top of page

*Kapitalist Küreselleşmenin Devleti

  • Yazarın fotoğrafı: otonomdergi
    otonomdergi
  • 14 Kas 2023
  • 19 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 9 Ara 2023

1. Çıplak Kalmış Devlet
Küresel durumu devletin bakış açısından tanımlamanın mümkün olduğunu iddia etmek, neredeyse bir paradoks veya belki de sadece bir anakronizm gibi görünür. Akışlar ve uzantılar, ulusötesi şirketler, göç hareketleri, finansallaşma, arz zincirleri, Dünya Bankası’nın, IMF’nin ve DTÖ’nün oluşturduğu “şeytan üçgeni”… Bunların hepsi, küresel olanın analizlerinde en sık gönderme yapılan aktörler, süreçler ve kurumlardır. Çoğunlukla, bir şekilde devlet iktidarını ve sınırlarını aşan veya onun yerini alan işlemlere ve dinamiklere vurgu yapılmaktadır. Devletin zayıfladığına dair argümanların artık tahmin edilebilir ve aşırı tanıdık hale gelmiş olması genellikle bundandır. Özellikle küreselleşmenin altın çağı denilen ilk döneminde, yani 1990’larda, bu bakış açıları öylesine yaygındı ki bu derhal şu karşıt ve tepkisel argümanın doğmasına yol açtı: Devlet, küresel politik manzaraya hâkim olmaya devam etmektedir ve onun zayıfladığına dair iddialar hem abartılı hem de yanlıştır. 21. yüzyılın ilk on yılında artan güvenlik kaygılarıyla birlikte bu argüman, özellikle de, küreselleşme tartışmalarının kanıtlanmış gerçek gelişmelere dayanmaktan ziyade söylemsel ve retorik kaldığını düşünen akademisyenler ve politik aktörler arasında ilgi gördü. Neyse ki bugün elimizde, küreselleşmenin devleti içeriden nasıl değiştirdiğine ve küreselleşmeyi teşvik etmede devletlerin (bazıları diğerlerinden daha büyük olmak üzere) nasıl bir rol oynadığına dair çok daha karmaşık açıklamalar mevcut.[ii] Bu argümanlara katılmakla birlikte, bu makaledeki amacımız farklı. Burada, devletin zayıfladığına ya da gücünü koruduğuna dair tartışmaların ötesine geçerek, tam da kapitalist küreselleşme içinde devletin değişen konumuna dair argümanlara şimdiye kadar yön vermiş olan temel devlet modelini eleştirel olarak sorguluyoruz.
Argümanımız, son kapitalist geçiş, yeniden yapılanma ve bozulma dalgaları içinde devletin geçirdiği dönüşümlere ilişkin olarak yürütülen kapsamlı tartışmayla hem diyalog içinde hem de buna cevaben ilerliyor. Bu tartışmanın kalbinde yatan, tam da devletin birliği meselesidir. Yönetişim ve devletin yönetimselleştirilmesine dair argümanların öne çıkışı, kurumsal sistemin ve devletin politik bedeninin birliğini sorgulayarak devletin ve işlevlerinin çözülüşünü vurgulayan yaygın bir yaklaşımın ifadelerinden biridir. Bu yaklaşımların tersi yönünde, devletin birliğini sorgusuz sualsiz kabul eden, ama bir yandan da klasik devlet egemenliği anlatısının hem altında yatan hem de onun altını oyan güçlü ve az çok kalıcı istisna hallerine işaret etmeye yönelen, aynı derecede hâkim bir argüman dizisi de ortaya çıkmıştır. Bu argüman hatları, genellikle karşıt olsalar da ve bir sürü polemiğe ve uzlaşmaya yol açmış olsalar da, biz bunları daha ziyade suç ortakları olarak görüyoruz. İlk argüman hattı, devletin güçlerinin budandığını ve ekonomik ve politik yönetim biçimleri arasındaki sınırı muğlaklaştıran yeni politik, hukuki ve teritoryal asamblajların ortaya çıktığını vurgularken, ikincisi bu yaklaşımın kör noktalarını aydınlatır. Border as Method[iii] (Metot olarak Sınır) adlı kitabımızda, hem yönetimselleşme süreçlerinin belirginliğini hem de egemenliğin devletin ötesine geçen başkalaşımlarını kavrayabilmek için, egemen yönetimsellik makinesi kavramını geliştirmiştik. Devletin, merkezsiz egemenlik biçimlerini ve karma kuruluşu vurgulayan emperyal küreselleşme anlayışları içinde kavramsallaştırılması, devlet ve sermaye arasındaki değişen ilişkilere dair tartışmalarda önemli bir ilerleme sağlamıştır.[iv] Bu çerçeve, mevcut küresel çıkmazın eleştirel analizi için ön açıcı olmaya devam etse de, savaş, kriz ve kalıcı kargaşalarla belirginleşen bu başkalaşmış manzarada devletin rolünün yeniden değerlendirilmesine ihtiyaç var.
