top of page

*Kardeşlik

  • Yazarın fotoğrafı: otonomdergi
    otonomdergi
  • 17 May 2007
  • 18 dakikada okunur
Kutsal söylemler cehenneminden geçiyoruz. Laiklik, din, cumhuriyet, bağımsızlık, yurtseverlik, vatanperverlik, ulusçuluk, milliyetçilik gibi değerler tarihsel köklerle bağlantılandırılarak kutsallaştırılıyor, birer tabu haline getiriliyor ve tartışılamıyor. Toplumsal hayat bunaltılıyor ve boğuluyor. Siyasal alanda değerler kutsallaştırılırken, toplumsal hayat tamamen değersizleştirilerek yaşanıyor. Söylem ve hayat arasında ikiyüzlülük var. Bu ikiyüzlülük içinde toplum, kutsal söylemlerin ordusu, potansiyel şehitleri haline getiriliyor. Her soruna karşı şiddetten başka bir siyasi akıl üretmeyen, üretemeyen gelenek devam ediyor. Kutsal söylemler cehennemi; vicdan, onur, adalet, emek, eşitlik, kardeşlik, umut, özgürlük ve insan kavramlarının değerler cennetini esareti altında tutsak kılmış bulunuyor. Toplumsal değerler tehdit olarak görülüyor, değersizleştiriliyor ve hiç sayılarak küçümseniyor. Devleti koruma değerleri öne çıkarılarak devlet kavramı kutsallaştırılıyor. Osmanlı’dan gelen gelenek hiç değişmeden devam ediyor. Politiklik öznellik üretimidir. Kutsal değerlerle üretilen bu öznelliklerin politik nedenlerine tarihsel ve toplumsal açıdan bakmak gerekiyor.
Tarihsel ve toplumsal gelişmelere paralel olarak her devlet, iktidarını devam ettirebilmek için kendisini reforme etme ihtiyacı duyar. Bu reformlar iktidarın isteğine değil, güç ve güçlerin çatışması sonucu ortaya çıkan zorlamalara ve zorunluluklara bağlıdır. Bugün Türkiye, devlet egemenliğini üretebilmek için siyasal olarak kendisini reforme etmenin tarihsel koşulları içine girmiş bulunuyor. Bu durum küresel, bölgesel ve ulusal egemenlerin iç içe geçtikleri bir güç savaşı verdiklerini gösteriyor. Ulusal bağlamda, bu durum bir siyasal krizdir. Bu siyasal krizin adı “birinci cumhuriyet”tir. Birinci cumhuriyet kriz içindedir. Siyasal geleneğimize bağlı olarak ikinci cumhuriyet de, birinci cumhuriyette olduğu gibi küresel ve bölgesel siyasal krizlerin ürünü olarak ortaya çıkıyor. Kutsal söylemler cehennemi; küresel, bölgesel ve ulusal egemenlerin güç ve iktidar savaşlarının krizini yönetme siyasetinin ürünü olarak gerçekleşiyor. Birinci cumhuriyetçilerle ikinci cumhuriyetçiler kavgasının nasıl şekil alacağı, küresel ve bölgesel güç dengelerine bağlı görünüyor. Tarihsel bağlar kurularak üretilen kutsal söylemler altında toplum depolitize edilerek bloke edilmek ve egemenler arası güç savaşının ürettiği kriz yönetilmek isteniyor. İkinci cumhuriyetçi AKP’ye karşı üretilen siyasetin ana ekseni, laiklik ve cumhuriyet değerlerinin ortadan kaldırıldığı doğrultusunda yürütülüyordu. Bu öznellik üretiminin sonuç vermediği görüldü. Şimdi ise söylem milliyetçi ve ulusalcı, bağımsızlıkçı, anti-emperyalist bir söyleme dönüştürüldü. Samimiyetine inanalım ya da inanmayalım, faşist hareket, anti-emperyalist ve bağımsızlıkçı bir söylem ile kendisini üretiyor. Toplum, soldan sağa milliyetçi, anti-AB’ci ve anti-Amerikancı söyleme oturtulmuş görünüyor. Fakat ne yazık ki bu durum, devrimci bir dalga yaratamıyor. Önceliği anti-kapitalizme vermemiş bir anti-emperyalizm, anti-ABD’cilikten öteye geçmiyor ve devrimcileşmiyor.
Yeni bir küresel egemenliğin iktidarlaşma sürecinden geçiyoruz. Küresel sermaye birikiminin organik bir parçası ve gücü olan Türkiye sermayesi, küresel bir aktör olma ihtiyacını giderecek reformu gerçekleştirmede tıkanıyor ve esneklik gösteremiyor; bu esneklik için ikinci cumhuriyete ihtiyaç duyuyor. Bunun nedeni, Türkiye’de toplumsal sermaye birikiminin gelişmesini engelleyen faktörlerde yatıyor. En temel olgu, uluslaşma sürecindeki tıkanmalar ve ulusun siyasal birliğini oluşturan temel ilkelerin siyasal kurucu güçler arasında uzlaşmaya varılarak oluşturulamayışıdır. Siyasal demokrasi, ulus devletin temel ilkelerinden biridir ve ulus devletin kurucu güçlerini içermeyi ifade eder. İç güçten küresel güce dönüşen islami sermaye ve Kürt hareketi, ulus devletin kurucu gücü olmayı talep ediyor. Ulus devlet demokrasisi kurucu güçleri içermediğinden, siyasal istikrarsızlık devam ediyor. Birinci cumhuriyetin dışladığı kurucu güçlerin her siyasal hareketi, siyasal krizlere neden oluyor ve ulus devletin temel ilkelerini tartışmalı hale getiriyor. Siyasal istikrarı tehdit eden bu gerçeklik, küresel sermaye birikiminin önünde engel oluyor. Ulus devletin kurucu güçleri arasındaki iktidar ilişkilerinin demokratikleştirilmemesi ikinci cumhuriyeti dayatıyor. Bu bağlamda kapitalist imparatorluk, ikinci cumhuriyeti küresel sermaye adına birinci cumhuriyetçilere dayatıyor. Küresel egemenliğin kuruluşu ile iç içe geçmiş birinci cumhuriyetçiler ile ikinci cumhuriyetçiler arasındaki bu gerilim çözülmez ise, sermaye açısından durum çok ciddi bir boyuta geçecektir. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, İngiliz emperyalizmi Ruslara karşı Osmanlı’nın siyasi birliğini önemsiyordu; fakat sonra parçalanmasına karar verdi. Bu gerilim sermaye açısından çözülmez ise, Türk emekçileri ile Kürt emekçileri arasında düşmanlık derinleşecek gibi görünüyor.
