top of page

*Kapitalist Tahakküm ve İşçi Sınıfının Sabotajı

  • Yazarın fotoğrafı: otonomdergi
    otonomdergi
  • 17 Ara 2023
  • 34 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 18 Ara 2023

Birinci Bölüm: Lenin’in şöyle dediği varsayılır...
Lenin’in (Keynes’in iddiasına göre) kapitalist ekonomilerde krize yol açmanın en iyi aracının enflasyon olduğunu söylediği varsayılır. Bu ifadenin –sürekli tekrarlamalarından da anlaşıldığı üzere, sadece Keynes değil, diğer burjuva iktisatçıları tarafından da böylesine sevilen bu ifadenin- Lenin’e atfedilmesi açıkça bir düzmecedir. F.W.Fetter, bunun böyle olduğunu çok yakın zaman önce gösterdi. (Economica 44, Şubat 1977, s.77-80.) Bu itici deyiş, Lenin’in çalışmalarının hiçbirisinde bulunmaz. Aslında Lenin’in açıkça enflasyon sorunlarıyla ilgilendiği yerlerde vurgusu bunun yoksul sınıflar üzerindeki etkisinin ahlakçı eleştirisi –Sosyalist geleneğe uygun bir eleştiri- üzerinedir.
Ancak bu, diğer Bolşeviklerin farklı noktalarda enflasyonun kapitalist iktidarla ilişkili istikrarı bozucu etkisini vurgulamadıkları anlamına gelmez. Preobrarzensky’nin “Finans Komiserliğinin elindeki, rejimin parasal yasalarının rejimi yok etmek için kullanılmasına olanak veren makineli bir tüfek olarak kağıt para” tanımı bundan bahseder. Ayrıca ben de böylesi bir duygunun Lenin’e hiç uymadığını demeye çalışmıyorum; sonuçta Lenin proletaryanın devrimci ayaklanması ile emperyalizmin krizi arasındaki bağlantıları anlamak istiyordu.
Ancak Lenin’in böyle bir ifade kullanmasının karmaşık bir şey olduğuna inanıyorum. Aslında Lenin’in öğretisinde, kapitalist rejimin istikrarını bozan herhangi bir eylemi doğrudan kapitalist sistemi yapıbozumuna uğratan bir eylem izler.
Devlete karşı ayaklanma eylemi, devleti yıkma göreviyle ilişki içinde ifade edilir. Burada Lenin’in düşüncesinin anarşist bir yorumunu vermiyorum. Sadece bütün devrimci Marksist düşüncede olduğu gibi (gerçekçi olarak konuşmak gerekirse, anarşist dolayımsızcılık hariç) Lenin’in düşüncesinde de kesin bir biçimde ve sürekli olarak bulunan “istikrarsızlaştırma-yapıbozum” bağına dikkat çekiyorum. Dolayısıyla, F.W.Fetter, enflasyonun devrimci süreç açısından olumlu etkisine ilişkin ifadenin kayıtsız şartsız Lenin’e atfedilemeyeceğini söylerken haklıdır; tek başına istikrarı bozma işlevinin öne çıkmasına izin verilemez. Kapitalizmin krizinin proletaryanın gücü tarafından dayatılan ve denetlenen bir yönü olmalıdır. Bir rejimin istikrarının bozulması, sistemin yapıbozuma uğratılması projesinden farklı görülemez. Ayaklanma, devleti ortadan kaldırma projesinden ayrılamaz.
Böylelikle bugünkü politik tartışmanın merkezine geliyoruz. İşçi sınıfı ve proleter otonomi içinde iki farklı pozisyon söz konusudur. Rejimin istikrarının bozulması ve sistemin yapı bozumu bazen ayrı amaçlar olarak görünür ve böylelikle farklı taktiksel ve stratejik projeler olarak inşa edilirler. Bu ayrılık doğru bir şey midir?
Soruna sermayenin bakış açısından bakarak başlayalım. Sermaye açısından bir sorun yoktur: sistemin yeniden yapılandırılması rejimin istikrara kavuşması için bir önkoşuldur ve tersi de doğrudur. Taktiksel sorunlar bu ilişkinin göreli katılığının dışında değil, içinde yükselir; en azından sermayenin gelişimi (işçi sınıfına ve proletaryaya karşı salt fiziksel güç uygulamak anlamında) zor ve baskı kullanımını istenilir bir seçenek olmaktan çıkarttığından beri.
Sermaye açısından krizin çözümü, proletaryanın antagonist bileşenlerini politik istikrar projesiyle yeniden bütünleştirerek yenecek şekilde sistemin yeniden yapılanmasına dayanır. Bu anlamda sermaye, karşıtının proletarya olduğunun ve –aslında çoğunlukla- bu antagonizmanın niteliğinin çok iyi farkındadır. Sermaye çoğunlukla işçi sınıfı mücadelesinin gelişimin motoru olduğunu ve hatta proleter kendini değerli kılmanın gelişimin hızını ve doğasını belirlemesi gerektiğini kabul etmiştir; yok etmesi gereken işçi sınıfının varoluşu değil, onun antagonist unsurudur. Bu (paradoksal) aşırı uçlara vardırıldığında, sermaye proleter hareketi, temeli olarak, yeniden yapılanmanın başlangıç noktası olarak alamadığı oranda etkin bir politik istikrar yaratma (başka bir deyişle, kârın genişletilmiş yeniden üretimi boyutu içinde komuta ve sömürü) olanağına sahip değildir. Ancak proletaryanın çıkarları oldukça zıttır. Proletarya, saldırabilmek için, istikrar ile yeniden yapılanma arasındaki ciddi bağı anlamayı amaçlar. İşçi sınıfının –genel olarak- çıkarı; bu ilişkiyi alt üst etmek ve bunu bir istikrarsızlaştırma projesine dönüştürmektir.
Şimdi daha spesifik olmak gerekirse, bugün iki karşıt cepheye sahibiz, sermaye ve proletarya cephesi. İki cephenin hareketinin yönündeki farklı antagonizma tamamen açıktır. Bunun nedeni, mücadele halindeki iki sınıf arasındaki güç dengesinin tekilliğidir. Her iki sınıf da hem sistem hem de rejim üzerinde harekete geçebilir, her ikisinin de eylemleri bütün bir ilişkinin bağını doğrudan etkileyebilir. Dolayısıyla, tartışmamızı bu bağ üzerinde, bunun mücadele halindeki iki sınıf tarafından antagonist biçimde nasıl etkilendiğine odaklamazsak tartışmayı fazlasıyla basitleştirme tehlikesine düşeriz.
Daha önce işaret etmiş olduğumuz gibi, sermaye açısından sorunun sadece göreli bir boyutu vardır. Birkaç örnek verebiliriz. Geçtiğimiz son on yılda, krize dair bütün “felaketçi” yorumları ve teorileri ortadan kaldıracak şekilde bu iki uğrağın sürekli ve aktif olarak iç içe geçişine tanık olduk. “Kriz devleti” bir an için bile aynı zamanda “planlı devlet” olmaktan çıkmamıştır. İşçi sınıfı ve proletarya mücadelesinin devlete karşı harekete geçirdiği bütün istikrar bozucu unsurlar sermaye tarafından tek tek kızağa çekilmiş ve yeniden yapılanma unsurlarına dönüştürülmüştür. Özel olarak enflasyon istikrarsızlaştırıcı bir unsur olmaktan apayrı olarak tam karşıtına, yani yeniden yapılanmanın belirleyici bir unsuruna dönüştürülmüştür. Hiç kuşkusuz çok pahalıya mal olacak şekilde. Kâr oranlarının düşme eğiliminin derinleşmesine rağmen, sermaye işçi sınıfının (yüksek düzeyde) değerlenmesinin ve dolayısıyla da (bütün bir) emek gücünün değer kaybetmemesinin sağlanabilmesine olanak verecek şekilde planlı bir eyleme geçmeye zorlanmıştır. Buna rağmen, “felaket” gerçekleşmemiş gibi görünür! Elbette bu süreç kapitalist sınıfın öznel krizlerinden azade değildir. Yine de devlet biçimini güçlendirme -başka bir deyişle değer yasasının (sürekli değişen bir biçimde olsa da) istikrar ve yeniden yapılanmanın bir ölçüsü ve sentezi olarak dayatılması- yönündeki sabit ve sürekli işleyiş asla sarsılmamıştır. Değer yasasının krizinden bahsederken, bu yasanın kriz içinde olmasının bunun işlemediği anlamına gelmediğine dikkat etmeliyiz, daha ziyade bu yasanın politik ekonominin bir yasasından devlet komutasının bir biçimine dönüşerek biçim değiştirdiğinden bahsedilebilir. Ancak sermaye açısından içeriksiz bir komuta söz konusu değildir, kaldı ki bu komuta oldukça özgül bir içeriğe, sömürü içeriğine sahiptir. Dolayısıyla sömürünün yeniden üretiminin toplumsal mekanizmasını istikrara kavuşturan sömürü ritimleri, değer yasası tarafından belirlenmelidir. O halde ilişkinin bütün ekonomik parametreleri infilak ettiğinde proletarya saygılı bir şekilde bu yemek davetini reddeder, o halde söz konusu olan fabrika komutasının (commanda d’impresa), işlevsel değer ilişkisini, sömürü yasasını yeniden belirlemek üzere hakim hale gelen devlet biçimine politik dönüşümüdür.
Son zamanlarda yapılan çalışmalar (Prima Maggio’da Lapo Berti, 1977’deki Sosyalist İktisatçılar Konferansı’nda Christian Marazzi ve John Merrington) bu süreci, bugün artık değer yasasının dönüşümü üzerine düşünürken reddedilemeyecek şekilde önemli hale gelen parasal sorunlarla ilişki içinde kapsamlı olarak ortaya koymuş ve doğrulamıştır. Bu, kapitalist devletin (ve gelişiminin) sermaye ilişkisinin otoriter bir biçimi olarak teorileştirilmesinde (örneğin Capital and Class, sayı 2, Yaz 1977 içinde John Holloway, Sol Picciotto) haklı bir şekilde ısrar edilmesine götürmüştür. Dolayısıyla politik ekonominin eleştirisi içinde, kapitalist gelişimin (ve kapitalist krizin) yapısal ilişkisine dair var olan salt nesnelci anlayışlara karşıt bir anlayış gelişti. Ancak bunlar yeterli değildir. Politik ekonomi eleştirisi içinde işçi sınıfı bilinci de kendisini devrimci bir projeye dair bir farkındalığa dönüştürebilmelidir. Proleter karşıtlığın kendisini pratik bir devirme, bir yıkıcılığa dönük biçimde sağlamlaştırmaktan başka bir seçeneği yoktur. Ancak burada yıkılacak olan, hem politik boyutları hem de yapısal temelleri açısından bütün bir ilişkidir. Sadece sömürünün örgütlenmesinin devlet biçiminin dayatmakta olduğu ilişkinin karmaşıklığını ortadan kaldırmak olanaklı değildir, ister öznel iradecilik isterse kolektif kendiliğindencilik yoluyla olsun bu biçimden doğan zorluklardan, sorunlardan ve belirlenimlerden kaçamayız. Bu noktaya tehlikeli bir biçimde mücadelenin son evresinde vardık. Daha önce belirttiğim gibi bu farklılaşma, stratejik ve taktik projelerin farklılaşması eğilimini de içeriyordu. Bu farklılaşmanın sürmesi doğru mudur?
