratiği ise toplumsal ilişkilerin sınıfsızlaşmasına içkindir ve despotik makineye karşı savaş makinesidir. Sermaye ile ücretli emek arasında antagonizma yoktur, antagonizma emek ile sermayeleşmiş sınıf olan ücretli emek arasındadır. Şiddet, özgürlük pratiğinin antagonizmasına içkindir. Devlet, antagonizmaya içkin olan şiddeti kapan ve onu düzenli ordu ve polis kurumuna çevirerek emeği silahsızlaştıran despotik makinedir.
Sermayenin ekonomi politiği ve devlet
Marx, devlet aporia’sını Hegel’in ve ekonomi politiğin içinde kalarak olumsuz bir yerden çözer. Devlet, politik bir olgu değil ekonomi-politik bir olgudur. Üretici güçler, ücretli emeği ortadan kaldıracak ve toplumsal zenginlik gürül gürül akacak seviyeye gelmeden, bu düzeyde gelişmeden Devlet, sönümlenmeyecektir. Marksizmin içinde açık olmasına karşın bir sır olarak kalan bu hakikat 1848 devriminin özeleştirisinde saklıdır: “Tarih bizi ve benzer düşüncede olanların hepsini haksız çıkardı. Tarih gösterdi ki, kıta üzerindeki iktisadi gelişme durumu, o zaman, kapitalist üretimin kaldırılması için henüz yeterince olgunlaşmamıştır ve tarih, bunu 1848’den bu yana bütün kıtayı kaplamış olan ve Fransa’da, Avusturya’da, Macaristan’da ve son olarak Rusya’da büyük sanayiye ancak şimdi gerçekten söz hakkı veren ve Almanya’yı da birinci sınıf bir sanayi ülkesi durumuna getiren – bütün bunlar kapitalist bir temel üzerinde, yani 1848’de pekâlâ genişlemeye elverişli bir temel üzerinde olmak üzere – iktisadi devrimle tanıtlandı.”[11] “Ama bu yenilgilerde yenik düşen devrim değildi. Yenilgiye uğrayan, devrim-öncesi geleneksel uzantılar, keskin, uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları noktasına henüz gelmemiş olan toplumsal ilişkilerin sonuçları idi.”[12] Tam da bu yüzden, “iktisadi devrim” ve buna bağlı olarak “iktisadi gelişme” devam ettiği sürece, gerçekçi bir devrimden bahsedilemez. Proletaryanın, sınıflar mücadelesi tarihinde politik olarak sahneye çıktığı 1848 devrimi “olgunlaşmamış” iktisadi koşullara yenildi. Yenilen, burjuvazi ile proletarya arasındaki henüz “keskin, uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları noktasına gelmemiş olan toplumsal ilişkilerin sonuçları” idi.