İmparatorluk, ulus devletin “demokratikleşmesini”, yani ikinci cumhuriyeti istiyor. İmparatorluk emperyalizmi siyasi gericilikten çıkardı mı, imparatorluk kapitalizmi demokratikleştirdi mi? İmparatorluk paradigmasını eleştirenler, durumdan bunu anlıyor. Bu demokratikleşme, egemenler arası güç ilişkilerinin yeniden kurulmasının siyasal biçimini ifade ediyor. Sol, birinci ve ikinci cumhuriyetçilerin arkasına dizilmek zorunda kalıyor. “AB”ciler burjuva demokrasisini olumlayarak destekliyor. Birinci cumhuriyetin arkasına dizilenler, anti-emperyalizm adına sosyal şovenizmin zeminine düşüyor. Sınıflar mücadelesini antagonist bir değer teorisi üzerine oturtmaktan uzaklaşanlar kendilerini marksist sanıyor. Siyasal bağımsızlığı, siyasal demokrasiyi emeğin özgürlüğü olarak görenler kendilerini komünist görüyor.
Sermayenin özgürlüğü, toplumsal hayatı ve bütün toplumsal ilişkileri sermayeleştirmektir. Bunu başarmak, toplumsal emeği ücretli emek altında sınıfsallaştırarak üretken emek haline getirmekten geçiyor. Buna, sermaye birikim süreci deniliyor. Siyasal gericiliğin özünü bu teşkil ediyor. Sermaye birikiminin önünü açan her siyaset, siyasal gericiliktir. Toplumsal emeği ücretli emek altında sınıfsallaştıran ve üretken emek olarak sermayeleştiren her devlet, siyasal olarak gericidir. Siyasal gericiliği toplumsal alandan çıkarıp siyasal alanda görenler, siyasal gericiliği devlet biçimlerine indirgiyor, devletin siyasal gericiliğini görmüyor. Devlet biçimlerine karşı savaştan devlet kavramına karşı savaşa geçtiğimizi söylediğimizde kastımız budur. Devlet biçimi olarak burjuva demokrasisi, siyasal sınırlarına gelmiştir ve tarihsel olarak tıkanmıştır. Devlet demokratikleştiğinde, burjuva demokrasisi geldiğinde siyasal gericilikten çıkılacak sanılıyor. Siyasal gericiliğin özünün devlet olduğunu modernist sol çoktan unuttu. Devletleşen her hareket siyasal olarak gericileşecektir; bu komünist ilke hatırlanmıyor. Tarih, bunu anlamamız gerektiğini söylüyor. Anti-emperyalist ve anti-faşist mücadele, bir devlet biçimine karşı bir başka devlet biçimini öngörür. İmparatorluk döneminde ise, anti-kapitalizm temeldir ve devlet biçimlerine karşı mücadeleden devlete karşı mücadeleye geçilir. Bir dış olgu olarak çözümlenen emperyalizm anlayışlarının anti-emperyalizminin, bunu anlaması mümkün görünmüyor. Emeği kişisel özel mülkiyet altına alan kapitalistten kurtarıp, ilerleme ve kalkınma adına devletin özel mülkiyetine alarak ücretli emek altında sınıflaştırmaya devam edince, sermayenin ortadan kalktığı sanılıyor. Anti-ABD’ciliği anti-emperyalizm, anti-emperyalizmi anti-kapitalizm sananlar, emeğe tutsaklıktan başka bir şey vermiyor.
Emperyalizm dış olgu olmaktan çıkmıştır. Emperyalizm artık iç olgudur. İmparatorluk, emperyalizmin iç olgu olma sürecini tamamlamasının ürünüdür. Emperyalizm ve işbirlikçileri söylemi artık yetmiyor. Her devlet emperyalizmdir, siyasal gericiliktir, emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin organik bir parçası ve gücüdür. Bunu görmek, sermayenin kendini olumlama politik pratiğinin diyalektiğini anlamaktan geçiyor. Sermaye egemenliğinin tarihsel uğrağı olan emperyalizmin kendini olumlama pratiği diyalektiktir. Varlığı, karşıtını üretmesine ve bu karşıtla çelişerek devinmesine bağlıdır. Kapitalizmin cenneti savaştır. Sermaye, toplumsal hayatı ve toplumsal emeği sınıflara bölerek parçalıyor, bu parçaları güce dönüştürerek savaştırıyor. Bu güç ve güçler savaşının krizlerini yöneterek kendisini üretiyor. Kapitalizm, değişim değeri üzerinden artı-değer üretimini toplumsal ilişkiye dönüştürdü. Toplumsal emeği sınıflara bölerek toplumsal hayatı paramparça etti. Bireyi toplumsal kimliğinden mülksüzleştirerek zayıf, umutsuz ve güçsüz bireyci kişiliklere dönüştürdü. Kapitalizmin bir aşaması olan emperyalizm ise, dünyayı uluslara bölerek birbirlerine kırdırttı. Tarih bize emperyalizmi uluslaşmayı engelleyen bir güç olarak gösterdiği gibi, uluslaşmayı körükleyen bir güç olarak da gösteriyor. Emperyalizmin kurduğu imparatorluk ise, ulus devletleri küresel sermaye birikiminin üreticileri olarak şirketleştirerek düzenliyor. Bu düzenlemeye direnen ulus devletleri parçalayarak daha işlevli güçler haline getiriyor. Toprakları birbirine düşman kılarak halkları birbirine kırdırıyor. Küresel sermaye birikim süreci, kendisini böyle işletip üretiyor. Bu diyalektiği anlamak gerekiyor. Her aşkınsal politik güç, siyasal gericiliktir. Devlet kavramı, aşkınsal politik bir güçtür. Varlık kudretiyle tanımlanır. Devlet kavramının kudreti, her yerde ve her zaman, en demokratik olanında bile siyasal gericiliktir. Toplumsal özgürlük talebini politik olarak üretir. Emperyalizm, iç olgu olarak devletleşmiştir. Emperyalist-kapitalist üretim ilişkileri devletleşmiştir. İmparatorluk bunu ifade ediyor. Anti-emperyalizm adına ulus devleti korumak ve kollamak, emperyalizmin yeniden üretimidir. Dünyanın yerlilerini uluslaştırarak devletleştirmek ya da devletleştirerek uluslaştırmak, devrimci olmaktan çıkmıştır. Devrim kavramının devrimcileştirilmesi, dünyanın yerlilerini dünyalılaştırmaktan geçiyor. Her türlü milliyetçiliğe karşı emeğin devrimci söylemi kardeşliktir. Din, dil, ulus farkı gözetmeksizin dünyanın bütün yerlilerinin öznellik üretimlerini özgürleştiren kardeşlik söylemini politik bir maddiliğe, dünyanın yerlilerine ve dünya yurttaşlığına dönüştürmek gerekiyor. Emeğin evrenselliği ve birliği, tekleşmek değildir. Tam tersine, çokluğu özgürleştiren evrensellik, özgürlük ve komünizmdir. Sermayenin imparatorluğuna karşı komünalizm, emeğin imparatorluğunu talep eder. Emek, ulusal değil dünyalıdır. Anti-kapitalizm, 21. yüzyılda bu kapıyı açacaktır.