Bence bu, bütün bir hareket için ölümcül bir deneye dönüşme riski taşıyor ve bu durumda gerçekten hangisinin daha tercih edilir olduğundan emin değilim; öznelliğin kasıp kavurmasıyla ortaya çıkan hızlı bir düşüş mü, yoksa kendiliğindencilik frengisinin uzun, ağır ağır çektirdiği ıstırabı ve sayıklamaları mı? Ancak tersi yönde belirtiler de mevcut; kurucu bir proje olanaklı. Bu proje; kitle çizgisinin eklemlenmelerinde, proletaryanın sürekli harekete geçirdiği diyalektik içinde, kendisini yapısal olarak sağlamlaştırma yeteneği (sermayenin yeniden yapılanma planlarını karıştıran ve bozan kitlesel karşı gücün güçlenmesi) ile politik saldırı kapasitesi (düşmanın gücünün düğüm noktalarını parçalayabilen, bu gücün olağanüstü doğasının boş olduğunu gösteren ve vurgulayan, bu gücü yıkan istikrarsızlaştırıcı bir kapasite) arasındaki diyalektikte bulunabilir ve şimdi bu diyalektik yoluyla da gelişiyor. Bu diyalektik kitlesel harekete içseldir ve bunu daha da derinleştirmemiz gerekiyor. Belirttiğim gibi, kapitalist sistemi yapıbozuma uğratma projesi kapitalist rejimin istikrarını bozma projesinden ayrılamaz. Bu karşılıklı ilişkinin zorunluluğu, bugün kitle çizgisi tamamıyla proleter bir kendini değerli kılma projesine dönüştüğü oranda iki sınıf arasındaki güç ilişkisinde kendini belli eder.
Açıklayayım: proleter kendini değerli kılma devlet biçimi kavramının karşıtıdır, daha da geliştirilmiş işçici bir duruş noktasından gücün aldığı biçimdir. Proleter kendini değerli kılma, düşmanın gücünün doğrudan yapıbozuma uğratılmasıdır, işçi sınıfı mücadelesinin bugün sömürü sistemine ve bunun politik rejimine doğrudan saldırması sürecidir. Kapitalist gelişmenin toplumsallaşması, işçi sınıfına komünist stratejinin farklı uğraklarını (ayaklanma ve devletin ortadan kaldırılması) bir sürece dönüştürebilme ve bütün bunları bir proje olarak bütünleştirebilme olanağı vermiştir. Proleter kendini değerli kılma, bu projenin kapsayıcı, kitlesel ve üretken bir biçimlenmesidir. Bunun diyalektiği, kapsayıcı olduğu oranda etkilidir ve etkili olduğu oranda da kapsayıcıdır. Başka bir yerde (La Forma Stato, (Devlet Biçimi) Feltrinelli, Milano, 1977 içinde) politik ekonominin Marksist eleştirisinin bir kendini değerli kılma projesi olarak işçi sınıfının bağımsızlığını ortaya koyabilmesini sağlayan biçimsel koşulları göstermiştim. Şimdi hareketin içinde, işçi sınıfının bu bağımsızlığının gerçek ve dolaysız politik koşulları üzerine düşünülerek yürütülen yapıcı polemik bizi zorluyor. Ve hareket içinde iki cephede savaş vermeliyiz: bir yandan ayaklanmacılığa ve öznelciliğe karşı ve öte yandan –en önemlisi- taleplerin aciz bir “hareketinin” uysal bir gelişimini mitleştiren pasifist ütopyacılıkla boyanmış oportünizme karşı.
Hareket içindeki polemiğin gelişebilmesinin, proleter kendini değerli kılma anlayışını ve bunun deneyimlerini pratik ve teorik başlangıç noktası olarak almasına bağlı olduğu açıktır. Bu kitabın seyri içinde bu meseleyi ele almaya çalışacağım. Ancak son iki önermeyle ilişkili olarak, belli bir polemiksel kalkış noktasını öngörmek yararlı olabilir: Lea Melandri (L’Infamia Originale, Milano 1977) ve Furio di Paolo’nun (Quaderni di Ombre Rosse, sayı 1, Roma 1977) kalkış noktaları. Her iki durumda da tartışma, en başından itibaren kendimizi kurtarmamız gereken radikal bir ön mistifikasyon etrafında örülür. Bu, iktidarın özgül ve belirli doğasının inkar edilerek “iktidar”a karşı polemiğin radikalleştirilmesinden doğan bir mistifikasyondur. Aslında bu yoldaşlar için iktidar –eski filozofların deyişleriyle- sadece tek anlamlı bir şekilde ifade edilebilir, başka bir deyişle sadece sermayenin ve onun yansımasının bir özelliği olarak tanımlanabilir ve nitelendirilebilir. Bu pozisyon iktidar kavramının kapitalist kullanımı ile proleter kullanımı arasında bir benzeşiklik kurulamaması sorununu (başka bir deyişle terimin çevrilemezliğini) doğru bir şekilde ortaya koysa da yanlıştır. Ancak bu kesinlikle, içerik açısından radikal biçimde olumsuz bir yanıtla karşılanamayacak bir yöntem sorunudur. Bu bakış açısından düşmanın ellerine düşebilirsiniz, başka bir deyişle anlamlı tek dilbilimsel ufkun kapitalist iktidarın yapısına ait olan ufuk olduğunu belirtmiş olursunuz (her şeyden öte, her iki yazının da özünü oluşturan kadın otonomu ve gençlik otonomu içindeki kendini değerli kılma analizine yaklaşımın ruhu ve yöntemiyle çelişen bir pozisyon).
Ve yanlış olan da budur. İktidar, parti: Panzieri “böylesi durumlarda partinin tamamen yeni bir şeye dönüşeceği ve hatta bu kavramı kullanmanın bile zorlaşacağını” söylerdi. Çok doğru. Ancak başka bir yerde aynı açıdan şunu da eklemişti: “Partisiz bir devrim olmaz”. Ve biz buna da bir ek yapabiliriz: “güç olmadan proleter kendini değerli kılma mümkün değildir”. İsterseniz terminolojiyi bile değiştirebiliriz! Ancak ilk önce proleter kendini değerli kılma sürecinin, kendi özgürleşme projesi ve kendi proleter bağımsızlık mücadelesinin güçlü ve etkili mücadelesi olarak düşman gücü yapıbozuma uğratma yönündeki eğiliminin diyalektik birliğini yeniden ele geçirelim.
Bir başlangıç olarak son bir not: Militanlık düzeyinde, maddi olarak yapıbozumuna uğratan eylem ile düşman gücü politik olarak yeniden istikrara kavuşturan eylem arasındaki zorunlu ilişkiyi vurgulamanın ne kadar önemli olduğunu anlamak zor değildir. Aslında öznelliği kitlesel bir içerikle besleyen, proleter aşkı düşmana karşı mücadeleye dönüştüren, sınıf kini ile özgürlük tutkusuna ortak bir temel ve bağ kazandıran bu sınırlı ama güçlü düşünme tarzı kendi bütünleştirici kökünü tekrar burada bulur. Bu kolektif dolayım yoluyla kişisel olan politiktir. Öznel farkındalığın birliğini belirleyen, proleter kendini değerli kılmanın kolektif praksisidir. Devrimciler olarak onurumuzu oluşturan, bu dinamik ve üretken varlıktır. Dolayısıyla hem nesnel hem de öznel olarak, devrimci önermenin karmaşıklığını proleter kendini değerli kılmanın bağımsızlığı ile ilişkili olarak yeniden kurmak için mücadele etmekten başka seçeneğimiz yok.
 
İkinci Bölüm Parantez no.1: Yönteme Dair
Proleter kendini değerli kılma sürecinin bağımsızlığını kuramsallaştırdığımda ve bunun yapısal işlevler ile saldırgan işlevler arasındaki sürekli yeniden bileşimin içsel bir diyalektiğine sahip olabilme olanağını incelediğimde belli metodolojik sonuçlar çıkarmak zorundayım. İlk olarak, proleter kendini değerli kılma sürecinin bütünlüğünü, kapitalist üretim ve yeniden üretim sürecinin bütünlüğüne alternatif olarak ve ondan radikal olarak farklı bir biçimde düşünebilmek bana çok önemli geliyor. Pozisyonu abarttığımın ve karmaşıklığını aşırı basitleştirdiğimin farkındayım. Ancak şunu da biliyorum ki bu “yoğun yol”, kapitalist gelişmenin bütünlüğünden bu radikal kopuş bugün karşımızda duran hareketin temel bir deneyimidir.
Bugün sınıfın bağımsızlığını kurma süreci en başta bir ayrılma sürecidir.
Bu zorunlu ayrılmayı, kendimi içinde bağımlı bir biçimde, sömürü biçimi içinde kurulu olarak bulduğum kapitalist dünyanın bütün anlamsızlığını açıklığa kavuşturmak için vurguluyorum. Bu yüzden sermayenin yeniden bileşim diyalektiğini kabul etmeyi reddediyorum; sekter bir tarzda kendi ayrıklığımı, kendi bağımsızlığımı, kendi kuruluşumun farklılığını olumluyorum. H.J. Krahl’ın da (yıllar geçtikçe giderek daha da önemli hale gelen bir kitap olarak Constitution and Class Consciousness [Kuruluş ve Sınıf Bilinci] adlı kitabında) açıklamış olduğu gibi, sınıf bilincinin bütünlüğü her şeyden önce yoğun bir koşul; kapitalist sistemin bütünlüğü ile ilişkiyi imha eden, üretken bir varlık olarak sınıfın öz kimliğinin yoğunlaşması sürecidir. İşçi sınıfının kendini değerli kılması her şeyden önce düşman bütünlüğünün, sınıfın kendi kolektif bağımsızlığını tanımasını benzersiz bir noktaya vardıracak kadar yapıbozumuna uğramasıdır. Kendi adıma sınıf bilincinin tarihini Lukacscı anlamda, gelecekteki kapsayıcı bir yeniden bileşim olarak okumuyorum. Aksine sınıf bilincini kendi ayrıklığım içinde yoğun bir köklenme uğrağı olarak görüyorum. Ben ötekiyim, tıpkı içinde hareket ettiğim kolektif praksisin hareketinin olduğu gibi. İşçi sınıfının öteki hareketindenim. Elbette bu pozisyona geleneksel Marksist bakış açısından getirilebilecek bütün eleştirilerin farkındayım. Politik sınıf tartışmasında kendimi anlamın aşırı sınırlarında konumlandırdığımı görebiliyorum. Ancak suçlamalarla gelen, beni eleştirilerle sıkıştıran ve bana yanlış olduğumu söyleyen herkesin, “sosyalizm”in gelişiminde tanık olduğumuz hunharlıklara katılma sorumluluğunu da üstlenmesi gerekiyor. Ancak yenilenmenin olanağını ve umudunu sadece kendimi öteki olarak tanımakta, yalnızca radikal bir bütünlük olarak farklılığım üzerinde ısrar etmekte görüyorum.
Üstelik bu radikal metodolojik kopuş konusundaki ısrarımda yalnız değilim. İşçi sınıfının devrimci hareketinin tarihinin sürekliliği, bu hareketin süreksizliğinin tarihi, onu nitelendiren radikal kopuşların tarihidir. Devrimci işçi sınıfı hareketi sürekli olarak bakire bir anneden yeniden doğmaktadır. Sürekliliğin kötü yazarları hâlâ yaşıyor ve emek hareketinin tarih enstitülerinde bulunuyor. Ancak neyse ki militan tarih yazımı da şimdiki hareketimizin içindeki kopuş deneyimlerinin kamçılamasıyla bir rönesanstan geçiyor ve kendi tarih yazımımızda “öteki işçilerin hareketi” kavramını ortaya atabilecek kadar kendimize güveniyoruz. Dolayısıyla (proletaryanın toplumsal pratiğinin her türlü yenilenmesi açısından önemsediğimiz) ilksel bir radikal kopuşun metodolojik önkoşulu ampirik olarak (ölçek olarak sınırlı ama yoğunluğuyla dikkat çeken) belgelerle doğrulanıyor. Karl-Heinz Roth (Die Andere Arbeiterbewegung [Öteki İşçiler Hareketi], kısaltılmış hali CSE Books tarafından yayımlandı) ya da Gisela Bock (La Formazione dell Operaio Massa ne li USA [ABD’de Kitlesel İşçinin Oluşumu], Feltrinelli, Milano, 1976) mücadele halindeki işçi sınıfının kendi geleneksel örgütlerini nasıl sürekli olarak imha ettiğinin olağanüstü öyküsünü anlatırken elbette bir ruh ya da ikon düşmanlığı ile şevklenmemişlerdi. Daha ziyade devrimci hareketin radikal ve indirgenemez farklılığını vurguluyorlardı. Bu bakış açısı proletaryanın başka tarihsel devrimci deneyimlerini –zafer kazanan ve (dolayısıyla) ihanete uğrayan ve imha edilen deneyimlerini- hissedebilmemizi sağlayabilir.