Bu istikrarsız küresel durum, tek taraflı ve çok taraflı uluslararası ilişkilerin klasik çerçevesi içinde tümüyle kavranamaz. Egemenlik alanının değişen statüsü ve bunun toprak temelli hukuki rejimlerle ilişkisi, yetki sınırları meselelerini içinden çıkılmaz hale getirmekte ve anayasal düzenlemeleri devletin idari ve coğrafi sınırlarının bir hayli ötesine doğru itmektedir. Sermayenin küresel dinamiklerini vurgulayan bir bakış açısından bakıldığında, ortaya çıkan etkiler hiçbir şekilde tutarlı değildir. Süreğen finansallaşma süreçleri, düzenleme ölçeğini ve tekniklerini tek bir ulusal ekonominin ötesine geçecek şekilde değiştirmiştir. ABD temelli küreselleşme mimarisinin, özellikle de 2007-8 ekonomik krizinin ardından, dünya çapındaki kapitalist birikim ve parasallaşma döngüleri üzerindeki kontrolü zayıflamıştır. DTÖ çerçevesi içinde geliştirilen türden hırslı küresel planlar yerini, ABD’nin ekonomik gücünün projeksiyonuna dair daha ılımlı bölgesel ve deniz aşırı bakış açılarına bırakmıştır (Trans-Pasifik Ortaklığı veya Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı örnekleri düşünülebilir). Aynı zamanda, bu bakış açılarının karşısında yeni ekonomik ulusalcılıklar ortaya çıkmış ve küresel egemenliğe dair alternatif modeller ve yollar önermişlerdir. Çin’in Afrika’daki, Latin Amerika’daki, hatta Antarktika’daki faaliyetlerini düşünebiliriz. Bu farklı küresel yayılma modelleri içinde devletin mevcudiyeti açıkça ortadadır; hatta devlet piyasa ve politik parti gibi oluşumlarla belli yollardan ilişki içinde olmasına rağmen bu böyledir. Hindistan’dan Japonya’ya, Brezilya’dan Rusya’ya, Güney Afrika’dan Almanya’ya, bütün devletler ekonomik yayılma ve gelişmenin değişken geometrilerini biçimlendiren ve dayatan maddi yatırımlar yapmaktadır. Böylece devletler, nüfuslarla ve yönetişim stratejileriyle ilişkilerinin değişmekte olduğu değişken iktidar düzenlerine çoktan girmiş bulunmaktadır. Ayrıca, giderek finansın önceliği ve başka bir yerde sermayenin “değer sızdırma” işlemleri olarak tanımladığımız şeyle ayırt edilir hale gelen kapitalist bir birikim rejimini kabullenmeye zorlanmaktadırlar.[v] Mesele, sermayeyle yeniden görülen bu hesaplarda, bizzat devletlerin ne kadar değişmiş olduğudur.
Devletin yeni rolleri ve biçimleri üzerinde anlaşabilmek için, yerleşik olan politik ve aynı zamanda da ekonomik coğrafyaları altüst eden küresel ölçekli süreçleri ve dinamikleri dikkate almak zorunludur. Arrighi[vi] tarafından dikkatle analiz edilen ABD hegemonyasının krizi, bu dönüşümler için önemli bir yorumlayıcı arka plan sunar. Kalıcı savaş (Ortadoğu’da kolonyal ve post-kolonyal sınırların parçalanması, Ukrayna’nın bölünmesi ya da Afrika’da uzayıp giden geniş topraklar üzerindeki mücadelelerle birlikte), ABD’nin üstün askeri gücünün pek de istikrar sağlar görünmediği bu senaryonun önemli bir parçasıdır. Bu savaş-yoğun bölgelerde devlette ortaya çıkan oluşumlar ve çözülmeler, çok daha ayrıntılı bir incelemeyi hak ediyor. Ayrıca mevcut küresel çıkmaz, yaklaşmakta olan doğrusal bir hegemonik geçiş bakımından da açıklanamaz.