Söylediklerimiz ne hayal, ne kitabî, ne de hayata dayatılan bir rasyonalitedir. Biz dünyanın yerlileriyiz. Ayağımızı bastığımız bu topraklar ve bu coğrafya insanlığın mirasıdır. Dünyanın yerlilerinin yaşadığı her coğrafyanın toprağında ekmek yemek, su içmek, paylaşmak ve ölmek onurdur. Bizlerin yaşadığı bu topraklarda insanlığın bu mirasını korumak, bu toprakların değerlerini taşımak erdemdir. Bu coğrafyanın insanlık mirasını taşımak ağır… Belki de başımıza ne geliyorsa, bu ağırlığı taşıyamadığımızdandır. Hiçbir ulus, bu coğrafyanın insanlık mirasını taşıyamaz ve bu coğrafyanın değerlerinden bağımsız uluslaşamaz. Milliyetçilik, bu coğrafyaya düşmanlıktan ve gözyaşından başka hiç ama hiçbir şey getirmemiştir. Bu coğrafyanın değeri kardeşliktir. Bu coğrafyanın değerleriyle yoğrulmamış devrim asla özgür olamaz. Bu coğrafyada tarih küskün… Küskünlüğün sessizliği bize şunu söylüyor: Bu topraklar, bu topraklarda yaşayan yerlilerin ortak yurdudur.
 
1908–1909
Bugünün pek çok sorunu, yakın tarihimizin köklerinden kaynaklanıyor. Birinci Dünya Savaşı’nın bıraktığı sorunlar güncelliğini koruyor. Tarihsel bir dönemin güç ilişkilerinin kapanıp 20. yüzyılın güç ilişkilerinin yeniden kurulduğu bir coğrafyanın topraklarında yaşıyoruz. Dünyanın geleceğinin ve kendi geleceğimizin iç içe geçtiği bir öznellik üretimiyle geçti tarihimiz. Bölgesel ve küresel güç ilişkilerinden bağımsız iç dinamiklere sahip bir coğrafyada yaşamadığımızın altını çizmek gerekiyor. Bu topraklar emperyalizmden çok çekti. Tarihsel köklerinde, emperyalist güçlerle güç savaşı önemli bir yer tutuyor. Fakat emperyalist güçlerle güç savaşından gelen burjuva siyasi tarihi, asla anti-emperyalist olmamıştır. Bu farkın önemi asla unutulmamalıdır. Devlet siyaseti üretme geleneğinde, Osmanlı’dan gelen emperyal karakter her zaman içkindir. Emperyalist güçlerle savaşırken kurulan anti-emperyalist söylem içinde, emperyal siyaset geleneği her zaman ağırlığını korumuştur. Anti-emperyalizm, emperyalist güçlerle mücadelede toplumun politik güce dönüştürülmesinden öteye gidememiştir. Burjuva siyasal tarihimizde anti-emperyalizm, egemenler arasındaki güç, iktidar ve egemenlik savaşlarından başka bir şey değildir.
Üçüncü dünya savaşının içinden geçiyoruz. 21. yüzyılda, güç ilişkilerinin yeniden kurulduğu bir süreç yaşıyoruz. Ne talihsizlik ki, üçüncü dünya savaşı yine bu coğrafyada gerçekleşiyor. 21. yüzyılın kuruluşu, 20. yüzyılın kuruluşunu hatırlatıyor. Korkular, kaygılar, refleksler; tarihsel köklerden gelen öznellikleri çağırıyor. Düne kadar emperyalizm yokmuş gibi, sanki siyasal bağımsızlığımız varmış gibi, bugün anti-emperyalizm, bağımsızlık, laiklik, cumhuriyet, vatanperverlik, ulusçuluk, milliyetçilik hâkim söylemler olarak kurulmuş görünüyor. Bu durum, bizleri yakın tarihimizin köklerine götürüyor.
Yakın tarihimizin birikimlerine baktığımızda, devletin resmi tezlerinden uzak durmaya gayret ederken solun bugüne kadarki tarih okumasına da mesafeli ve eleştirel olmalıyız. Resmi bir sol tarih okuması, bir engel olarak önümüzde duruyor. Sol, tarihsel bilincini özgürlükçü bir geleneğin tarihsel köklerinden üretemiyor. Tarihsel öznelliklerimizden bağımsız bir sol düşünülemez. Proletarya diktatörlüğü, özgürlük mücadelesinin ürünüdür; adres Paris Komünü’dür. Siyasal bağımsızlık ise, demokrasi mücadelesinin ürünüdür. Solun, özgürlük mücadelesi geleneğinden dolayı proletarya diktatörlüğünü savunması gerekir. Proletarya diktatörlüğü, toplumsal bağımsızlık için devleti ortadan kaldırmayı hedefler. Oysa sol, proletarya diktatörlüğü adına siyasal bağımsızlık, siyasal demokrasi geleneğinden gelen devleti ister. Ülkemizin özgünlüğünde anti-emperyalist devrim geleneği, proletarya diktatörlüğü bağlamında bir Paris Komünü’nü değil, siyasal bağımsızlık bağlamında ulus devleti talep eder. Marksist geleneğimizin aydını, kırmızı kaşkol Yalçın Küçük, devlet geleneğimizin dışında bir sol üretememiştir. Bugün televizyon programlarında masayı yumruklayarak devlete nasıl devlet olunması gerektiğini öğretmektedir. Bugün anti-emperyalist solumuzun ruhu, özgürlük mücadelesini devlet geleneğinin dışına çıkarmayı bir yana bırakalım, devlet geleneğinin içine çekmeye devam etmekte ve üretmekte ısrarcı davranıyor. Özgürlük mücadelesini devlet geleneğinin dışına çıkaran devrimci bir söylemi üretmenin zamanı gelmiştir. Büyük, daha da büyük pankartlar disiplini altında yürüme ruhundan ve kültüründen çıkıp, Hrant Dink’in cenazesinde olduğu gibi iktidar kimliklerimizden uzak yürüdüğümüzde, devlete dönüşmemiş politikliğin neşesi ve kahkahasını özgürlük ve devrim olarak yaşayacağız.