Dolayısıyla radikal “ötekiliği” savunmakta olduğumuz yıkıcı davanın, yani proleter kendini değerli kılma projesinin metodolojik önkoşulu olarak varsaymalıyım. Ancak tarihin bütünlüğü ile ilişki, sistemin bütünlüğü ile ilişki ne olacak? Burada varsayımımın ikinci metodolojik sonucunu karşıma almalıyım: kapitalist gelişmenin bütünlüğü ile, tarihsel gelişmenin bütünlüğü ile olan ilişkim sadece hareketin belirlediği yapıbozum gücü, hareketin sermayenin tarihine karşı yürüttüğü küresel sabotaj tarafından güvence altına alınabilir. Sermayenin tarihini ancak tek bir yoldan okuyabilirim, o da sürekli parçalanma sürecini, gerçek hareketin ortaya çıkardığı ayrılma yönündeki sürekli provokasyona karşı koymak için sermayenin ve devletinin harekete geçirmek zorunda kaldığı kendini yeniden kurma operasyonlarının sürekliğinin tarihi olarak. Mevcut durum, gerçek hareketin ortaya çıkardığı yıkımın, aşkınlığın ortadan kaldırılmasının sürekliliği üzerine kuruludur. Kendimi bütünlükten ayırarak tanımlıyorum, bütünlüğü benden başka bir şey olarak, sınıfın yürüttüğü tarihsel sabotajın sürekliliği üzerine atılmış bir ağ olarak tanımlıyorum.
Ve dolayısıyla (işte üçüncü metedolojik içerim) deneyimlemekte olduğum hareketin gerçekliği ile bütün içeriği ve amaçları ile kapitalist gelişmenin bütün bir çerçevesi arasında hiçbir benzeşim, dillerin, mantıkların ve işaretlerin dolaysız bir çevirisi söz konusu olamaz.
Şimdi duralım ve bu soruya başka bir açıdan bakalım. Soruya nerden bakarsanız bakın, temel nokta açıkçası hâlâ kendini değerli kılma süreci ile bunun yapıbozum açısından etkisi arasındaki bağdır. Ben bu bağı uç noktasına taşıyorum ve bunu bir ayrılma olarak tanımlıyorum. Hareketin deneyimine dayanarak her şeyden önce öznel unsuru vurguluyorum. Şimdi soruna nesnel bakış açısından –kriz devletinin (stato-crisis) bakış açısından- yaklaşsam da pozisyon değişmez. Değer yasasının işleyişindeki krizle karşı karşıya kalan devlet, sermayeyle olan ilişkisini meta biçimiyle ilişkili olarak dolayımlayarak bu yasayı zorla dayatmaya yeltendiğinde aslında benzer bütün işlevlerin krizini kendine yazar. Zor değerin yerini almaz, ancak onun biçimini temsil eder.
Değer yasası krize girmiş olmasına rağmen zorla yeniden işletilebilir ve işlemleri değişmiş bir biçimde dayatılabilir. Ancak bu, iktidarın tescil etmek zorunda kaldığı anlamların nafileliğini ortadan kaldırmaz. Kriz devleti, anlamların boşluğu, kendisi yapıbozumuna uğramış olan bir güç-mantık (forza-logica) mantığı içinde yaşayan bir iktidardır. Bu mantık, bu kritik biçim “bütün ineklerin beyaz göründüğü karanlık bir gece”dir; başka bir deyişle bütünün anlamı hiçbir şekilde parçaların mükemmel bir biçimde birleştirilmesiyle kurulamaz. Devletin bütünlükle sarmalanması anlam açısından salt olumsuzdur. Topyekün yabancılaşmanın kuralı, bu projenin olanaklı tek içeriğidir. Bütünlük bir boşluktur, yapıbozum olarak, radikal bir değer eksikliği olarak yapılanır. Dolayısıyla benzeşim eksikliğinden ne kastettiğimiz daha açık hale geliyor. Bütünün bütün unsurları teknik bir anlamda birleştirilir; karşılıklı olarak birbirlerine çevrilememeleriyle sadece zora dayalı bir ilişki biçiminde yan yana asılı dururlar. Öyleyse nesnel bakış açısından da sistem yapıbozumuna uğramış şekilde görülebilir ya da görülmelidir.
Ancak durumun nesnel olarak göz önünde bulundurulması, öznel yöne dair yaptığımız analizi doğrularken nesnel yön ne aynı mantıksal uzantıya ne de öznel yönün yerini alabilme kapasitesine sahiptir. Yapıbozumu bir etki olarak gören anlayıştan kendini değerli kılma sürecinin neden olarak tanımlanmasına gidilemez. Bu özellikle Michel Foucault’nun, üretkenlik kavramıyla, bilişsel ufkun ötesinde konumlanmış olan bilinemez nicelikteki bir yaratıcılık kavramıyla uğraşıp durmalarıyla ilgimi çeken analitik ilkelerinde (özellikle de La Volonte de Savoir’daki [Bilme İstenci] metodolojik tutumunda) açıkça görülebilir.
Bu aynı zamanda bu yapıbozumuna uğratılmış ufkun üzerine bir tür kesinlik dayatmak için el altından girişilen değişik çabalarda açıkça -ve üstelik rezilce- kendini belli eder. (Bu çabalar, ister hümanist bir açıdan esinlenmiş olsunlar isterse Wille zur Macht açısından düşünülsünler, yine de kapitalist sistemin gelişiminin kapalı nesnelliğine dair doğru bir algıdan başlarlar. Cacciari’nin Krisis kitabına (Feltrinelli, Milano, 1977) ilişkin olarak benim Aut-Aut dergisi, sayı 155-156’daki yorumuma bakınız.) Ancak bu gizlice yeniden belirtilen benzeşim, radikal bir önemden yoksun bu “yukarıdan devrim”, söylemiş olduklarımızın ışığında gerçekte olduğu gibi, yani bir sahtekarlık olarak görülebilir.
Yukarıdaki değerlendirmeler şimdi beni sermayenin günümüzdeki diyalektiğinin açıklanmasında öznel olanın baskınlığına ilişkin ilk hipotezimi doğrulamaya götürüyor. Öznel bakış açısını uçlarına götürmek onun metodolojik geçerliliğini olumsuzlamaz. Daha ziyade onu doğrular ve genişletir. Bu hem kendini değerli kılmanın ve yapıbozumunun eklemlenmesinde, soruna dair zamansız indirgemeci kapatmalardan (çünkü aslında yapıbozumunu yapılandıran, başka bir deyişle kendi karşıtını olumsuz şekilde belirleyen, proleter öznenin üretkenliğidir) hem de söylemin diyalektik uzantılarını bütünleştirmekten kaçınmama olanak verir, çünkü bu durumda artık benzeşik işlevler söz konusu değildir.
Metodolojinin karşımıza çıkan sorunları (sorunun doğru bir şekilde koyulmasını kolaylaştırmasına rağmen) çözdüğünü iddia etmiyoruz. Metodolojik hipotezin sınıf analiziyle doğrulanması gerektiğini biliyoruz. Bizimki gibi bir metodolojik hipoteze sağlam bir temel sağlayabilecek tek şey, işçi sınıfının bileşiminin teorik-politik belirlenimidir. Ve aslında aşağıdaki metodolojik yaklaşımlar, çok ayrıntılı görünmemekle beraber, bugün işçi sınıfının bağımsızlığının kurulmasının her şeyden önce ayrılmasıyla gerçekleştiği yönündeki ilk metodolojik varsayımımızı doğrular. Ancak bu bağlamda ayrılma, kapitalist ilişkinin kırılması anlamına gelir. Ayrılma ayrıca toplumsallaşmanın en üst noktasına ulaşmış olan işçi sınıfının sermayenin toplumsal dolayım yasalarını kırması anlamına gelir. Marx Kapital’in ikinci cildinin birinci bölümünde bütün bir toplumsal sermayenin başkalaşımlarının analizinde “yeni bir araştırma” biçimi ihtiyacını ortaya koyar. Bu bir ayrılma mantığı mıdır? Bu, bağımsız proleter öznelliğin en uç noktasına kadar götürülmesi üzerine kurulu, proleter kendini değerli kılma hareketlerine dayalı bir Darstellung (sunum) mudur? Bence bu sorular bu yazının daha da geliştirilmesi için önemli sorular. Ancak daha fazla ilerlemeden önce, sonraki tartışmamız için bir çerçeve oluşturabilmek adına bu sorular biçimsel ve metodolojik bir düzeyde daha iyi ifade edilebilir. Daha yakından bakalım. Daha önce söylemiş olduğum gibi, proleter öznenin ayrıklığı kendini değerli kılmanın üretkenliği ile yapıbozum işlevlerinin arasındaki diyalektik içinde örgütlenir. Ancak bu diyalektiğin, bir ayrılma diyalektiği olduğu için, benzeşim ve bütünleştirmeyle sonuçlanmadığını biliyorum. Ancak aynı derecede zorunlu olarak, bu diyalektik belirlenmekte olan olayların karmaşıklığına içseldir. Nasıl? Özellikle, ayrı bir öznenin dile getirilişi kapitalist tahakkümün kuruluşuyla nasıl ilişkilidir? İkinci olarak ve tersine, kolektif öznelliğin kurucu süreci tüm radikalliği ve yoğunluğu ile nasıl ilerler?
Kısacası, devlet biçimi ve proleter kendini değerli kılmanın paralel ve karşıt süreçlerini (ancak ayrıklık ve benzeşimin yokluğu koşulunda) yöneten yasalar nelerdir?
Bu kitabın devamı bu sorulara yanıt bulmaya ayrılacaktır. Ancak sorunun tanımlanmasıyla ilgili, öncelikle kendini değerli kılma/yapıbozum bağı ile ilişkili olarak birkaç not daha ekleyebiliriz. Sosyalist düşüncenin ve pratiğinin tarihi içinde, proleter kendini değerli kılma anlayışı çoğu zaman özgün bir yoğunlukla ifade edilmiştir (eğer Gramsci’nin öğretileri bugün de kullanılabiliyorsa bu sadece bu yüzdendir). Ancak bu anlayış hiçbir zaman ayrıklık açısından ifade edilmemiştir, bunun yerine daima diyalektik bir anlamda bütünlükle ilişki içinde ifade edilmiştir. Karşılıklı ilişki karşıtlığın yerini alır. Toplumsal-anarşist gelenekte bu karşılıklılık, bu ilişki merkezileştirme ve merkezsizleştirme arasındaki diyalektik açısından ortaya konur. Dolayısıyla Marx’tan başlayan ve Foucault’nun Panaptikon okumasına uzanan bir eleştiri içinde Proudhon ve Bentham’ın bağdaşabilirliğini göstermek zor değildir. Ancak kendini değerli kılma ile toplumun üretim yapılanması arasındaki bu bağdaşma bir mittir. Bu çok tutulan sentezin babaları Proudhon ve Bentham değil, Rousseau ve Stalin’dir. Kişisel olarak, işçi sınıfının tarihsel partilerinin daima rasyonalizm ve üretici Stalinizm arasındaki ilişkiden büyülenmiş olan temsilcilerinin bu genç filozofları bu mistikleştirici bağlantıya dikkat çektikleri için aşağıladıklarını gördüğümde canımın sıkıldığını söylemem gerek.
Kısacası, kendilerini artık herhangi bir gerçek temelden yoksun bir soruna vakfediyorlar. Sınıfın kendini değerli kılmasının sermayenin yapılanmasıyla hiçbir ilişkisi yoktur. Ancak yapıbozumuna uğramasıyla çok ilgisi vardır. İşçi sınıfı bu yüksek bileşim düzeyine ulaştığından beri, kapitalist gelişmenin bütünü proleter kendini değerli kılmanın ters yüzü, buna karşı bir tepki, bunun ayak izlerinin takip edilmesinden başka bir şey değildir, bu gelişim; kapitalist makinenin sabote edilmesinin etkileri anlamında kendini değerli kılmanın etkileriyle ilişkili olarak sermayenin kendini koruma, yenileme ve uyarlamaya dönük olarak tekrar ettiği bir operasyondur. Tronti en son olarak, modern devletin işçi sınıfının politik otonomisinin politik biçimi olduğunu söylerken haklıdır. Ancak hangi anlamda haklı? Yeniden tanımladığı sosyalizm anlayışıyla birlikte onun da kabul ettiği bu bağdaşabilirlik ve birleşme anlamında mı? Hayır yoldaşlar, burada politik ekonomi eleştirisinin metodolojisinin, proletaryanın kendini değerli kılmasının, proletaryanın ayrıklığının ve onun belirlediği sabotaj etkilerinin başlangıç noktası olarak alınmasıyla dönüştürülmesi gerekiyor. Özellikle devlet biçimi analizimizi bu perspektif içinde biçimlendirmemiz gerekiyor.