İki antagonizmadan bahsedebiliriz: birincisi sınıflar arasında politik antagonizma; ikincisi, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki antagonizma. 1848 devriminin özeleştirisine göre, sınıflar arası politik antagonizma, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki antagonizmanın olgunlaşmasına bağlıdır. Emeğin kendini olumlamasının politik pratiği olarak antagonizma, sermayenin kendini olumlama pratiğinin krizlerine ve evrimine gömülmüştür. Marx’ın Hegel’e geri döndüğü nokta burasıdır: “Felsefe kendisini tarihte gerçekleştirir, tarih felsefe tarihidir” söylemi ayakları üzerine oturtulduğunda tarih, sınıflar mücadelesi ve devrimler tarihine değil, üretici güçlerin gelişme tarihine dönüşmüştür. Aşkın İdealizm, yapısal determinizm olarak böylece yeniden karşımıza çıkar. Bu bakımdan, Marksizmin antagonizma teorisi bu Hegelyan bağlamı nedeniyle problemlidir. Hegel’de antagonizma yoktur, özdeşliğin dinamiği olan çelişki vardır. Varlık, kendini olumsuzlayarak kendiyle çelişir ve karşıtını üretir, üretilen karşıt da kendini olumsuzlayarak geri dönüp kendini olumlar. Olumsuzlamanın olumsuzlaması, varlığın kendini olumlama pratiğidir. Tarihsel çelişkilerin diyalektik yabancılaşmasından geçen “olgunlaşma”ya dayalı antagonizma, çelişkiyle ikiye bölünen ve karşıtlaşan “özdeşlik” in kendisinin ortadan kalkmasıdır. Hegel’deki çelişki, sermayenin özdeşliğinde ücretli emek ile burjuvazi arasındaki devinime karşılık gelir. Bu devinimin olgunlaşması tamamlanmadan sermaye ve ücretli emek özdeşliği, varlık olmaktan çıkamaz. Emeğin özgürlüğü, üretici güçlerin gelişmesine bağlı olarak sermayenin olgunlaşmasına, bir başka deyişle kendini devindiren çelişkinin sürdürülememesine bağlıdır. Varlık ancak çelişkisini, karşıtını üretme gücünü yitirdiği zaman yok olacaktır. Oysa antagonizma, özdeşliği kuran çelişkinin olgunlaşması değil, özdeşliğin varoluşsal varlığı olarak çelişkinin parçalanmasıdır. Varlık, kendini değil, kendisini olumsuzlayan karşıtını olumsuzladığında antagonisttir. Karşıtlık, “Ben”in kendini olumsuzlaması olan çelişkide değil, “ben”inin varlığını olumsuzlayan karşıtla antagonizmasındadır. Varlık kendini olumlar, antagonizma da kendini olumsuzlama değil kendini olumlama pratiğidir. Emeğin kendini olumlama pratiğine dayalı olan antagonizma, emeği, ücretli emek altında sınıflaştırarak sermayeleştiren, sermayenin çelişkiye dayalı özdeşliğini parçalamaktır. Politik ontolojiyi özgürlük pratiği olarak düşünmek tarihsel ereğe değil şimdiye içkin sürekli devrimdir.
Marx’ta rastladığımız, Hegel’in çelişkiye içkin özdeşliğine gömülmüş olan antagonizma anlayışına göre, “üretici güçler, rekabeti gereksiz kılacak denli gelişmedikçe ve dolayısıyla rekabet de süregeldikçe, bağımlı sınıflar da rekabeti ve onun ile birlikte devleti ve hukuku ortadan kaldırma isteğini açığa vurmakla, gerçekleşmesi olanaksız bir şey istemiş olurlar.”[13] “Burjuva toplumun üretici güçlerinin, içinde burjuva koşullarının izin verdiği bollukta geliştikleri bu genel gönenç dolayısıyla gerçek devrimden söz edilemez.”[14] “Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman toplumsal devrimler çağı başlar.”[15] “İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olamaz…”[16] “Yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrından çiçek açmadan, asla gelip yerlerini alamazlar.”[17] Bu alıntılarda açıkça görüldüğü üzere, emek ve devrim, böylece, sermayenin kendini olumlama diyalektiğinin tarihi içine kapatılmıştır. Alman Marksizmi, Kautsky ve Bernstein bu kapatmanın Marksistleridirler. Alman sosyal demokrasisi şu soruyu sorar: Devrimin tarihsel koşulları ne zaman olgunlaşacaktır? Bu olgunlaşmanın henüz gerçekleşmemiş olduğu günümüz koşullarında politik görevler nelerdir? Bu sorulara verilen yanıtta, devlet bir zor aygıtı değil, sermayenin kendini reforme etmesine dönük bir düzenleyici güçtür. Devletin yıkılmasından devletin demokratikleştirilmesine böylece geçilmiştir.