Birinci Dünya Savaşı’nın bu coğrafyanın iç siyasal kuruluşuyla iç içe geliştiğini yeniden vurgulayalım. Bundan dolayı, Birinci Dünya Savaşı tarihi, yaşadığımız siyasal coğrafyanın tarihidir. Birinci Dünya Savaşı resmi tarihi 1914–18’dir. Burjuva siyasal tarihinin gerçekliğinde ise 1908­–1923’tür. Genel olarak Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne, imparatorluktan ulus devlete, mutlakiyetten cumhuriyete, ümmetten vatandaşlığa geçiş olarak değerlendirilir. 1908–09 İttihat ve Terakki hareketi, unutturularak geçiştirilir. Resmi devlet tezleri, kuruculuğu kurtuluş savaşına dayandırır. Ulus devlet, burjuva siyasal devrim tarihini Mustafa Kemal ile başlatırken, Kürt hareketi ise kemalizmin eleştirisi üzerinden kendisini kurar. Sol ise, Ekim Devrimi ve Üçüncü Enternasyonal’in görüşleri doğrultusunda, ulusal kurtuluş savaşıyla tarihini başlatır. 1908–09 İttihat ve Terakki hareketi, mesafeli olunması gereken, akademik çalışmalar ile gündemleşen bir olgu haline dönüşmüştür. Oysa kurtuluş savaşı dâhil, politik eğilimler olarak sağ ve solumuzun ruhu, 1908–09 devriminden gelen siyasal tarihin ürünüdür.
1908–09 devrimine girmeden, Osmanlı üzerine birkaç değinmede bulunmak gerekiyor. Osmanlı, 1000 yıllık Roma İmparatorluğu’nun varisidir. Roma batıdan gelip doğuya uzanırken, Osmanlı doğudan batıya uzanan Roma’dır. Daha da ileriye gidersek, Osmanlı bir dünya devleti ve imparatorluğu olarak kurulmuştur. Osmanlı’nın şeriat ve din devleti olarak algılanması ve bilinmesi, Osmanlı’yı anlamamaktır. Osmanlı’nın çöküş dönemini onun özü olarak algılatmak, resmi tarihin bir söylemidir. Roma nasıl hıristiyan imparatorluğuna dönüştükten sonra çöküşünü hazırladıysa, Osmanlı da islam imparatorluğuna dönüştüğünde çöküşünü hazırlamıştır.
Osmanlı, üçüncü Roma olma gücünü nereden alıyor? Bu, 1000 yıllık Roma mirasını kendi özgünlüğüyle yönetme sanatından kaynaklanıyor. Osmanlı, yalnızca şiddet üreten bir imparatorluk değil, aynı zamanda toplumsal hayatı üreten politik bir güçtür. Makyavel’i anlamak için, Roma’ya değil Osmanlı’ya bakmak daha doğru olacaktır. Osmanlı, siyasi güçler üzerinden iktidar üretme siyasetinde bir ağırlıktır ve makyavelisttir. Ulus devlet, 1000 yıllık Roma, 600 yıllık Osmanlı yönetme ve iktidar birikiminin mirasıdır. Ne yazık ki, ulus devlet bu mirasın ürünü iken, bu mirası aşan bir siyasi akıl üretme gücüne sahip olamamıştır. Bu durum, rasyonalitemizi belirleyen siyasi bir komplekstir. Günümüzün gerilimlerini ve tıkanıklıklarını belirleyen önemli tarihsel nedenlerden biri, bu irrasyonel gerçekliktir. Şeriata karşı laiklik ve cumhuriyet söylemlerinin anti-osmanlıcılığı doğru değildir ve politiktir.
19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Osmanlı’nın çöküş sürecini yaşadığını hepimiz biliyoruz. Hasta adam metaforu, bunu ifade ediyor. Aynı zamanda 19. yüzyıl sonları, egemenlik biçimi olarak emperyalizmin ikinci bunalım döneminin başlangıcıdır. Feodal imparatorluklar çağından emperyalizm çağına geçişin temel nedeni, değer üretme biçiminin köklü dönüşümüdür. Değer üretme biçiminin köklü dönüşümü; emek biçimlerini, mülkiyet biçimini ve toplumsal ilişki biçimini kökten dönüştürür. Kapitalizmin rekabetçi dönemi, emperyalizmin birinci bunalım dönemine tekabül eder. Emperyalizmin ikinci bunalım dönemi ise, topraktan fabrikaya, köylüden ücretli emeğe, ağadan kapitaliste, ümmetten vatandaşa, feodal imparatorluklardan ulus devletlere geçişin küreselleştiği dönemdir. Emperyalizm, birinci bunalım döneminde, meta ihracı-hammadde gaspı temeli üzerinden hareket eder. Fiili işgal ve sömürgeleştirmek temeldir. Bu dönemde, yarı sömürgeleştirme bir bağımlılık biçimi olarak geçişi ifade eder. Osmanlı son dönemi, yarı sömürgeleştirilmiş geçişi ifade eden bir imparatorluktur. Emperyalizmin ikinci bunalım dönemi ise, sermaye ihracı dönemidir. Bu durum, yeni sömürgeleştirme döneminin kuruluşudur. Emperyalistler arası birinci paylaşım savaşı, emperyalizmin birinci bunalımından ikinci bunalımına geçişidir. Meta ihracından sermaye ihracına, klasik sömürgeden yeni sömürgeciliğe geçiştir. Yeni sömürgecilik, görece siyasal bağımsızlığa sahip fakat ekonomik olarak bağımlı ülke biçimlerinin kuruluşudur. Bu bağlamda emperyalizm, Birinci Dünya Savaşı’nda güç ilişkilerine bağımlı olarak siyasal bağımsızlık bağlamında uluslaşma süreçlerini körüklemiştir. Birinci Dünya Savaşı içinde bilfiil yer almamasına karşın savaşı çözen paradigma Wilson İlkeleri’dir: ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı. Birinci Dünya Savaşı sonrası İngiliz emperyalizminin gerileyip ABD emperyalizminin öne çıkması hiç de tesadüf değildir. 20. yüzyılı kuracak olan temel paradigma, artık ulusların kendi kaderlerini tayin hakkıdır. Bu paradigmayı savunan ve bunu politik olarak üstlenen iki güç vardır: Lenin ve ABD. Ve bu iki güç, 20. yüzyılın kaderini belirlemiştir. İkinci bunalım döneminde emperyalizmin ulusal kurtuluş mücadelelerini körüklediği düşünüldüğünde, her ulusal kurtuluş mücadelesi allah vergisi ilericidir söylemi sorgulanmalıdır. Komünistlik, emperyalizmin çıkarlarına bağlı olarak desteklediği her ulusal bağımsızlığı sorgulamak ve ulus devleti korumak ve kollamak adına anti-emperyalizmin sosyal şovenliğini reddetmektir. Kapitalizmin yeni egemenlik biçimi olan imparatorluk döneminin yaşandığı günümüzde, ulusal kurtuluş ya da anti-emperyalizm söylemlerine karşı mesafeli olunması gerekmektedir. Anti-emperyalizm söylemi, ulus devleti koruma bağlamında sosyal şovenizmi üretmekte, emperyal güç ilişkileri ile iç içe geçmiş ulusal kurtuluşçuluk ise kardeşliği üretmemektedir.