Kendini değerli kılma ve devlet yapısı arasındaki bağa dair analizimiz bizi olumsuz ve yapıbozumcu bir nedenselliğe götürürken kendini değerli kılma bağına dair metodolojik yaklaşımımızı kendi ayrıklığıyla birlikte düşündüğümüzde durum tamamen farklıdır. Burada sürecin eşzamanlı boyutlarını vurgulamalı ve uygun bir şekilde analiz etmeliyiz. Ancak burada da “süreklilik” modellerine, işlevsel belirlenimlere başvurulamaz. Metodolojik önermenin özünü oluşturduğu için, proletaryanın kendini değerli kılmasının ayrıklığının kendisinin bir süreksizlik, sıçramaların ve yeniliklerin bir birleşimi olarak göründüğü doğrudan söylenebilir. Proletaryanın kendini değerli kılan ayrıklığından türeyen toplumsal dönüşüm yönteminin, rasyonalist ve tarihselci ilerlemecilik benzeşlikleriyle ortak hiçbir yanı yoktur. Proletaryanın kendini değerli kılması değişim değerinden çekilme gücü ve kullanım değerlerinin dünyasını yeniden kendini kılabilme yeteneğidir. Sınıfın kendi bağımsız üretken gücünün kopuşu ve tanınması herhangi bir çözücü diyalektik imkanını ortadan kaldırır. Proletaryanın kendini değerli kılmasının ayrıklığındaki yöntemin diyalektik pozitifliği tamamen ve yalnızca yenilikçidir.
 
Üçüncü Bölüm Tahakkümün Biçimi
Polemiğe yol açabilecek metodolojik kabullerimizi bir taslak olarak verdikten sonra artık konunun özüne geçebiliriz. Karşımızda duran devlettir, tahakküm ise aramızda –ve bazen de içimizde- bulunur. Mücadele etmek demek, karşımızda duran iktidarın devasa doğasını tanımak, onu kendini değerli kılma ve yapıbozum arasındaki ilişkiyi anladığımız açıklıkta ve düzeyde tanımak demektir. Artık iktidarın bu devasa doğası sabotajımızın bir etkisi, eylemlerimizin olumsuz bir sonucudur:
“Suç”, diyor Marx, “mülkiyete saldırma yöntemlerini sürekli yenileyerek, daima yeni savunma yöntemleri yaratır ve dolayısıyla grevlerin makinenin icadıyla olan ilişkisinde olduğu kadar üretkendir.” (K.Marx, Artı Değer Teorileri)
 
Bu bir paradoks değildir, Marx Mandevilles’in Arılar Masalı söz konusu olduğunda bile paradoks lafından hoşlanmaz, bu zevki “burjuva okulunun beğeniden yoksun savunucuları”na bırakır. Anlayabilmek için bu oldukça önemlidir. Aslında devleti ne kadar sabote edersek ve kendini değerli kılma/yapıbozum bağını ne kadar ifade edebilirsek sermayenin devlet sisteminin gelişimini yöneten kurallar o kadar vahşi, canavarca ve irrasyonel görünür. Öyleyse şimdi devletin ve toplumsal tahakküm sisteminin kendini değerli kılmadan türeyen toplumsal sabotaja nasıl karşılık verdiğine ve bunların ifade ettiği mantığa, içsel olarak tutarlı ancak yine de olumsuz, asla tasfiye edilemeyen ve ancak daha da hızlandırılabilen bu mantığa bakalım.
Sermayenin kendini sürekli yeniden yapılandırması, işçi sınıfının sabotajına karşı yanıtıdır. Yeniden yapılanma, devlet biçiminin boş fakat etkin içeriğidir. Boştur, çünkü işçi sınıfından itibar görmesi dışında hiçbir rasyonaliteye sahip değildir. Etkindir, çünkü yeniden yapılanmanın biçimi komutadır. Ancak burjuva ekonomisinin eleştirel bilinci kendi sürecinin boşluğunu, işçi sınıfı ve proletarya mücadelelerinin belirlediği zamanlamaların üzerini zar gibi (yenilenmiş ve mistikleştirilmiş) bir biçimsel rasyonaliteyle örterek doldurmak zorundadır. Bunun nasıl ilerlediğine bakalım.
Burjuva politik ekonomisinin eleştirel bilinci içinde, komuta mantığının evrimi 1930’lardaki büyük krizden sonra en az üç evrede gerçekleşti. Bu evrelerin her biri işçi sınıfı ve proleter mücadelelerin özgün niteliğine ve yoğunluğuna karşılık gelir. Başka bir yerde (Operai e Stato [İşçiler ve Devlet] içindeki makalelerde, Feltrinelli, Milano 1977) Keynesçi dönemin temel niteliklerine işaret etmiştim. Bu dönemde, işçi sınıfı mücadelesi kapsamlı bir biçimde denetim altına alındı. Keynes, kitlesel işçinin oluşumuna ve mücadelelerine arz ve talebin –ilerlemeci açıdan- bir bütün olarak dengelenmesiyle karşılık verir. Ancak Keynes kendisini salt ve genel bir politik önermeye yasladı, bütünsel eğilimi vurguladı. Ancak bu eğilim döngünün gerçek ilerlemesiyle çelişkiye düştüğünde (çünkü işçi sınıfının çatışmacılığı sonuçta varılan dengeye itibar etmez), Keynesçi devlet krize girer. Bu krizde kim komuta eder? Keynesçilikten beslenen politikacılar “politik bir ticaret döngüsü” icat etmek, “ara rejimler” oluşturmak için çabalar. Pratikte ise denetim ellerinden yavaşça kayıp gider, denetim boyutu artık proletarya ve işçi sınıfının çatışmacılığının boyutlarına denk düşmez. İkinci bir evre açılır. Sraffa ve türlerini Kapital’in bütün kategorilerini çözmeye götüren teorik ilerlemenin yanı sıra, daha somut bir şekilde işçi sınıfı mücadelesinin süreksiz bir sürekliliğe sahip olduğunu ve mücadelenin görünüşteki sürekliliğinin bireysel kriz noktalarının sonsuz bir dizisinin sonucu olduğunu gözlemleyebiliriz. Yeniden yapılanmanın ekonomik ve sosyal bilimi bunu dikkate almalıdır. Kısa dönemli değişikliklerden ve kolektif işçinin mücadelelerinin belirlediği öngörülemez zamanlama içinde değişebilen mikro ekonomik bileşenlerden bağımsız olan, belirsiz bir makro ekonomik denge icat etmek artık mümkün değildir. Bu zorunluluk temelinde, aşağıdaki hatları takip ederek kriz olarak devletin, kriz devletinin (stato-crisi) oluşumunu görebiliriz: işçi sınıfının bütünlüklü çıkışını bölmek, onu kendi birikim mekanizmalarının içinde denetim altına almak ve sınıf bileşimine saldırarak önünü kesmek. Keynes’in geniş dengesinin yerini, tek tek özgün sınıfsal kriz noktalarıyla, yani politik ekonominin mikrofiziğiyle uğraşamaya yönelen bir saldırıyla beraber, sınıfın içinde bileşimin çözülüşünün içsel işleyişi alır. “Uzun dönemli eğilim, kısa dönemli durumlardan oluşan zincirin -yavaş yavaş değişen- bir bileşeninden başka bir şey değildir...bağımsız bir mahiyeti yoktur.” (Michael Kalecki, Trend and Business Cycles Reconsidered, Economic Journal, Temmuz 1968, s.263) Dolayısıyla üretim ve yeniden üretim süreci içinde meydana gelen kesintileri açıkça dikkate almadan bir gelişme modeli üretmek imkansız hale gelir. Böylece mikroekonomik düzeyde ortaya çıkan dinamikleri de içeren bir döngüsel dalgalanmalar teorisine dayalı bir gelişme teorisi için yeni bir temel kurulmuş olur.
Burjuva ekonomisinin uzun evresi şimdi bu öncüller etrafında gelişiyor. Michael Kalecki bu harekete esin kaynağı olmuştur. (bkz. Joan Robinson, New York Review of Books, 4th March 1976 ve özel olarak da George R. Feiweel, The Intellectual Capital of M.Kalecki, Knoxville, Tennessee, 1975). Ancak bu teorinin de yetersizlikleri var. Kriz devleti teorisi sonuçta reformist bir teoridir. Kitlesel işçinin ortaya çıkmakta olan üretkenliğini karşısına alır ve iki cepheden bir “oligopol ekonomisi” kurmaya çalışır: bir yandan kapitalist girişimci oligopoller, öte yandan fabrikada işçi sınıfı-sendika oligopolü (M. Kalecki, “Class Struggle and the Distribution of National Income”, Kyklos XXIV, 1971, s.1). Ancak bu arada mücadele ilerlemiştir. Kitlesel işçinin eylemi giderek bütün toplumu kuşatır hale gelmiştir. Artık işçinin “toplumsal” bir işçiye dönüştüğünü görürüz, (özellikle de) “işyerindeki işçi” olarak kalsa bile. İşçi kriz devletine daha önce planlamacı devlete (stato-piano) verdiğinden çok daha şiddetle karşılık verir. Planlamacı devlet işçi sınıfının taleplerinin niceliğini denetim altına almayı beceremediği için krize girerken, kriz devleti artık işçi sınıfı eyleminin toplumsal olarak kaçınılmaz (ve doğrudan etkin) uzantısının içsel bir özeleştirisine gitmek zorunda kalmıştır. Kriz devleti sadece köklerine kadar reformist bir devler biçimi değildir. Aynı zamanda ve her şeyin ötesinde doğrudan üretimin boyutlarına, canlı emek üzerindeki fabrika komutasına hâlâ bağlı olan bir devlet biçimidir. Ancak işçi sınıfının sabotajının, toplam toplumsal sermayeyi sistemin yeniden üretimini yönlendiren talan üzerinde çatışmaya zorlayarak bütün toplumu, bütün bir dolaşım mekanizmasını kuşatacak kadar genişlemesiyle birlikte -bu noktaya kadar gerçekte kendini sağlamlaştırmakta olan- burjuva politik ekonomisinin bilinci krizin ve parçalanmanın daha ileri bir evresine girer.
Keynesçi dönemin politik ekonomisindeki teorik gelişimin üçüncü evresinin oluşumuna dikkat etmek ilginç olacaktır. Bu evre, bugünün oluşum sürecinin içindedir ve önceki şemalardaki kriz öğelerini kullanır. Özellikle toplumsal işçi sınıfı hareketlerinin üzerinde daha genel bir tarzda işlemeye çalışır. Temel ilgi alanı dolaşım sorunudur. Üretimin kapsamlı denetiminden (Keynes) üretimin dinamik denetimine (Kalecki) geçiş yeterli değildir. Sorun dolaşımın işlevsel denetimi, üretim ve yeniden üretimi birleştiren dinamik bağ sorunudur. Ve burada zaman sorunu önemli hale gelir. Keynes hiçbir zaman dengenin ve ikincil dengenin zamansal belirlenimi ile ilgilenmedi. Kalecki ise Keynesçiliğin olgunun bireysel “zaman birimleri” içinde yeniden tanımlanmasıyla belirlenmesi gereğini vurgulamıştır. Ve artık bugün zamansal boyut sürecin bütününe yayılmış durumdadır. Analitik açıdan bu yeni yaklaşım Einstein’ın izafiyet teorisine benzer; analizin içeriğini canlandırmak için analize başka bir boyut eklenir. Ancak bu gerçekten garip bir izafiyet türüdür. Bu her şeyin ötesinde zamanın izafiyeti, zamanın komutanın kayıtsızlığına indirgenmesidir. Pratik politik açıdan, dolaşım zamanını hem teori hem de denetimin alanı olarak varsayan analitik bir mekanizmaya sahibiz. Dolaşım zamanının bütünlüğü ekonomik analize katılır ve ekonomik politika tarafından denetlenir. Döngü içindeki işlevlerin ve işlemlerin eşzamanlılığına dair hipotez önden ve soyut olarak değil (neoklasiklerde) işlevsel ve politik açıdan (Milton Friedman ve monetarist dostları arasında) varsayılır. Kısa döngüde Kaleckici anlamda yaşanan kesintiler hâlâ eğilim ile bütün bir döngü arasındaki dolayımlardır. Burada bilim uygulamasıyla ayrılmış olmaz, tahminlerde bulunmakla gereksiz yere çaba sarfetmez, bunun yerine analizini her uğrakta ve geçişte yoğunlaştırır. Bu basit partiküllerin bir fiziğidir ve bilim tıpkı bir polis gibi her şeyi dikkatle izler.