Dünya ölçeğinde ortaya çıkan iktidar manzarası, dağılmış ve çok-kutuplu ya da hatta “kutupsuz” bir modele bağlı kalmaktadır. Sermayenin en önemli güncel operasyonlarından bazıları (örneğin finans, lojistik ve değer sızdırma alanlarındaki) ileri derecede homojenlik gösterse de, bunların “ayaklarını yere basma” biçimleri son derece heterojendir. Sermayenin küresel operasyonları ile bunların özgün ve yere basan örnekleri arasındaki bağlantı, devletin günümüzdeki başkalaşımlarının analizi açısından önemli bir başlangıç noktası sağlar. Devletler bu bağlantıda önemli bir aktördür, ama bunun yönetiminde ve denetiminde bir tekel oluşturma iddiasında bulunabilecek bir durumda değildirler. Aksine kendi rollerini bir dizi muhtelif ajanla müzakere etmek ve herhangi bir devletin kontrolünü aşan heterojen hukuki talimatları, lojistik protokolleri, finansal algoritmaları ve parasal düzenlemeleri hesaba katmak zorundadırlar. Bu müzakereler ve hesaba katmalar, aynı zamanda, devlet içerisindeki yürütücü ve idari güç alanlarının hâkimiyeti ve yine devletin temsili yapılarının marjinalleşmesi yönündeki, çoktandır devam eden bir eğilimi de güçlendirir. Hatta bu durum, son on yıl içinde, “devletin [o meşhur] geri dönüşü”nün, değer sızdırma faaliyetlerinin yoğunlaşması ve küresel meta piyasasının dinamikleri sayesinde gerçekleştiği Latin Amerika’daki yeni “ilerlemeci” hükümetler gibi önemli deneyimlerde açıkça görülebilir.
Günümüz devleti özerk olmaktan uzaktır ve örneğin, yukarıda bahsedilen Latin Amerika’daki “devletin geri dönüşü” söylemi etrafında yaratılan basit iyimserliğe karşı koymak için, devletin eyleminin sınırlarını vurgulamak önemlidir. Dahası, küreselleşme sürecindeki devlet etrafında dönen pek çok eleştirel tartışmada gördüğümüz üzere, devlet işlevlerinin ve kapasitelerinin “negatif” anlamda budanmasına odaklanmanın da ötesine geçmek gerektiğine inanıyoruz. İster refah uygulamalarının kaldırılmasına, özel güvenlik aktörlerinin ortaya çıkışıyla birlikte devletin şiddet tekelinin istikrarsızlaşmasına odaklanılsın, isterse mülkiyet ve ekonomik faaliyet alanlarında devletin konumunu değiştirmiş olan çoklu ve yaygın özelleştirme tekniklerine odaklanılsın, hâkim eğilim, devleti devletten eksilen şeyle ilişkisi bağlamında kavramsallaştırmaktır. Yine ister bir ekonomik doktrin olarak isterse bir yönetim tekniği olarak anlaşılsın neoliberalizmin anaakım eleştirileri, bu eğilimi sadece daha da pekiştirmiştir. Biz ise, devletin ne olduğunu veya ne olması gerektiğini zaten bildiğimizi varsaymaksızın, devletin günümüzde ne yapıyor olduğuna dair daha “pozitif” (analitik anlamda pozitif) bir tanımlama öneriyoruz. Başka bir ifadeyle, bizim yaklaşımımız, normatif bir devlet kavrayışından, hem devletin sahip olduğu varsayılan, düzenleyici veya hukuki araçlarla emir verebilme kapasitesinin niteliksel olarak takdiri hem de devletin faaliyetlerinin, öznelerle ilişkisinin ve aslında tam da kuruluşunun yasal çerçevesi bakımından, farklıdır. Daha ziyade günümüz devletlerinin yaptıklarına odaklanmak, bu normatif varsayımlarla şekillenmiş olan geleneksel devlet teorisinin sınırlarının ötesine geçmemizi sağlıyor. Bu makalede daha sonra göstereceğimiz üzere, böyle varsayımlar, genellikle belirli coğrafi karşılıklarıyla ilişkilendirilmek suretiyle, modern devletin belirli bir tarihsel soybilimine dayandırılır. Standart bir devlet biçiminin ortaya çıkışıyla sınırlandırılması gerekmeyen alternatif tarihsel arşivlerin açılması, devlete dair hem kavramsal hem de ampirik temelli yaklaşımları, farklı referans ölçekleri ve çerçevelerini kat edecek şekilde değiştirebilmenin bir yolunu sunar. Bu yalnızca, geleneksel hukuki devlet teorileriyle ya da modern teritoryal devletin son derece etkili olan Weberyan ideal tipinin ele alınışının türlü biçimleriyle ilgili bir problem değildir. Farklı tarihsel soybilimler ve alternatif arşivler, bize, 1970’lerden beri gözler önüne serilmekte olan devletin krizine dair tartışmaları yeni ve üretken şekillerde çerçeveleme imkânı sağlar.