Yakın tarihimizi anlamamız açısından, Abdülhamit dönemini anlamak önemli bir anahtardır. Bu dönem, ulusal ve küresel bütün sınıfsal dinamiklerin iç içe geçerek kaderlerini belirlediği en yoğun siyasal dönemdir. Bugün güncel olarak tartışılan bütün konuların kökü bu dönemde bulunabilir. Uluslararası güç ilişkileri İngiltere, Fransa, Rusya ve Osmanlı üzerinden yürümektedir. İtalya ve Almanya, sonradan devreye girmiştir. Osmanlı, toplumsal ve siyasal bir gerileme içinde olmasına karşın, siyasal egemenlik sınırlarını korumaktadır. Osmanlı; Romanya, Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk ve Makedonya’dan Kuzey Afrika, Ortadoğu, Arabistan, Afganistan ve Hindistan’a kadar uzanan siyasal bir coğrafyanın egemenidir. Birinci Dünya Savaşı, bu coğrafyanın paylaşımıdır. Bu siyasal tarihte Osmanlı’yı yarı sömürge mazlum bir devlet olarak okuma geleneği, solun resmi tarih bilincinde vardır. Bu doğru değildir. Osmanlı, bu güç savaşı içinde emperyal bir güç olarak konumlanmıştır. Emperyalist devletler arasında sayılmaması, tamamen iktisadi temellidir. Bu durum, Osmanlı’nın yayılmacı siyasetini ortadan kaldırmaz. Modernist söylemlerle yapılan Osmanlı okumaları, yanlışlara varacak eksikliklere neden olmaktadır. Modernist söylemle konuşursak, Abdülhamit döneminde Osmanlı yarı sömürge bir sömürgeci devlettir. Abdülhamit, emperyalist devletler arası güç çatışması içerisinde, güçlerin birbirleriyle olan çelişkilerinden yararlanarak, güçlü bir diplomasi siyasetiyle Osmanlı egemenliğini korumaktadır. İçeride ise, panislamizm söylemini devlet söylemi haline getirerek anti-hıristiyanlığı körüklemiştir. Politik gücünü oluşturmak için yüzünü doğuya dönerek anti-batıcılığın tohumlarını ekmiştir. Egemenler arası güç savaşını dinler arası savaş öznelliğine dönüştürmüştür. Toplumu anti-hıristiyan ve anti-batı söylemiyle politik gücüne dönüştürürken, batılılaşmanın önemli askeri ve toplumsal adımlarını atmayı hiç de ihmal etmemiştir. Bugünün sorunlarını çağrıştıracak tarihsel kökler, Abdülhamit döneminde rahatça bulunabilir. Abdülhamit, Osmanlı devlet ideolojisinin paradigmalarını kökten değiştirmiştir. Şeriat, panislamizm ve doğuya basarak politik güç oluşturma devlet siyasetinin resmileştirilmesi, yakın tarihimizde Abdülhamit’e aittir. Solun Osmanlı okuması iktisadi çözümlemeden öteye gidememiş, Osmanlı Devleti’nin siyasi konsept değişikliklerini ve buna bağlı olarak toplumu politikleştiren politik öznelliklerin üretimini önemsememiştir. Bu bağlamda Abdülhamit Osmanlı ile özdeşleştirilmiş, Osmanlı kuruluş konsepti Abdülhamit olarak algılanmıştır. Abdülhamit, Osmanlı Devleti’nin siyasi aklının ve konseptinin bir değişimidir. Dini siyasete alet etme öznelliği ve geleneği, bu tarihsel kökte yatar. Türk-islam sentezinin bir boyutu Abdülhamit gericiliğine dayanır. Bu durum siyasal güç çatışmasına girdiğinde, bu öznellik hemen üretilir ve bugün de üretilmektedir. Bu gelenek, ulus devletin siyaset üretme geleneğinde de devam etmektedir. “Din elden gidiyor” söylemi, devletin bekasının korunmasında elde bulundurulması gereken bir öznellik üretimidir. Çıkarlar, kıyımlar bu söylemle meşrulaştırılır. Bu söylemler, bir çatışmanın ürünü olarak doğar ve politik bir ihtiyacı karşılar. Egemenler için, bu söylemlerin ihtiyacı devam etmektedir. Nedenleri bir tehdit olarak hâlâ günceldir ve devam etmektedir. En önemli neden, ulusal her sorunun uluslararası bir sorun olması ve uluslararası her sorunun ulusal bir soruna dönüşmesidir. Bu sorunlar, güçlerin çıkarları için bir silah olarak üretilip durur. Abdülhamit döneminde, Ermeni sorunu uluslararası bir sorun haline gelmiştir. Ermeni ulusal hareketi, sorununu uluslararası bir sorun haline getirerek emperyalist devletlerin baskısıyla çözmeye çalışmakta, bunu yaparken de hareket bağımsızlığını, devrimciliğini yitirmektedir. Abdülhamit ise, Kürtler tarafından oluşan Hamidiye Alayları ile, din adına Ermenilerin yaşadığı alanları kürtleştirmektedir. Bu egemenlik savaşı, yalnızca insanın katledilişi, insanlığın yok edilişinden başka hiç ama hiçbir şeye hizmet etmemiştir. Dışarıda emperyalizm, içeride milliyetçilik, şovenizm, asimilasyon ve dincilik tohumları, bu topraklara bir daha gitmemek üzere ekilmiştir. Tarihin bir trajedisi olarak, bugün Kürt hareketi şovenizmden, asimilasyondan, Türk solunun kemalizminden, kemalist ruhundan muzdariptir. Abdülhamit döneminde Kürt egemenlerinin Ermeniler karşısındaki konumu ve Abdülhamit ile ilişkileri hiç de iç açıcı değildir. “Biz yapmadık Osmanlı bize yaptırdı” söylemi hiç de sınıfsal değildir. Kürtlerin Abdülhamit’i, Kürt egemenleri için hâlâ özlemdir. Kürt emekçileri, Kürt egemen güçlerinin tarihsel asimilasyonculuğunun eleştirilerini her zaman ama her zaman güncel tutmalıdır.