Zamansal boyutun, dolaşım ile yeniden üretim arasındaki bağ içinde ve yeniden üretim alanındaki sınıf mücadelesinde etkili olduğu için genel olarak bu ilişki içinde belirleyici olduğunu gözlemek Marksistlerin işi değildir (Yine de Geoff Kay bu soruna Development and Underdevelopment [Macmillan, Londra, 1975] kitabında dikkat çeker). Sorunun yeniden baş göstermesi şaşırtıcı değildir. Daha ziyade şaşırtıcı olan bu önermenin bu denli öfkeye neden olabilmesidir. Felsefeciler zaman boyutuyla ilgili sorunların çok iyi farkındadırlar: sonsuz biçimde bölünebilir ve sonsuz biçimde uzatılabilir. Öyleyse bu analitik önermeyi operasyonel bir açıdan nasıl kavrayabiliriz, politik projeyi nasıl somutlayabiliriz? Buna yanıt vermek bizim işimiz değildir, projenin belirlenimsizliğine dikkat çekmek yeterlidir. Bize düşen görev daha ziyade politik ekonominin mantığı içinde yapıbozum sürecinin nasıl bir adım ileriye gittiğine dikkat etmektir. (Bkz. A. Graziani’nin R.Convenevole’nin La Dinamica del Salarid Relativo [Nispi Ücret Dinamiği] adlı kitabını tanıtan yazısı, Quaderni Piacentini, No.64, s.113 ve devamı). İşçi sınıfının sömürünün genel boyutlarına karşı saldırısıyla başa çıkabilme endişesiyle, burjuva politik ekonomisinin mantığı tutarlılığını bile yitirir ve kendisini işçi sınıfının ortaya çıkmakta olan yapıbozumcu gücüne karşı teknik bir araç rolüne sokar. Kendini değerli kılma hareketinin belirsiz süreksizliğinin üzerinde gücünü göstermeye çalışır; devletin yeniden yapılanması, giderek gelişigüzel bir denetim eylemleri silsilesine, etkin ama ölçüsüz, içsel referans noktalarından ve tutarlı bir içsel mantıktan yoksun teknik bir araca dönüşür.
İyi bir işçi sınıfı teorisi buna sevinir. Ancak sorumlu insanlar olarak bunun beraberinde getirdiği acının, insafsızlığın ve barbarlığın olağanüstü ağırlığını anlayabilmeliyiz. Kapitalist yeniden yapılanmanın bu içsel boşluğunun ortaya çıkışı, kapitalist denetimin uğraklarının ardı sıra kendini imha etmesi ve teorinin bu şekilde bir iktidar tekniğine dönüşmesi devrimci mücadelenin nihai sonucunu daha da yakınlaştırır. Ancak bu aynı zamanda gündelik mücadelenin sertliğine ve sermayenin sürekli varoluşunun zalimliğine dayanabilmeyi zorlaştırır. (Resmi emek hareketi içinde var olan ve Marksizmle hiç ilgisi olmayan –ünlü “politik olanın otonomisi” teorisi gibi- belli teorik pozisyonların bu burjuva iddialarını taklit ettiğine dikkat edelim.) Ancak bu etkileri ortaya çıkaran, işçi sınıfı mücadelelerinin yapıbozumcu eğilimi kapitalist yeniden yapılanmanın rasyonalitesi üzerinde doğrudan etkiye sahip olduğu, bu rasyonaliteyi biçimsel yönüyle bile ortadan kaldırdığı ve bizi yapıbozumuna uğramış, teknik ve baskıcı bir bütünle karşı karşıya getirdiği ölçüde, yine de işçi sınıfının eylemidir. İşçi sınıfı eyleminin farklı ve bileşik tarzı sermayenin yeniden yapılanmasının her uğrağında ilgi konusudur. Kitlesel işçinin ve toplumsal işçinin eylemlerinden, sonrasında düşman gücün radikal bir şekilde yapıbozumuna uğratılmasına çok uygun etkiler ortaya çıkar. Bugün kapitalist reformizmin büyük güçlerinin –dünya çapında- yıldırmacı bir vahşi deflasyon stratejisini benimsemesi tesadüf değildir. Amerikan şehirlerinin yaşadığı mali krizler temelinde bu politik hat, isabetli bir biçimde “gelirin, zenginliğin ve gücün azalan dağılımı” olarak tanımlanmıştır (bkz. The Fiscal Crisis of American Cities, New York, 1977 [Amerikan Şehirlerinin Mali Krizi] içinde Robert Zevin, Roger Alcaly ve Elen Bodian’ın makaleleri).
Aslında ekonomik uyumlulukların yapıbozumuna uğramış mantığının, proleter kendini değerli kılmanın herhangi bir şekilde sağlamlaşmasını engelleyecek şekilde tekil toplumsal gruplara ulaşabilmek için aşağı doğru genişletilmesi gerekir. Her düzeyde. Yeniden üretim sürecinin her noktasına müdahale edebilmek için genel denetimin derinleştirilmesi ve yoğunlaştırılması gerekir; denetim her türlü katılığın imhasına olanak vermeli, kapitalist yeniden üretim döngüsünü yeni bir tarzda akıcılaştırmalıdır. Ancak -diyorsunuz ki- bu zaten gerçekleşti! Bu sermayenin yasalarından biridir! Elbette. Mevcut durumu özgün kılan denetimin derinliği, yoğunluğu ve yaygınlığıdır. Sermaye, toplumsal düzeyde, kendi referans noktalarını kesin bir şekilde yapıbozumuna uğratan bir sınıf baskısına tabidir. Fabrika komutası (commando-impresa) düzeyine kadar, komuta her yerde kriz içindedir. Bu noktada yeniden yapılanma, salt bir tahakküm biçimidir. Tekil üretim biriminde, tekil toplumsal grup ve birey üzerinde bile etkili olmaya amaçlar. Dolayısıyla böylesine derinden ve mikro ekonomik boyutlar içinde işlerken devlet iktidarının uzun yıllardır ilk kez özgürlük ideolojisini yeniden diriltiyor olması tesadüf değildir. Bu aşamada, (farklı ifadeleriyle proleter kendini değerli kılma süreçlerinin toplumsal ortaya çıkışını izlemeye çalışan ve bunun doğurduğu yapıbozum etkileriyle yüz yüze gelen) kapitalist belirlenim kendi mantıksal anlamsızlığının en yüksek noktasına ulaşır. Burada değer yasasının yeniden yapılanma içinde yeniden dayatılması şiddettir ve mantıksal olarak kayıtsızlık kriterine oturur. Ancak bu, yeniden yapılanma projesinin etkinliğini hiçbir anlamda azaltmaz. Kayıtsızlığın tanımlanması komutadan başlar. Eğer işçi sınıfının toplumsal mücadelesi kapitalist beyni biçimsel bir kayıtsızlığa sürüklüyorsa o halde kapitalist komuta kendisini maddi olarak bu olanak üzerinde tanımlamaya çalışır. Bu geçişi vurgulamak önemlidir. Çünkü devletin güncel biçiminin gelişiminde temel bir değişiklik meydana gelir. Keynes’in döneminden beri sermayenin yeniden yapılanma süreci içindeki çıkarlarının merkezine oturan sosyal demokrat proje, artık sermayenin olanaklarının kayıtsızlığı altına alınır. Belki de bu, işçi sınıfının ve proletaryanın kendini değerli kılmasının sermayenin aşamalarından birini nasıl imha ettiğinin mükemmel bir örneğidir. Sosyal demokrat proje çözülmeye başlıyor ve bu bakış açısından bugün farklı farklı Avrokomünizmlerinin gelişimine eşlik eden öfori biraz ölümü hatırlatıyor.
Öyleyse, somut olarak konuşmak gerekirse, bugünkü kapitalist yeniden yapılanma projesinin merkezi nedir? Tahakkümün biçimi nasıl gerçekleşiyor? Canlı emek üzerindeki komutanın değer yasasına üstün gelmesi yeni bir şey değildir; ancak bugünün yeniden yapılanmasının özgünlüğü komutanın kendi içeriğinin ve ifadelerinin kayıtsızlığıyla bir arada bulunuşudur. Bu kapitalist sonuç, proleter sınıfın devrimci mücadelesinin etkili bir şekilde toplumsallaşmasından kaynaklanır, onun ters yüzüdür. Bu durumda sermayenin inisiyatifi gerilemeci/geriye dönük hale gelir, yani kendini ayrı olduğu kadar boş bir mantığa dayandırmak zorundadır. Bir kez daha bizim için önemli olan bir öncül –yani sermayenin ve onun devlet biçiminin döngülerinin işçi sınıfının kendini değerli kılma döngüsünden ayrıklığı- doğrulanmış olur. Ancak bu noktada bir dizi sorun yine baş gösterir. Özellikle de kapitalist yeniden yapılanmanın merkezinden ziyade özgül içeriğini tanımlamak istiyorsak. Sermayenin bu korkunç boş ve kayıtsız, zayıf ve gaddar özgürlüğü bugün nasıl belirleniyor?
Şu anda sadece tek bir şeyi biliyorum. Bu farkındalık düzeyine varmış olan, işçi sınıfının bakış açısından harekete geçirdiğim yapıbozumcu eylemin etkileri beni sermayenin istikrarlaştırma gücüne –yıkıcı bir tarzda- karşı koymaya zorluyor. Ve bu da her şeyin ötesinde, tahakkümün çoğul ve kayıtsız olanaklarının üreyebileceği bir temel sunan bu güce karşı koymak anlamına gelir. Düşman sistemin yapıbozumu, onun politik rejimini istikrarsızlaştırma ve ona saldırma zorunluluğunu doğrudan içerir.
 
Dördüncü Bölüm Parantez No.2: Ücrete Dair
Kendimi karmaşık bir teorik pozisyonda buldum. Aynı anda hem kapitalist tahakküm biçiminin nasıl işçi sınıfının ve proletaryanın kendini değerli kılma sürecine tabi olduğunu ve hem de komutanın yapıbozumuna uğramış olan ayrıklığının sonuçta ortaya çıkan belirlenimlerini göstermeliyim. Daha önce sorduğum sorunun aslında anlamı budur: Komutanın kayıtsızlığı nasıl tanımlanabilir ve belirlenebilir?
İlk önermeye ilişkin olarak, iddiamı kanıtlamak konusunda biraz mesafe alabildiğimi düşünüyorum. Kısacası, sermaye işçi sınıfının üretken gücünün tam olarak toplumsallaşmasının içinden geçerken, (arz ve talebin dengelenmesine, genişleyen bir istihdam ve üretim temeline dayanan) üretim ve yeniden üretim arasındaki ilişkiyi denetleyebilmek için elinde bulundurduğu (Keynesçi ve/veya Kaleçkici) araçlar işe yaramıyor. Neden işe yaramıyor? Çünkü sermayenin yeniden üretim mekanizmaları ile işçi sınıfının yeniden üretim mekanizmaları artık eşzamanlı olarak işlemez hale geldi. İşçi sınıfının toplumsal olarak kendini değerli kılması, hem nicelik hem de nitelik olarak işçi sınıfının ihtiyaçlarını antagonist bir tarzda artırır. Sermayenin bütün boyutlarının yeniden üretimine karşı basit dolaşımı radikalleştirir. Bu noktada görmüş olduğumuz gibi, (ve Christian Marazzi’nin Intervention on the Public Expenditure, Ecole Normale Supeirere, Paris, Nisan 1997’de [Kamu Harcamalarına Müdahaleler] mükemmel şekilde tarif ettiği üzere) “toplumsal harcama ihtiyaçları, toplam emek gücünün üretimi ve yeniden üretiminin sürekliliğini güvence altına almak zorunda olduğu oranda, karşılanmak zorundadır. Dolayısıyla bu, Keynesçi açık harcamalarından farklı olarak, sermayenin ve işçi sınıfının yeniden üretiminin eşzamanlılığını olanaklı kılacak bir devlet finansmanı olgusunu harekete geçirir.