Emeğin ekonomi politiği ve devlet
Marx Alman İdeolojisi’nde, “Komünizm bize göre ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ideadır. Biz bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz,”[18] diye yazar. Bu sözlerden de anlaşıldığı üzere, Marx’a göre komünizm, “ne yaratılması gereken bir durumu” önüne koymak bakımından, bir toplum mühendisliğini, “ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir idea”ya bağlanmış olmak bakımından, bir ereksel nedenselliği ifade eder. Marx açısından komünizm, bugünkü duruma son verecek, “şimdi”ye içkin politik hareketin ta kendisidir. Ne “idea” ne de “tasarı”dır; komünizm, harekete içkin amaçtır ve politiktir; kapitalizmi yıkan içkin politik kudrettir ve bu kudretin komünalizmidir.
1848 özeleştirisinin en önemli yanı, “bilimsel olmayan” Marx’ın “bilimsel” Marx’a dönüşümünün dinamiğini gözler önüne sermesidir. Komünizm kavramını anlamlandırma mantığı da “bilimselliğe” göre değişmiştir. Marx 1871’de Paris Komünü üzerine yazdığı Fransa’da İç Savaş kitabında şöyle der: “Komün’ün gerçek gizemini…emeğin iktisadi kurtuluşunun gerçekleşme olanağını sağlayan siyasal biçimi alması oluşturur.”[19] Bu cümlede altı çizilmesi ve üzerine düşünülmesi gereken yer, “emeğin iktisadi kurtuluşu” ifadesidir. “Emeğin iktisadi kurtuluşu” ne demektir? Dikkat çekici olan şey, devrimin ya da politik olanın “emeğin iktisadi kurtuluşunun gerçekleşme olanağı” olarak görülmesidir. Demek ki politik olan, “emeğin iktisadi kurtuluşu” için bir olanak ve “emeğin iktisadi kurtuluşu”na göre sönümlenecek olan bir olgudur. Bu durumda “emeğin iktisadi kurtuluşu” ifadesinin izini daha dikkatli sürmek gerekmektedir.
“Emeğin iktisadi kurtuluşu”nun ne anlama geldiği, Kapital ve Grundrisse kitaplarından da elbette anlaşılabilir, ama 1875’te kaleme alınan Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi bu kurtuluşun anlamını çok daha çarpıcı bir biçimde ifadelendirir.
“‘Emek, evrime uğrayarak toplumsal emek haline geldiği ve böylelikle zenginliğin ve kültürün kaynağı olduğu ölçüde, emekçide yoksulluk ve teslimiyet, çalışmayanda servet ve kültür gelişir.’ Bugüne dek bütün tarihin yasası böyledir.”[20] Bu alıntıda “emeğin iktisadi kurtuluşu” ifadesinin biraz daha netleştiği görülüyor. Ancak emek, zenginliğin, kültürün ve boş zamanın kaynağı ve –daha sonra vurgulanacağı gibi- “yalnızca bir geçim aracı” olmaktan çıktığı zaman, emeğin iktisadi kurtuluşu mümkündür. Bu durumda soru şudur: Emeğin zenginliğin, kültürün ve boş zamanın kaynağı ve bir geçim aracı olmaktan çıkması bakımından, emeğin iktisadi kurtuluşu politik midir yoksa ekonomi-politik midir? Marx’ın bize verdiği yanıt bizim açımızdan açık ve nettir: “Hukuk, hiçbir zaman, toplumun iktisadi durumundan ve ona tekabül eden uygarlık derecesinden daha yüksek olamaz. Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasından, bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek, yalnızca bir geçim aracı değil, ama kendisi birincil yaşamsal gereksinim haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimde gelişmeleriyle, üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman, ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları kesin olarak aşılmış olacak”tır.[21] bu durum vaat edilen bir cennettir.