Batıda Balkan, doğuda Ermeni örgütlerinin çete savaşları ile vergilerin ağırlığından kaynaklanan isyanlar almış başını gitmektedir. Abdülhamit diktatörlüğüne karşı yoğun bir muhalefet vardır. Bu muhalefet, emperyalist devletler aracılığıyla Osmanlı’nın dağılmasının ve parçalanmasının politik gücüne ya da devrimci politik bir programın zemininde iç siyasal güce dönüştürülecektir. İttihat ve Terakki, Abdülhamit’e karşı bu muhalefeti devrimci bir zeminde iç siyasal güce dönüştürmenin ürünüdür. İttihat ve Terakki, bir Türk hareketi olarak doğmaz. İttihat ve Terakki, adının anlamıyla siyasal birlik hareketidir. Bütün muhalefeti içerir. Bir parti değil, cephesel siyasal harekettir. Abdülhamit’e karşı demokratik bir anayasal harekettir. Bu hareket 1908–09 devrimini gerçekleştirir. 1908 devrimi, bir burjuva siyasal devrimidir. Burjuva siyasal devrim hareketi, kemalizm ile değil 1908 ile başlar. 1908’in dört temel ilkesi vardır: eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve adalet! 1908, devrim kavramını içererek aşan bir özgürlük hareketidir. 1908, siyasal tarihimizin 1789’udur. Osmanlı’nın bütün sokakları devrimi bir bayram, bir şenlik gibi kutlar; Ermeni, Rum, Arnavut, Bulgar, Türk, dil, din, ulus ayrımı gözetmeksizin özgürlük Osmanlı caddelerinden akar. Osmanlı birliği çatısı altında devrimin söylemi özgürlüktür. Çanakkale Savaşı’nda omuz omuza savaşanlar, Çanakkale Savaşı’ndan önce 1908–09’da da omuz omuza Abdülhamit diktatörlüğüne karşı savaşmışlardır. Egemenlik tarihi öne çıkarılırken, özgürlük ve devrim tarihimiz unutturulur.
1908, politik olarak bir uluslaşma hareketidir ve diktatörlüğe karşı özgürlük hareketi olarak doğar. Bu bağlamda, uluslaşma sürecimizin politik tarihi, kurtuluş savaşı değil, 1908’dir. Bu olgu çok önemlidir. Çünkü resmi tarih, uluslaşma tarihinin dinamiğini anti-emperyalist siyasal bağımsızlığa oturtur. Oysa durum bu değildir. Uluslaşma tarihi, anti-emperyalist siyasal bağımsızlık temelinde değil, iç dinamiklere dayanan diktatörlüğe karşı özgürlük mücadelesi olarak doğmuştur. Bu durum, resmi tarih açısından yok sayılır. Nedeni, özgürlükçü siyasal geleneğimizin bilinmesinin istenmemesidir. Çünkü başta Ermeniler olmak üzere bütün muhalif siyasal güçler, 1908 devrimiyle birlikte siyasal birliğimizin ve buna bağlı olarak uluslaşma hareketinin iç dinamiklerine dönüşmüştür.
1908’de Abdülhamit, devrimin programı olan Kanuni Esasi’yi kabul eder. Seçimlere gidilir ve burjuva siyasal tarihimizin en demokratik parlamentosu kurulur. Lenin, 1908’i yarım kalmış burjuva devrimi olarak değerlendirir. İttihat ve Terakki isyan kararı alıp bunu deklare ettiğinde, Abdülhamit’in direnmeyip Kanuni Esasi’yi kabul ettiğini ifade etmiştik. Bu direnmeme durumu, devrimi bir uzlaşma ve bir reform olarak algılatır. Bu durum doğrudur. Burjuva siyasal programı, Abdülhamit’i hegemonyası altına almış; fakat Abdülhamit’in gücünü tam olarak kıramamıştır. Bu hâkimiyet savaşı tamamlanmadan, yeni bir devlet biçimine geçiş tamamlanmayacaktır. 31 Mart 1909’da, “Şeriat isteriz” sloganıyla hareket eden siyasal gericilik, kan dökerek İstanbul’u işgal eder. İttihat ve Terakki, Selanik’e geri çekilmek zorunda kalır. Hürriyet Ordusu ile tekrar İstanbul’a girer ve Abdülhamit’i tahtan indirerek Selanik’e sürgün eder. 31 Mart olaylarından sonra İttihat ve Terakki önderleri, Ermeni mezarlığını ziyaret ederler. Kurtuluş’tan Şişli’ye giderken solda müslüman ve gayri-müslimlerin birlikte gömüldükleri kardeşlik mezarlığında, özgürlük mücadelesinde şehit düşmüş tüm özgürlük savaşçıları için saygı duruşunda bulunurlar. Kardeşlik ve özgürlük abidesi yapılır. 1 Mayıslarımızı andığımız, önünden geçtiğimiz, Talat ve Enver paşaların mezarlarının bulunduğu Abide-i Hürriyet tepesi semti, böylesi bir tarihin simgesidir. 1 Mayıslarda yanından geçtiğimiz bu tarihi, solumuz ne yazık ki unutmuştur.
Lenin’in 1908 üzerine yaptığı değerlendirme 1909 öncesidir; 1909’u dikkate alarak yeniden 1908 değerlendirmesi yapmamıştır. İttihat ve Terakki, 31 Mart Olayı’ndan sonra anayasada yeni değişiklikler yapar. Buna göre yirmi bir madde değiştirilmiş, üç yeni madde eklenerek gerçek meşruti ve parlamenter bir sistem oluşturulmuştur. Yapılan değişikliklerle padişah anayasaya bağlılık yükümlülüğü altına sokulmuş, hükümet padişaha değil meclise karşı sorumlu olmuştur. Hükümet ve Heyet-i Mebusan bağımsız kişilik kazanmıştır. Yasama ve yürütme ilişkileri, kuvvetler ayrılığı ilkesi benimsenmiş, padişahın mutlak veto yetkisi kaldırılmıştır. Bir burjuva devlet biçimi olan anayasal monarşiye tam olarak geçilmiştir. Padişah, anayasal olarak sorumsuzlaştırılmış ve sembolik hale getirilmiştir. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesinin, parlamentonun, seçimin, partilerin tarihi kuruluşu 1908–09 devrimine dayanır. 1908–09, öz olarak cumhuriyet, biçimsel olarak meşrutiyettir. Bu bağlamda, cumhuriyet tarihinin özünü 1908–09 ile başlatmak hiç de yanlış olmayacaktır. Bundan dolayı laiklik, cumhuriyet, bağımsızlık ve uluslaşmanın siyasal temelleri 1908–09’dur. 1908, özgürlük bayramı olarak, ulusal bayram olarak resmileşir. Ne yazık ki, 1930’lara kadar devam eden bu ulusal bayram daha sonra kaldırılacaktır.
Siyasal devrim tamamlanmış, toplumsal devrime geçilmiştir. Trablusgarp ve Balkan savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve yenilgisi, toplumsal devrime geçilmesinin siyasal koşullarını ortadan kaldırır. Bu siyasal tarihin mirası M. Kemal’e devredilecektir.