Dolayısıyla bütün idare kanalları –ve sadece finansman boyutu değil- arz ve talep arasındaki ilişkiyi sıfıra indirmenin olanağını sağlayacak şekilde işlemeli. İşçi sınıfının fiili gücü düşünüldüğünde sorun işçi sınıfının otonom yeniden üretim zamanını azaltmaktır. Bu yüzden kapitalist komutanın ayrıklığı daha açık olamazdı. Komutanın yapıbozumu, sermayenin, işçi sınıfının ve proletaryanın verili eklemlenmesine uyum sağlama yönündeki her çabasının tam da kapitalist ve proleter yeniden üretim zamanlamalarının parçalanmışlığı yüzünden başarısızlığa uğradığını anlamasından doğar. Ancak kayıtsızlık olarak, ayrı bir kendini yeniden üretim kapasitesi olarak anlaşılan komuta, sadece böyle bir komuta başarılı olmayı umabilir. Sermaye kendine yeterlilik düşleri görür. Çoktan öldüğünü ve toprağa gömüldüğünü düşündüğümüz ekonomik teorilerin –sermaye ve paraya dair kendine yeterlilik teorilerinin, neo-klasizm hatıralarının ve niceliksel monetarist pratiklerin- bu uçta yeniden ortaya çıkışına tanık olmamız tesadüf değildir.
Ancak düşler sadece düştür, sınıf mücadelesinin gürültücü alarm saati sizi uyandırmak üzere yine ordadır. Dolayısıyla kapitalist devlet şimdi kendi komutasının ayrı özünü pozitif açıdan yeniden dillendirmek zorundadır. Pratik ve teorik bir bakış açısından elbette esaslı ve önemli bir ilerleme kaydedilmiştir. Burada kapitalist toplumsal ilişkinin değer koşullarının imhası artık bir sonuç değil, bir başlangıç noktasıdır, “katlanılması gereken bir sonuç” değil, mağrur ve gururlu bir “irade eylemi”dir. Gerçekten kapitalist devlet daha önce hiç bu kadar politik olarak otonom olmamıştır! Kapitalist komutanın eklemlenmesi hâlâ gereklidir, ancak bundan böyle parametreleri bu ayrıklık üzerinde temellenecektir. İktidarın kaynağı ve meşrulaştırılması artık değer yasası ve bunun diyalektiği değil, komuta yasası ve bunun hiyerarşisidir. En radikal maddi yapıbozumuna uğramış haliyle kapitalist devlet artık kendini ideal olarak yeniden yapılandırmalıdır. Kapitalist devrimin bir niteliği olarak özgür üretken devlet şimfi korporatif, hiyerarşik bir biçime, görünümlerin bir örgütlenmesine indirgenmiştir. Sözü edilen “politik olanın otonomisi”nin tek mantığı budur. Bundan böyle ne politik ekonomi ve politik ekonomi eleştirisi ne de sınıf ve sınıf bileşimi analizi bu yapıbozumuna uğramış olan gerçekliği uygun bir şekilde açıklayabilir. Sadece betimleyici sosyoloji bu olguyu izlemeye uygundur.
Bu, gelir olarak kazanca dayalı devlet, gelir devletidir (stato-rendita). Bir politik gelir devleti. Bütün hiyerarşik değerlerin kendilerini ona göre ölçmek zorunda oldukları tek mutlak değer politik güçtür. Bu tek mutlak değer, değeri merkezden, gücün üretildiği noktadan ne kadar uzak olduğuna bakılarak belirlenen, yükselen bir farklılaşan gelir merdiveninin inşasının temelidir (Romano Alquati’nin çalışmasına ek olarak bkz. G. Bossi’nin Aut-Aut, No.159-60 s.173 ve devamındaki yazısı). İktidarı üreten ve yeniden üreten mekanizmaların eşzamanlılığı, bunların mükemmel uyum noktasıdır ve dolaşımın otoritesini kabul ederek ilerlemesi gereken nokta burasıdır. Hiyerarşi içindeki konum, korporatif yapının doğası ve farklı “ayrı organlar”ın (corpi seperati) birbirlerine göre pozisyonları bu mantığa göre eklemlenir. Bu farklılaşan gelirler bir kimsenin hiyerarşiye, komutanın eklemlenmesine nereden katıldığına bağlı olarak dağılır. Öyleyse bu “kayıtsızlığın” içinde belirlendiği tek biçimdir. Parti-devlet (stato-di-partiti) ve kamu idaresi sistemi farklılaşan gelirlerin politik iktidarın biçimi ve içeriği olarak tanımlanmasını güvence altına almaya eğilim gösterir (bkz. Sergio Bologna, The Tribe of Moles, Prima Maggio, No.8, Bahar 1977).
Bütün bunlar üretken emekle doğrudan ilgilidir. Kısaca, gelir olarak kazanca dayalı devlet içinde üretken emeğin doğası nedir? Sermayenin bakış açısından, bunu sendikalaştırılmış, korporatifleştirilmiş ve devlet hiyerarşisinin “ayrıklığı” altında konumlandırılmış olan toplumsal emeğin yük arabası olarak tanımlayabiliriz. Bu bakış açısına göre, sisteme olan bağlılığınızın boyutu üretmiş olduğunuz gerçek değerden çok daha yakın bir şekilde izlenir. Emek piyasası –başka bir deyişle göreli bağımsızlığı içinde toplam emek gücü- sistem tarafından geliştirilmiş olan hiyerarşik değerlere göre bölümlenir (bkz. Glen a Cain, The Challenge of Segmented Labor Market Theories to Orthodox Theory: A Survey, Journal of Economic Literature, Aralık 1976). Elbette devlet mekanizması sınıf mücadelesi gerçekliğine doğrudan müdahale ettiği her seferde oyun daha da zorlaşır. Özellikle de bu yaklaşımın yoğunluğu mistikleştirilemediğinde ve müdahale en önemli çelişki noktasında gerçekleştiğinde. Emek piyasasını bölmek, bölümlemek ve hiyerarşileştirmek için girişimde bulunmak (üretken emeğin kendini genelleştirdiği ve “küçük dolaşım”ın kendisini bağımsızlaştırdığı, yeniden üretimin kendini değerli kılmaya dönüşme arayışında olduğu tam da bu düzeyde) bu somut gerçeklik karşısında böylesi bir girişimde bulunmak şiddeti ve mistikleştirmeyi zorunlu kılar. Çünkü burada tarif ettiğimiz sürecin iki ucu birleşir: bir yanda proleter kendini değerli kılma süreçlerinin birleşik maddi temeli ve öte yandan mücadelelerin yapıbozumuna uğrattığı devlet iktidarının aktif ve baskıcı figürü.
Bu temel nokta üzerine düşünmek ve söylediklerimizin proleter kendini değerli kılmanın teorileştirilmesine ilişkin sonuçlarını vurgulamak için biraz durabiliriz. Şimdi, iki öğe doğrudan açıktır. Birincisi, bu noktada ekonomik kimliği içinde, ücret artık bağımsız bir değişken değildir. Tamamen iktidar dinamiğine, devletin politik otonomisinin bütün bir çerçevesine tabi kılınmıştır. Ücret, proletarya birliğinin toplumsal düzeyde bastırılmasının karşıtı bir süreç içinde komuta hiyerarşisine indirgenir. Bu bizi ikinci sonuca götürür. İşçi sınıfı ve proletarya mücadelesinin merkezi, ücretin genel yönlerinin proletaryanın birliğinin yeniden üretiminin, kendini değerli kılmasının bir maliyet olarak tanınmasına dayanır. Her iki cepheden de sorun politiktir, “politik” teriminin anlamlarının benzer olmadığı açık olsa bile. Çünkü burada birbirine karşıt, tamamen ve kesinlikle antagonist anlamlarla uğraşıyoruz. Sermaye açısından politika bölme ve hiyerarşidir, proletarya açısından ise birlik ve eşitlik; sermaye için politika emeğin tabi kılınması anlamına gelirken proletarya için kendini değerli kılma sürecini ifade eder; devlet için üretim ve yeniden üretim süreçlerinin eşzamanlılığı anlamına gelirken proletarya için kendi yeniden üretim süreçlerinin bağımsızlığını, asimetrisini ve süreksizliğini geliştirmek anlamına gelir.
Dolayısıyla bu noktada (antagonist sermaye ilişkisinin eksen noktası olarak) ücret sorununa başka bir açıdan bakılmalıdır. Kendini değerli kılma sürecinden çıkan ve sermayenin yapıbozumuna uğramış ve idealize edilmiş bir biçimde deneyimlediği bu ayrılma mantığı uzlaşmaya hiç yer bırakmaz. Öyleyse sınıf mücadelesinin gelişimine karşı gelişen kapitalist tepkinin her şeyden önce kamu harcamaları alanında, yani işçi mücadelelerinin baskısının ücretler meselesini, kendini değerli kılma projesinin temel uğraklarına uyarlayarak güçlü ve etkili bir şekilde yeniden şekillendirdiği alanda ortaya çıkması tesadüf değildir. Kamu harcamaları üzerindeki mücadelede, kapitalist hiyerarşileştirme, devlet iktidarı tarafından dağıtılan farklılaşan gelirler, sendikaların korporatif mistifikasyonları; kendini değerli kılma sürecinin temeli olarak üretken toplumsal emeğin birliği giderek artarken yoğun bir saldırıyla karşı karşıya kalır. Bu gerçekten “üretim için bir mücadele”ydi! Bu, işçi sınıfına sendikaların ve devlet iktidarının güçlerinin ona dayatmak istediği, devlet gelir mekanizmalarının ve devlet asalaklığının dışında ve karşısında kendi üretkenliğinin onurunu yeniden kazanma olanağı verdi. Bu, işçi sınıfına kendi üretken birliği için maddi bir temel bulma, sömürüye kendini değerli kılmayla karşı çıkma olanağı verdi.
Kamu harcamaları ve ücretler devrimcilerin analizlerinde, teori ve pratiklerinde sürekli olarak geri dönmek zorunda kalacağı konulardır. Çünkü sınıf mücadelesinin döngüselliğinin süreksizliği durumunda, kamu harcamaları sorunu gelecek yıllarda, kabaca tanımlanmış haliyle ücretin geçmiş yıllarda sahip olduğuyla eşit bir öneme sahip olacaktır. Ancak burada açık olmalıyız; hareketin süreksizliğinde, bir kez daha, kavramlar arasında ne bir benzerliğe ne de eşitlemeye müsaade edilemez. Başka bir deyişle, kamu harcamalarındaki kesintilere karşı mücadele teması yalnızca ücret mücadelesi temasının bir uzantısı ya da tamamlanması demek değildir. Kamu harcamaları sorunu toplumsal ücret sorunu değildir. Daha ziyade, toplumsal emeğin, toplumsal emeğin bütününün birliğinin bugün emeğin üretkenliğinin olanaklı tek tanımını oluşturduğunun tanınması ve bunun dayatılmasıdır. Sermayenin karşılığını ödemek zorunda olduğu temel budur. Niteliğine, eklemlenmelerine ve belirli doğasına bakarak bunun karşılığını ödemek zorundadır. İşçi sınıfının kendini değerli kılmasının bağımsızlığını tanımak zorundadır.