Bu alıntıdan da anlaşıldığı üzere, yalnızca kapitalizmin ekonomi politiği yoktur, komünizmin de bir ekonomi politiği vardır. Kapitalizmde olduğu gibi komünizmde de ekonomi politik, politikliği belirler, bir başka deyişle, altyapı-üstyapı ayrımı komünizmde de devam etmekte ve işlemektedir. Politik olan, hâlâ “üstyapı”dır. Emeğin iktisadi kurtuluşu, yani emeğin ücretli emek olmaktan çıkması, emeği “zenginliğin”, “kültür”ün ve “boş zaman”ın kaynağı ve bir “geçim aracı” olmaktan çıkaracak olan toplumsal zenginliğin gürül gürül akmasına bağlıdır. Ancak komünizmin toplumsal zenginliği “herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre” aşamasına gelmeden, emeğin iktisadi kurtuluşunun koşulları olgunlaşmamış olacak ve emeğin, ücretli emek olmaktan çıkması mümkün olmayacaktır; zaman, emek-değerin ölçüsü, emek de ücretli emek olmaya devam edecektir. Sözün kısası, burjuvazi politik, ekonomik ve kültürel alanlardan politik olarak yok edilse bile, sermayenin yabancılaşmış biçimi olan ücretli emek devam ettiği sürece, burjuva hukukunun varlığı ve buna bağlı olarak “devlet” de devam edecektir. Bu burjuva hukuk, emek-değerin ölçüsü olarak zamanın varlığından ve emeğin ücretli emek olarak, bir sınıf olarak varlığını sürdürmesinden kaynaklanmaktadır. Ücretli emek bir sınıftır, çıkarı sermaye içidir. Burjuvazi ortadan kaldırılsa bile ücretli emek devam ettikçe sermaye de devam edecektir. Ücretli emeği ortadan kaldırmadan sermayeyi ortadan kaldırmak mümkün değildir. Bu koşullarda burjuva hukukuyla birlikte, bir sınıf olan ücretli emek, emeğin üzerinde politik bir tahakküm olarak devam edecektir ve bu durum “bilimsel” olarak kaçınılmazdır; burjuvazisiz burjuva hukuku, devletsiz devlet ve politik tahakküm, emeğin iktisadi kurtuluşu sağlandığı oranda sönümlenecektir.
Bilimsel olmayan Alman İdeolojisi’nde komünizm politiktir; anti-kapitalizmin etiği ve kudretidir; kapitalizmin ve ekonomi politiğin politik eleştirisidir. İşçi sınıfının kendisini sınıf ve ücretli emek olarak reddi politiktir. Fakat bilimsel Marx’ta komünizm, politiklikten ekonomi politiğin olgunlaşmasına dönüşür. Komünizm, ekonomi politiğin devrimci eleştirisinden üretici güçlerin geliştirilmesi ve hızlandırılmasına, emeğin toplumsal verimliliği üzerinden toplumsal zenginliğin birikimine indirgenmiştir; sınıfın sınıf olarak reddi artık politik değil, ekonomi-politik evrimdir. Marx’ın emek değer teorisi, kapitalizmin devrimci eleştirisi olmaktan çıkıp modernizmin ilerlemeciliğine, kalkınmacılığına gömülmüştür.
Bir yol ayrımındayız! Hakikatimizi görmeliyiz, krizimiz var! Kapital’i ya politik olarak okuyacağız ve emek-değer teorisini antagonizma üzerinden kapitalizmin politik eleştirisine dönüştüreceğiz ya da ekonomi politik içinde kalarak devrimci Marx’ı, bilim insanı Marx’a dönüştürecek ve modernizmin diyalektiğine gömeceğiz.
Komünizmin ekonomi politiği yerine komünizmin politiği olan bir özgürlük pratiğini düşünerek, bir başka deyişle, politik olanı bir üstyapı değil bir altyapı olarak düşünerek Marx’ı güncelleştirmemiz gerekiyor. Politik ontoloji “beden”dir. Politik ontolojiyi özgürlük pratiği olarak düşünmek, komünizmin ekonomi politiğine komünizmin politiği perspektifinden bir müdahaledir. Demokrasi bir üstyapı kurumu değil bir altyapıdır. Öz-örgütlenmelere dayalı üretimin komünalist örgütlenmesi olarak emeğin, ücretli emeği tasfiyesidir. Emeğin, ücretli emeği tasfiyesi politiktir ve bu bağlamda antagonisttir.