 
1923
1908–09 devrimini boğan, Birinci Dünya Savaşı’nın koşullarını oluşturan uluslararası siyasal süreçtir. Balkan savaşları, Osmanlı’nın Balkanlarda yüz yıllar süren siyasal egemenliğine son verir. Girit, Kıbrıs, Ege adaları, Kuzey Afrika elden çıkmıştır. Van sınırlarına dayanan bölge, Rusların işgali altına girecektir. Osmanlı egemenliğinin yıkılması ve siyasi birliğinin parçalanması, emperyalist devletlerin desteklediği, Osmanlılara karşı ulusal bağımsızlık savaşlarıdır. Bugün yirmi küsur devlet, Osmanlı egemenliğinin sınırları içinden çıkmıştır. Bu ulusal kurtuluş savaşları, İttihat ve Terakki’nin cephesel birlikteliğini dağıtır. Milliyetçilik geri dönülmez biçimde derinleşir ve kardeşlik yerine düşmanlığı körükleyen dinamik haline gelir. 1908–09 devrimin ana konsepti ve ruhu yok olur. İttihat ve Terakki, siyasal üstünlüğünü yitirmiştir. Yeni bir siyasal üstünlük paradigmasına sarılır: türkçülük ve pantürkizm. Turancılık, yeni bir politik öznellik olarak karşımıza çıkar. 1908 ile başlayan uluslaşma paradigması yıkılır ve turancılık paradigmasına dönüşür. Bu bağlamda, milliyetçiliğin tarihsel kökü devrimci bir dinamikten gelmez; tam tersine, devletin bekası ve iktidarın korunması bağlamında, emperyal egemenliğin gerilemesinin getirmiş olduğu bir siyasal sürecin söylemi olarak doğar. Bu paradigmaya uygun olarak İttihat ve Terakki Osmanlısı, Almanlar ile gizli anlaşmaya girerek Birinci Dünya Savaşı’na katılır. Emperyalist devletlerin milliyetçiliği körüklemesiyle birlikte, Ermeni ve Türk milliyetçiliği artık geri dönülmez biçimde düşmandır. 1915… Birinci Dünya Savaşı’nın içindeyiz… 24 Nisan’da, Ermeni göçünün kararı alınır. İnsanlık ve kardeşlik, milliyetçilik adına cinayete kurban edilecektir.
Türk ve islam sentezi olan turancılık üzerinden girilen Birinci Dünya Savaşı’ndan, yenilen taraf olarak çıkılır. Almanlar başta olmak üzere ateşkes imzalanır. Bunun üzerine Talat Paşa istifa eder ve Mondros Mütarekesi imzalanır; İttihat ve Terakki önderleri Enver, Talat ve Cemal paşalar yurt dışına kaçar. Osmanlı toprakları Fransa, İtalya ve İngiltere’nin işgali altına girer. Fakat ittihatçılar mücadeleyi bırakmazlar. Onlar için savaş devam etmektedir. Talat Paşa, Almanya’da yaşamını sürdürür ve kurtuluş savaşını destekler, uluslararası ilişkileri devam ettirir. Enver Paşa, turancılık adına Türkmenistan’ın kurtuluşu için savaşır. Cemal Paşa, Hindistan ve Afganistan’da İngilizlere karşı savaşı devam ettirir. Amaç turanizmdir. Doğuda güç olup oradan Anadolu’ya yeniden dönmek hedeflenir. İçeride ise, özellikle Yunanistan’ın işgalinden sonra, Kuvayi Milliye ve Müdafa-i Hukuk teşkilatlarıyla direnişler örgütlenir.
Mondros Mütarekesi’nden Sevr Anlaşması imzalanana kadar iki yıl geçer. Bu arada Ekim Devrimi patlak verir; Ekim Devrimi, Birinci Dünya Savaşı’nın bütün güç dengelerini allak bullak eder. Osmanlı’da devlet dağılmıştır. Anlaşma yapacak temsili kurum yoktur. Temsili gücü olmayan padişah Vahdettin muhatap alınmaya çalışılır. Fakat bir ağırlığının ve bağlayıcılığının olmaması dolayısıyla, bütün imzalar kağıt üzerinde kalır. M. Kemal, misak-ı milli sınırları üzerinden bir politik temsilin oluşturulması için Samsun’a çıkar. Rumeli ve Anadolu Müdafa-i Hukuk cemiyetlerini birleştirir. Kuvayi Milliye’yi düzenli ordu altında tekleştirir. Meclis kurulur.
Artık emperyalist devletlere karşı ulusal kurtuluş programı misak-ı millidir. Turancılıktan misak-ı milli sınırlarına çekilerek politik güç oluşumuna gidilir. 1908 ile başlayan burjuva siyasal mücadelesi, Enver Paşa’nın turancılığına karşı M. Kemal’in misak-ı milli gerçekçiliği sonucu rayına oturacaktır. Misak-ı milli, o günün uluslararası güç ilişkilerine göre gerçekçidir. Turancılık, devlet siyasi aklının hayalinde her zaman bir hedef olarak kalacaktır. Bolşeviklerle en azından iyi geçinen Enver Paşa, turancılık hayalinin sonucu olarak Türkmenistan’da kızıl ordu ile çatışmada ölür. M. Kemal’in turancılığı savunması, ulusal kurtuluş savaşını destekleyen Ekim Devrimini karşısına almak demektir.
1908–09 burjuva devrimi; Balkanlar, Ermeni, Arap, Afrika sorunlarıyla boğuşmaktan boğulmuştu. Kurtuluş savaşı ise, bu sorunlardan kurtulmuş bir zeminde başlayacaktır. İttihat ve Terakki önderleri Talat, Enver ve Cemal paşalar kurtuluş savaşı sürecinde öldüklerinden dolayı, oluşabilecek önemli bir politik muhalefet de ortadan kalkmıştır. Kurtuluş savaşı, 1908–09 devrimiyle başlayan burjuva devriminin ve uluslaşma sürecinin bir devamıdır. Laiklik, vatandaşlık, parlamento, seçimler, temsili demokrasi, egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olması ve cumhuriyet paradigması birikimleri 1923’e ait değildir. Tam tersine 1923, 1908–09 devrimiyle başlayan burjuva siyasal birikimin eseridir. Bu bağlamda bu birikimler, anti-emperyalist siyasal bağımsızlık mücadelesinin ürünü değil, tam tersine anti-emperyalist siyasal bağımsızlık mücadelesini kuran zemindir. 1908–09 ile başlayan burjuva siyasal hareket, Birinci Dünya Savaşı yenilgisiyle siyasal gücünü yitirdi. Toplumsal çıkarını korumak için siyasal gücünü orduya teslim etti. M. Kemal, burjuva siyasal tarihinin Bonapart’ıdır. Bonapartizm ulusal kurtuluşu başarmış, üniter bir ulus devleti kurmuştur.