Ancak gördüğümüz gibi böyle olmadı. Aksine tersi oldu, sermeyenin bütün ilgisi farklılaşan gelirlerin işleyişine (yeniden yapılanmasına) ve bunun politik temelinin mutlak olarak sağlamlaştırılmasına (istikrarlaştırma) yöneldi. Şimdi gelir olarak kazanç mekanizması yok edilmelidir; kamu harcamaları kesintilerine karşı mücadele komuta mekanizmalarına ve gelirin belirlenmesine karşı doğrudan saldıran ve bunları yıkan bir mücadeledir. Bu mekanizmaları, kamu harcamalarını niceliksel olarak, yeniden üretim üzerindeki komutanın sürdürülmesiyle bağdaştırılamayacak bir noktaya kadar yükselterek ve fırsatlar arasında göreli bir tercihi niteliksel olarak engelleyerek yıkar. Ancak bu yetmez. Doğrudan eylem ihtiyacı sorusu baki kalır. Bazı işçi grupları, işçi sınıfının bazı kesimleri ücret boyutuna, bunun mistikleştirilmiş koşullarına bağlı kalmayı sürdürüyor. Başka bir deyişle bu politik gelirle geçiniyor. Ancak bu politik gelirle geçimlerini sürdürdükleri sürece (büyük fabrikalarda çalışanlar bile) proleter artı değerden çalmış ve ona el koymuş oluyorlar; toplumsal emek dolandırıcılığına patronlarıyla aynı şekilde katılmış oluyorlar. Bu pozisyonlarla ve özellikle de bunları teşvik eden sendika pratiklerine karşı gerekirse şiddetle savaşılacaktır. İşsizlerin, maaş gelirine sahip olanların kibirliliğini ortadan kaldırmak için büyük bir fabrikaya yürümesi ilk defa gerçekleşmiş olmayacaktır (Wal Hannington’un Unemployed Struggle kitabındaki anlatımlara bakınız). İngiltere’de 1920’lerde işsizlerin haklı bir şekilde yaptıkları şey buydu.
Ancak sorun artık sadece işsizlerle ilgili değildir. Burada, toplumsal değer üretiminde, sermayenin birliklerini yıkmak için harekete geçirdiği işleyişe razı olamayan ve bunu reddeden bütün kahramanlarla ilgileniyoruz. Büyük fabrika işçilerinin mücadele hattına geri getirilmesi gerekiyor. Bu çok önemlidir. Proletaryanın, toplumsal olarak üretken emek gücünün toplumsal çoğunluğu, birlik temasını ve pratiğini büyük fabrika işçilerinin tekrar gündemine sokarak zorlayabilmelidir. Büyük fabrikaların kitle öncüleri, büyük fabrikalarda sendikalar tarafından pohpohlanan ve sürdürülen mavi gözlü erkek sendromunu ortadan kaldırmak için proleter hareketle birlikte mücadele etmelidir. Bu çok önemlidir. Burada aslında sermayenin rantiye mantığının anlamsızlığını ve bütün aygıtlarını reddeden ve ortadan kaldırması gereken, işçi sınıfının kendini değerli kılması –canlı ve etkin- projesiyle uğraşıyoruz.
Şimdi bu noktada uğultusunu duymakta olduğum şu çakal sorulara yanıt vermeliyim. Mirafiori işçisinin sömürülmediğini söylemiyorum (çakallarla polemik yapmak için bu kadar ileri gitmek zorundasınız!). “Mirafiori Partisi”nin bugün proleter çoğunluğun siyaseti olması gerektiğini ve sadece fabrikadaki zorunlu mücadeleyle sınırlandırılmış ve proletaryanın daha geniş çoğunluğuyla bağı olmayan herhangi bir pozisyonun kaybetmeye mahkum olduğunu söylüyorum. Fabrika mücadelesi proletaryanın geniş çoğunluğu içinde hayat bulmalı.
Ücretin proleter mücadelenin sürekliliği içindeki ayrıcalıklı konumu bugün kamu harcamaları kesintileri mücadelesine doğru genişlemeli. Ancak bu mücadele proletaryanın kendini tam anlamıyla tanımasına olanak verebilir, kendini değerli kılmanın temelini sağlamlaştırabilir ve gelire dayalı kazanç teorisine ve pratiğine doğrudan saldırabilir. Öte yandan iktidar hiyerarşisine göre tanımlanan, kapitalist politik gelir pratiği tamamen kırılgandır, çünkü politik olması anlamında tamamen idealdir. Burada artık sorun gelire dayalı kazanç değil, bunun politik temelidir. Artık bu “mutlak” temelin kendisi idealdir, bu noktada kapitalist gelişmenin bütün bir işleyişine karşı tehdit, değer yasasının krizini tescil ettiği oranda açık hale gelir. Öyleyse bu bir sınırdır ve bu yüzden de sömürü sisteminin tamamen mistikleştirilmesinden başka bir şey değildir. Marx Ricardo’nun mutlak rant teorisini eleştirirken yine de bu eğilimin yok olması gerektiğini kabul eder. Ricardo’nun farklılaşan rant konusundaki abartılı tahmini bu bağlamda olası hale gelir. Ancak zaten mutlak rant uğraklarının varlığının kapitalist üretim tarzının bütünlüklü tahakkümüne olanak verdiği bir durum içindeyiz. Fakat gelir olarak kazancın yeniden ortaya çıkmasın hiçbir maddi temeli yoktur. Bu bir fantezidir. Gelir olarak kazanç devleti iki mistifikasyon üretir. Birincisi, farklılaşan geliri ve bunun mekanizmalarını (daha önce söylemiş olduğumuz gibi canlı emek üzerinde komuta biçimine dönüşmüş olan) değer yasasının genel ortaya çıkışıyla birleştiren mistifikasyondur. İkincisi ise iktidarın kaynağı düzeyinde kazancın mutlak doğasını kendi temel koşulu olarak görmek ister. Ancak bu da şimdi olduğu gibi salt ve basit bir mistifikasyondur. Burada gördüğümüz şey değer yasasının gelişim dönemine bağlı tarihsel bir zorunluluğun ifadesi değil, sadece mistikleştirmenin, aksi takdirde tahakküm altına almanın olanaksız olduğu proleter dünyaya yasasının zorla yeniden dayatılmasının uç sınırının bir ifadesidir. Aynı zamanda bu proleter hareket, iktidar kavramının aşırı biçimde çözülüşünü temsil eder. Ve artık Lenin ve Max Weber arasındaki bağ üzerine atılan tiradlar yetti! Burada, Lenin’in düşüncesinde olduğu gibi düşünce ve pratik iki karşıt yönde ilerler. İşçi sınıfının özgürlüğü ve bürokratik kayıtsızlık iki kutupsal karşıtlıktır, birincisi rasyonel, ikincisi irrasyonel; birincisi mücadele iken ikincisi iktidar olarak gelirin salt biçimselleştirilmesidir.
Dolayısıyla komutanın kayıtsızlığı mutlak temelleri politik otoritede bulunan ve farklılaşması ise hiyerarşi sistemi içinde yatan gelir olarak kazanca dayalı bir tür politik pratik içinde tanımlanır. Bu durum, başka tarihsel dönemlerde “öteki” işçi hareketleri tarafından yürütülen ücret mücadeleleri deneyiminden radikal biçimde farklılaşan bir ücret sistemi anlayışını (gerçekliğini) doğurur. Bugün aslında ücret mücadelesi dolaysız olarak politik, genel ve eşitlikçi olmak zorundadır. Bunun üzerinde hareket edeceği temel alan kamu harcaması, proletaryanın bütün yeniden üretiminin değerli kılınması alanıdır. Bu alan fabrikadaki işçilerle birlikte yeniden kurulmalıdır, bu mücadele proletaryanın alanını yeniden birleştirmelidir. Ve birleştirebilir de. Başka bir alternatif yoktur ya da varsa da bunun anlamı teslimiyeti kabul etmek, yapıbozumun girdabına sürüklenmek, kendimizi yıkıma kaptırmaktır.
 
Beşinci Bölüm ve Nietzsche Parlamentoya Gitti
Şimdi bir kez daha, izlemek istediğimiz tek nokta kendini değerli kılma ve yapıbozum arasındaki ilişkidir. Reformizm temel olarak bu ilişkiyi inkar eder ve kendini değerli kılmanın yapıbozumla değil, yapılanmayla bağdaştığını iddia eder. Reformizm açısından değerlenme tek anlamlıdır, sadece kapitalist değerlenme söz konusudur. Sorun buna nasıl komuta edileceğidir. Bunun dışındaki her şey ütopiktir. Avrokomünizm kendisini gelişmiş işçi sınıfını temsil edebilecek bir aday olarak, proleter kendini değerli kılma süreciyle sermayenin yeniden yapılanması arasındaki dolayımı sağlayan bir parti olarak öne sürer. Avrokomünizm yeniden yapılanmanın partisidir, proleter kendini değerli kılma ile sermayenin değerlenmesi arasındaki sentezin partisidir. Burjuvazinin fırlattığı demokrasi bayraklarını düştüğü çamurdan çıkartarak Avrokomünizm bugün sermayenin yapıbozumuna uğrattığı ekonomik gelişmenin bayraklarını yeniden toparlamaya koyuluyor. Dolayısıyla iktidar üzerine herhangi bir tartışma sadece yeniden yapılanmanın kısır döngüsüne dayanır ve bunun içinde örgütlenir. Ve Avrokomünizmin amaçları açısından, kapitalist üretim tarzının bilinçli olarak bütün bir topluma yayılması ve bunun (sosyalist) devlet yönetimi çok daha açıktır.
Amacımız bu projenin berbat ve mide bulandırıcı olduğunu göstermek değildir, aslında gerçekçi değil, mistikleştirilmiş olduğu için bu projenin olanaksız ve istenmeyen bir şey olduğunu gösterebileceğimize inanıyoruz. Giderek daha da toplumsallaşmasıyla, işçi sınıfının bu projeye antagonist bir tarzda ilerlemekte olduğunun gösterilebileceğini düşünüyoruz. Savaş başlamıştır ve bu doğru ile yanlış arasında bir savaştır. Son olarak, bu çizgide ilerlediği oranda Avrokomünizmin kapitalist gelişime hiçbir alternatif sunmadığının, daha ziyade sınıfın sermayeye, sermayenin devlet biçiminin kırılgan ve geçici bir unsuruna felakete götürecek biçimde tabi kılınmasını temsil ettiğinin gösterilebileceğine inanıyoruz.
Öyleyse kendini değerli kılma ve yeniden yapılanma. Gerçekte bu iki kavramın bağdaşır olup olmadığına karar vermek olgusal bir sorun değildir. Avrokomünizm, kendini değerli kılma sürecinin ampirik koşullarını inkar ettiği için değil, işçi sınıfının ve proletaryanın doğasını, bu değerli kılmanın radikal antagonist potansiyelini ve politik geçerliliğini inkar ettiği için Marksizm açısından yenilikçidir.
Birincisi, işçi sınıfı ve proletaryanın doğası. Avrokomünizm kendini değerli kılma değil, hegemonya kavramını kullanır. Bu kavram, işçi sınıfı mücadelelerinin aşağıdan toplumsallaşma süreçlerinin sınıfın “sivil toplum” içinde çözündürülmesi çizgisi içinde okunmasına neden olur. Marksist bir sınıf terminolojisinin yerine Hegelci ve popülist bir terminoloji konur. Bu çerçeve içinde işleyerek Avrokomünizm odağı sınıf mücadelesi ve yeniden üretim süreci içindeki antagonizmadan, kriz içinde sınıfın yeniden bileşiminin alanından genel olarak kavranan “topluma” ve kurumsal iktidar alanı olarak görülen “politikaya” kaydırır. Kendini değerli kılma alanı bu yolla sınıf içeriğinden arındırılır. Avrokomünizm açısından bu alan, sadece toplumsal bütünlüğün yeniden yapılanması açısından anlamlı olan marjinal bir “cephe alanı” haline gelir.
İkinci olarak; işçi sınıfının kendini değerli kılma süreçlerinin radikal ve antagonist potansiyelinin inkarı ilk olumsuzlamanın dinamik sonucudur. Bir kere geçici olarak ortaya çıkan bir olgu olarak görüldüğünde dinamik olarak sadece toplumsal bütünlük içinde bastırılmasıyla ifade edilebilir. Bu, sermaye toplumu tarafından belirlenmiş bir bütünlüktür. Dolayısıyla Avrokomünizme göre bir antagonizmayla değil, koşullarının çözümü güçler dengesi ve genel çıkar içindeki nispi uyumluluklarla sağlanabilecek olan, sınıflar arası organik ve işlevsel bir diyalektikle uğraşıyoruz. Ve genel çıkar da kapitalizmin gelişimidir.