Devlet, komün pratiğinde, devrimin ve bu bağlamda proletarya diktatörlüğünün bir zor aygıtı olarak; Alman Marksizminde demokratikleştirilmesi gereken düzenleyici güç olarak; Ekim Devrimi’nde ise, toplumsal sermayenin birikimini sağlayan sermayenin tüzel kişiliğinin cisimleştiği devlet kapitalizmi olarak düşünülmüştür. Ekim Devrimi emeği, sermaye içi bir sınıf olan ücretli emeği, devlet üzerinden burjuvalaştırmıştır.
Sermayenin kişilikleşmiş biçimi olan burjuvazi politik olarak tasfiye edilse bile, sermaye ücretli emek biçimi altında ve devlet de ücretli emek sınıfına dayanarak, sermayenin bir sınıfsal gücü olarak varlığını sürdürmeye devam edecektir. Devlet bir sınıf üretme ilişkisidir. Devlet, ister burjuvaziye ister ücretli emek sınıfına dayansın, sermayenin despotik makinesidir ve asla sönümlenemez ve sönümlenmemiştir.
Modernizmin ortaçağını yaşıyoruz. Modernizmin ortaçağı postmodernizmdir. Sermaye içerebileceği her şeyi içermiştir. Artık sermaye dışı hiçbir toplumsal ilişki kalmamıştır. Emek, finans kapitalden ücretini borç ve kredi olarak talep etmektedir. Her toplumsal ilişki çürümeyi tadacaktır. Bu bağlamda Modernizmin çoğunluk-azınlık ikiliğine dayalı demokrasi anlayışı tarihsel olarak bitmiştir. Seçimlere dayalı çoğunluğun iktidarı postmodern faşizmin temel düzlemidir. Devlet, parti ve halk sermayenin formları olarak artık özdeştir. Burjuva demokrasisi postmodern faşizm tarafından kapmıştır. Artık demokrasi azınlık-çoğunluk düzleminde değil, bir alt-yapı olarak “çokluk” düzleminde devrimcileşecektir. Özgürlük pratiği dayalı bir politik ontoloji, ancak devletin tasfiyesine içkin öz-örgütlenmelere dayalı bir komünalist düzlem üzerinden bugünden düşünülebilir.

Yazar: Cengiz Baysoy
[1] K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yay., 1993, s. 21 [2] K. Marx, F.Engels, Devlet ve Hukuk, derleme, Ayrıntı Yayınları, 3. Baskı, s. 59. [3] K. Marx, Kugelmann’a Mektup, 12 nisan 1871. [4] K. Marx, F. Engels, Seçme Yazışmalar 1, çev. Yurdakul Fincancı, Ankara, Sol Yay., s. 72-76. [5] K. Marx, Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yay., 2004, s. 66. [6] K. Marx, Grundrisse, Birikim Yay., 1979, s. 492. [7] K. Marx, a.g.e., s. 399. [8] K. Marx ve F.Engels, Devlet ve Hukuk, s. 119. [9] F. Engels, Bebel’e Mektup. [10] F. Engels, Bebel’e Mektup [11] K. Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848-1850, Sol Yayınları, 1988, s. 15. [12] K. Marx, a.g.e., 1988, s. 32. [13] K. Marx, F.Engels, Devlet ve Hukuk, s. 61. [14] K. Marx ve F. Engels, Seçme Yapıtlar, Sol yayınları, s. 226. [15] K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s. 23. [16] K. Marx, a.g.e., s. 24. [17] K. Marx, a.g.e., s. 24. [18] K. Marx, ve F. Engels, Alman İdeolojisi, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, 2004, s. 62. [19] K. Marx, Fransa’da İç Savaş, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, 2005, s. 66. [20] K. Marx ve F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev. M. Kabagil, Sol Yayınları, 1989, s. 25. [21] a.g.e., s. 31.
bottom of page