 
Ulus Devletin Korkuları
Ulus devletin üç temel tehdit üzerinden kurulduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Siyasal islam, Kürt gerçekliği ve buna bağlı bölünme ile komünizm. Günümüzü anlamak açısından bu üç gerçek önemlidir. Ulus devlet için siyasal islam Abdülhamit’tir, Abdülhamit de Osmanlı’dır. Birincisi doğru, ikincisi yanlıştır. Abdülhamit, Osmanlı değildir. Osmanlı, üçüncü Roma’dır. Roma, dünya devleti olma misyonudur. Osmanlı, bu iddia üzerinden imparatorluk olmuştur. Bu misyonu yerine getiremeyenler çekip gider. Osmanlı devlet yöneticileri ırka, dine, mezheplere dayalı olarak seçilmez ve eğitilmez. Padişah dışında soya dayalı bir tercih yoktur. Padişah annelerinin çoğunun aslı ne müslüman ne de Türk’tür. Osmanlı yöneticileri devşirmedir ve Enderun’da yetişir. Osmanlı devlet yöneticilerinin devşirme ve melez oluşu, Osmanlı devlet geleneğinin çok kültürlü yapısını ortaya koyar. Ulus devletin üniter yapısıyla Osmanlı tarih mirası çelişir. Bu bağlamda Osmanlı mirası, Abdülhamit’le ve siyasal islamla özdeşleştirilerek yok sayılır. Osmanlı mirasını yok sayan üniter yapı, ulus devletin bir bacağını aksatmıştır. Bugün sermaye birikim sürecinin önünün tıkanmasında, ulus devletin tarihsel kimlik bunalımındaki bu gerilimi yatar. Bugün, imparatorluk ve Ortadoğu’daki gelişmeler, postmodern bir Osmanlı’yı güncelleştirmeyi istemektedir.
“Siyasal islam Abdülhamit’tir” tespiti doğrudur. 1908–09 burjuva devrimine karşı Abdülhamit “şeriat”tır. Modernleşmeye karşı gericiliktir. Şeriatçılar, İttihatçıları ve Kemalistleri sevmezler. Cumhuriyet, şeriatı tehdit eder. Ne yazık ki Kürt egemenleri, modernleşmeye direnen önemli bir ağırlık olarak yerini almıştır. Kürt egemenleri, modernizme karşı Abdülhamit’tir. AKP, anti-laik ve şeriatçı değildir. Ulus devletin üniter yapısıyla çelişen Osmanlı mirasını güncellemek istemektedir. Birinci cumhuriyetin bu tıkanıklığına oynayan, ikinci cumhuriyetçi bir politik güçtür. AKP’nin üstlenmiş olduğu tarihsel köklerden gelen misyonuyla imparatorluğun çıkarları iç içe geçmiştir. Ordu ile AKP arasındaki gerilimin kaynağı cumhuriyete karşı Abdülhamit değildir, ulus devletin üniter yapısıyla Osmanlı misyonu arasındaki gerilimdir. AKP ulus devletin zayıf noktası olan üniterliği yıpratırken, ordu ise AKP’nin zayıf noktası sanılan anti-laik yanına vurmaktadır. Fakat bu konseptin sonuç vermeyeceği görülmüş, konsept değişmiştir.
Ulus devlet, Kürt sorunu karşısında Osmanlı’dır. Misak-ı milli, ulusların kendi kaderlerine özgürlük ilkesiyle çizilmemiştir. Misak-ı milli sınırları Kuzey Irak’ı da kapsamaktadır. Misak-ı milli, bir bütün olarak Kürt halkını da içine alır; ulusal sınırdan daha çok egemenlik sınırıdır. Ulus devletin üniter yapısı, Kürt halkına Osmanlı hamiliğini dayatır. Üniter yapı Osmanlı hamiliği üzerinden egemenlik anlayışını kurduğunda ortaya çıkan; inkârcılık, şovenizm, asimilasyon ve bunların iç içe geçtiği milliyetçiliktir. Birinci Dünya Savaşı süreci ve öncesindeki bölünme korkusu, ulus devletin de korkusudur. Ulus devlet kuruluşu, bu korkuyu çözen bir unsur değildir; tam tersine, bu korkuyla kurulmuştur. Bu bağlamda, ulus devletin milliyetçiliğinin anti-emperyalistliği demokratik değil, tam tersine, egemenlik sınırlarının küçülmesi bağlamında bölünme korkusunun ürünüdür ve şovendir. AKP ve Kürt hareketi, ulus devleti değil, ulus devletin üniter yapısını zorlamaktadır. Bu ise, iç dinamiklerde güç ilişkilerinin yeniden kurulması demektir. Uluslaşma sürecini tıkayan birinci cumhuriyet, küresel sermaye birikimi için ikinci cumhuriyetin kuruluşuna gebedir. Güç savaşında söylem değişmiştir: şeriata karşı cumhuriyet değil, emperyalizme karşı milliyetçilik.
Tarih tekerrür ediyor… Osmanlı’nın son dönemlerine benzer süreçler yaşıyoruz. Ama aynı koşullarda ve aynı güç ilişkileri içinde değiliz. Fakat dersler çıkarabiliriz. Her sorunumuz, uluslararası sorun haline getirilmiştir. İç dinamikler, küresel güç ilişkilerinin organik gücü haline gelmiştir. Egemenlik savaşında çıkar birliktelikleri çirkin, kirli ve mide bulandırıcıdır. Senaryo aynıdır: milliyetçiliği körüklemek, birbirine kırdırmak, küresel sermayenin politik diyalektiğinde kapitalist imparatorluğu üretmek.
Bu coğrafyanın siyasal tarihinde her türlü milliyetçilik, kan ve gözyaşı dışında hiçbir şey üretmedi. Milliyetçilik, dün emperyalizmi ürettiği gibi bugün de imparatorluğu üretiyor. Egemenlik sınırları altında topraklar düşmanlaştırılıyor. Halklar, birbirlerini egemenlik adına boğazlıyor. Kazanan küresel sermaye, kaybeden insanlık ve kardeşlik oluyor.
Emeğin tarihi, egemenlerin ve devletlerin tarihi olamaz. Emeğin tarihi, devrimler tarihidir. Devletleşen ve egemenleşen bütün devrimler, ideallerine ihanet ettiler. Bu coğrafyada topraklar, kendilerini birbirine düşman kılan devletleşmeleri bir türlü kabul etmiyor. Bu coğrafyanın yerlileri devletleşmek istemiyor. Devletleşmeyen komünalist toplumsal güç ilişkilerinin içkin politikliğini kurmamız kaçınılmazdır; bunu başarmamız gerekiyor. Biz dünyanın ne ulusları, sınırları ne devletleri ne de egemenleriyiz; biz dünyanın yerlileriyiz ve dünyalıyız. Bize dayatılan sınırlara, milliyetçiliklere ve savaşlara karşı hayatımızı, kardeşliğimizi istiyoruz.
Yaşasın Toprakların Kardeşliği!

Yazar: Cengiz Baysoy

Mayıs-Temmuz 2007

bottom of page