Ve son olarak işçi sınıfının kendini değerli kılmasının politik geçerliliği, ancak gelişimin bütünselliği projesi içindeki işlevleri ayırt edebilecek genel ve dışsal bir işlev tarafından yeniden tesis edilebilir. İşçi sınıfının ve proletaryanın kendini değerli kılmasına doğrudan politik bir geçerlilik atfedilemez, özellikle de “üretim alanı”nın fenomonolojisinin aşırı uçlarında yorumlandığı için. Onun hareketleri bir genellik içermez, ayrıklığının toplum yoluyla, toplum içinde ve toplumla birlikte politik olarak dolayımlanması gerekir ve çıkarının özgünlüğü sermayenin gelişiminin genelliğine eklemlenmelidir.
Şimdi olumsuzlamadan olumlamaya. Avrokomünistler bir ek ve sonuç olarak, kapitalist gelişme mekanizması içinde proletaryanın kendini değerli kılmasının biçimsel koşullarının ancak yeniden yapılanmayla sağlanabileceğini iddia eder. Yeniden yapılanma kapitalist gelişmenin mantığını yeniden örgütler ve bunu proletaryanın ihtiyaçlarına göre yapılandırır. Dolayısıyla genelden özele doğru gider ve ancak bu yönde ilerleyerek “toplumun” kenarlarındaki proletaryanın ortaya çıkmakta olan hareketlerine anlam verebilir. Proletaryanın özgül çıkarlarının ekonomik açıdan (elbette farklı bir tarzda, gelişimle organik ve uyumlu bir tarzda) karşılanabilmesinin tek yolu yeniden yapılanma işlevinin merkeziliğine giden yolda ortaya çıkan özgül çıkarların nazik ve antagonist noktalarını yok etmektir. İşçi sınıfının toplumsal beyni –reformistler şöyle devam eder- yeniden yapılanma sürecinin merkezini oluşturur. Güdüsünün ekonomizmini olumsuzlar ve bunlara politik bir yön verir; politik yönü olumsuzlar ve bunu sermayeyi yönetecek bir güce dönüştürür. Daha yenilenmiş versiyonlarında, (Cacciari ve İtalyan Komünist Partisi’ndeki diğer kişiler) kendini değerli kılmanın sınıfsal mekanizması karşısında yeniden yapılanmanın politik işlevlerinin merkeziliğine yapılan vurgu, özcülüğün aşırı uç bir biçimini alır. Burjuva geleneğinin işlevsel biçimciliği (Weber, Nietzsche) diriltilir ve işçilerin politik gücünün salt bir otonomisine dönüştürülür.
Teorisini bu açılardan yorumlarken Avrokomünizme adil davrandığımı düşünüyorum. Gerçekte işleyiş o kadar açıktır ki polemiğe batmanın hiç anlamı yok. Ve aslında çoğu zaman gösterildiği gibi, bu kavrayışın yol açtığı Marksizmi temelinden etme olgusu bir yana, hareketin gerçekliğinin kendisi bunun yanlış olduğunu göstermiştir. Kendini değerli kılma derken işçi sınıfının, kapitalist birikim ve gelişim mekanizmalarına karşıt olarak, gücü ve zenginliği kendinin kılarak alternatif bir üretim ve yeniden üretim alanını harekete geçirdiğini anlatmak istiyoruz.
Proleter kendini değerli kılma sürecinin üretimin toplumsallaşmasının, (gittikçe kapitalist yeniden üretim mekanizmasına içerilen) metaların dolaşımının alanının bütününü kuşattığı bir noktadayız. Kısacası, (üretken emek kavramına içsel temel dönüşümlere eğilim eden) değerlenme süreçlerinin aşırı derecede yaygınlaşmasıyla karşı karşıyayız. Bu noktada kendini değerli kılma sürecinin dışında antagonist ya da “genelleştirici” bir politik işlev biçmek (partiye işçi sınıfının “beyni” işlevini yüklemek, her nasıl anlaşılıyorsa “politik olanın bağımsızlığı”na böylesi bir işlev atfetmek) giderek daha da olanaksız hale geliyor. Elbette, işçi sınıfının toplumsallaşmasına uygun olarak, kapitalist toplumun sürekli olarak yeniden yapılandığı doğrudur: altyapı, hizmetler, eğitim, konut politikaları, refah politikaları vs. kendini değerli kılma süreçlerine ilişkin bağlamı çoğaltır ve çok daha genişletir. Ancak bu süreç kesinlikle bu kendini değerli kılmanın niteliklerini ortaya çıkarır. Aslında kendi içinde –genişlediği oranda giderek daha fazla olmak üzere- işçi sınıfının gücünün antagonist niteliklerini yeniden üretir. İşçi sınıfı mücadelesi toplumun yeniden örgütlenmesini ve kapitalist bir yeniden yapılanmayı zorlar. Bu yeniden yapılanma mücadelelerin dayatmış olduğu ihtiyaçlar dizisini karşılayabileceğini göstermek zorundadır. Reformları belirleyen, mücadelelerin niteliği ve niceliğidir. Ancak bunlar yine de kapitalist reformlardır ve işçi sınıfı mücadelelerinin bunlar üzerindeki etkisi doğrudan ikili bir etkidir. Bu yeniden yapılanmış sistem içinde mücadeleyi yeniden açar ve –mücadelenin sonraki genişlemesi ve genelleşmesi yoluyla- bu düzeydeki, genişlemenin bu düzeyindeki kapitalist komutayı yapıbozumuna uğratır. İşçi sınıfının kendini değerli kılması, yeniden yapılanma içinde bir süreklilik olanağı görmez, yeniden yapılanma içinde kendi asgari gücünün bir etkisini, kendi saldırı olanaklarının arttığını ve sermayenin bir bütün olarak yapıbozumuna uğratabilme gücünü görür. Öyleyse ister kurumsal açıdan isterse ekonomik yeniden yapılanma açısından, bu düzeyde hiçbir dolayım mümkün değildir. Bu açıdan bakıldığında Avrokomünizm, canlı bir yalandır, kendini değerli kılma süreçlerinin içinde -verili olmayan- bir süreklilik iddiasında bulunur ve sonuç olarak kendini değerli kılmanın etkin hareketini, bu hareketin fiili biçimde bir yapıbozum potansiyeli olarak ifade ettiği yönlerle ilişkili olarak mistikleştirmek ve buna karşı mücadele etmek zorunda kalır.
Avrokomünizm içindeki, kendini değerli kılma süreçlerinin doğru bir kurumsal dolayımını sağlamak iddiasında olan duruşların sonunda kendilerinin de dolayım yanılsamasıyla alt üst olmaları hiç tesadüf değildir. Fabrika mücadelelerinden reformlar için mücadeleye, sonra da reformlar için mücadeleden kapitalist inisiyatifi, devleti yeniden yapılandırma kampanyasına. Bu zorunlu bir süreklilik miydi? Sadece mistifikasyona giden yolda bir adım olarak! Aslında, kısa bir süre sonra, bu parlak kışkırtmaların fabrikaya geri döndüğünü görürüz, zorunluluktan dolayı “mücadelelerden devlete” doğru giden süreklilik tersine çevrilir. Devletin mantığının içinden konuşuyorlardı ve işçilerin fabrika mücadelesinin ve reformlar için mücadelelerin antagonist içeriği bütün olarak devlete tabi kılınmıştı. Kendini değerli kılma süreçleri artık kapitalist devletin “işlevleri” olarak görülmeye başlandı.
Şimdi işçi sınıfının bakış açısına bakalım (il punto di vista operaio). Bu bakış açısı fabrikadan topluma genişler ve yayılır, sermayeyi üretken toplumsal emeğin örgütlenmesine zorlar, bu alanda sürekli ve giderek daha da etkili bir mücadeleyi yeniden açar. İşçi sınıfı kendisini toplumsal olarak değerli kılarak, giderek sermayeyi yapıbozumuna uğratır, çünkü sermaye giderek toplum üzerindeki doğrudan komutasını genişletmeye zorlanır. Bu çerçeve içinde, reformizm ve Avrokomünizm eylemi kapitalizmin devlet biçiminin bir unsurudur, ancak tabi ve basmakalıp bir biçimde. Kendini değerli kılma mantığının kapitalist yeniden yapılanma içinde hakim hale gelmesini güvence altına almakta başarısızdır, aslında başaramaz da. Yeniden bir bileşime sokulamayan, istikrarı bozulmuş ve yapıbozumuna uğramış bir rasyonaliteye mahkum olur. İktidarın kayıtsızlığıyla, birliğinin aşkın doğasıyla kuşatılır. Keynesçi devlette reformizm pratiğine uygun düşen pazarlık temposu, politik gelir dağılımının yeni süreci içinde çözülür. Bu bağlamda, reformizmin bugün tek itibarı, devlet biçiminin tabi kılınmış bir ifadesi olarak korporatizm biçimini alır. Bu tabiiyetin tek telafisi; mücadelenin bastırılması, işçi sınıfının ve proletaryanın kendini değerli kılmasının yıldırılarak sindirilmesi yolunu izleyen bir politik iradeye ya da yeteneğe duyulan inancın mistikleştirilmiş sahtekarlığıdır. Ancak ne pahasına! Almanya’dan çıkan tarihsel ders bir kez daha gösterilmiş olur.
Öyleyse Nietzsche’nin parlamentoda bulunuşuna sevinilebilir. Bu öylesine bir durumdur ki mistikleştirme konusundaki her başarısızlık işçi sınıfı için bir kazanımdır. İşçi sınıfının kendini değerli kılmasının çoşkunluğu ve gücü karşısında, geç kapitalizmin devlet biçimini belirleyen koalisyonlar zorunlu olarak işçi sınıfının antagonizmasına teslim oluyorlar. Yarım yüzyıldır –ve kesinlikle Rooseveltçi devrimden itibaren- oligopoller, sendikalar ve “orta sınıflar” devlet biçiminin çerçevesine egemen olarak bütün bir Batı dünyasında bunun anayasal temellerini belirledi. İşçi sınıfı, artık saf ve basit biçimde kendinin kılmaya, bir güç olgusuna ve düşmanın yapıbozumuna dönüşmüş olan kamu harcamalarına sürekli olarak yatırım yapılmasını dayatarak kendisini bu kurumlardan kurtarıyor. Buna verilen kapitalist yanıt ise yatırım yapmama ve sınıfla karşı karşıya gelmekten kaçmaktır. Bu durumda kâr oranının düşmesine karşı bir alternatif yoktur, hangi yol izlenirse izlensin –ister istihdamın savunulması ve sağlanması isterse kamu harcamaları yolu- kâr oranı düşüyor (bkz. W.Nordhaus, “The Falling Share of Profits”, [Azalan Kâr Payları] Brooking Papers on Economic Activity, No.1, 1974).
Reformizm ve Avrokomünizmin geriye kalan onurunun tek temelini oluşturan, kendini değerli kılmanın yeniden yapılanmayla olan ilişkisinin dolayısıyla hiçbir bakış açısından itibarı kalmamıştır. Ne işçi sınıfı ne de kapitalizm açısından. Her iki noktadan da ilişki antagonist görünür. Ancak iktidar mistifikasyonun etkili olabileceğini fark ettiği için hâlâ devlet biçiminin bir parçası olabilir. Devlete bu reformist katılım hangi noktaya kadar istikrarlı bir şekilde devam edebilir? İşlevinin bir bütün olarak tabi kılındığı andan itibaren bu nokta, sınıflar arasında iktidar sorunu üzerinde yaşanan mücadelelerle belirlenecektir. Şu an reformizm ve Avrokomünizm sermayenin devlet biçiminin çerçevesi içinde açık seçik olmayan ve tabi bir rol oynuyor. Varoluşlarının nitelikleri ise korporatizm ve asalaklık biçimini alıyor.
 
Antonio Negri, Capitalist Domination and Working Class Sabotage, http://www.geocities.com/cordobakaf/negri_sabotage.html, 1977.

Antonio Negri

Çeviren: Sinem Özer

*Conatus dergisinin 5. sayısında yayımlanmıştır.



bottom of page