 
2. Çoklu Krizler, Çoklu Başlangıçlar
Devletin krizinden bahsetmek, bu iddia etrafında on dokuzuncu yüzyılın sonundan bu yana devam eden uzun bir tartışma olduğu için, hayli zordur. Uluslararası hukuk, içeride artan toplumsal çoğulculuk, emperyal karmaşıklık ve kapitalizmin örgütlenme süreçleri, tüm bunlar, devletin özerkliğinin ve mutlak egemen bir iktidarı uygulama kapasitesinin sorgulanmasına katkıda bulunmuştur. Yine de yirminci yüzyılın büyük kısmında devlet değişmeden kalmış ve savaşlar, ekonomik krizler ve büyüme, dekolonizasyon mücadeleleri ve toplumsal yaşamın yönetiminin genişlemesi boyunca, politik bir dünya aktörü olarak hâkim konumunu korumuştur. Bu hâkim konum, ancak 1960’ların sonu ve 1970’lerin başındaki çalkantılı toplumsal mücadeleler ve beklenmedik ekonomik değişimler sebebiyle bir sınamadan geçmiş ve bir meydan okumayla karşı karşıya kalmıştır. Özellikle Kuzey Atlantik ülkelerinde devletin mali krizine bir meşruiyet krizi eşlik etmiştir. Bu ikili kriz, devletin, en azından 1929’daki ekonomik şoklardan beri faaliyetlerinin kilit bir boyutunu oluşturan, emek gücünün yeniden üretimi ve toplumsallaşmasını düzenlemekte giderek zorlanmasında kendini belli eder. Kapital I’in işgünü başlıklı önemli bölümünde Marx, devletin bu işlevini zaten vurgulamıştı. Devlet, 1970’lerde düzenleyici işlevinin önünde giderek yükselen engellerle karşılaştıkça, emek gücünün toplumsallaşması, sermayenin de devletin de içeremediği özneleşme ve mücadele süreçleriyle sıkı sıkıya bağlantılı hale gelmiştir.
Wolfgang Streeck,[vii] 1970’lerde devletin krizine dair yürütülmekte olan ve Jürgen Habermas, Claus Offe ve James O’Connor gibi düşünürlerin de dâhil olduğu neo-Marksist tartışmanın önemini vurgulamıştır. Streeck, bu tartışmada, toplumsal iktidarın politik bir aktörü ve biçimi olarak sermaye tarafından benimsenen özgün stratejilerde bankacılık sisteminin ve finans piyasaların oynadığı rol üzerine derinlemesine düşünülmediğine dikkat çeker. Ama bu eksiklik, bu dönemde ortaya çıkan bütün eleştirel argüman hatları için geçerli değildir. Örneğin İtalyan işçicilik (operaismo) geleneği, 1971’de doların altından koparılmasının yeni bir dönemi başlatacak sonuçlarını kısa sürede görebilmiştir. Bu sonuçların başında gelen, yeni finansallaşma dalgası ve ölçeği, emek gücünün yeniden üretiminin koşullarını önemli ölçüde değiştirmiştir. Bu sonuçlar aynı zamanda, sermayenin farklı “kesimleri”nin çatışan çıkarlarına aracılık etme ve “toplam sermaye”yi (ya da sermayenin genel çıkarı ve genel yeniden üretim mantığı) temsil etme anlamında, devletin konumunu da stratejik olarak değiştirmiştir. Marx’ın Kapital’in ikinci ve üçüncü ciltlerinde geliştirdiği toplam sermaye kavramı, şeyleşmiş terimlerle anlaşılmamalıdır. Aksine bu kavram, istikrarsızlık ve belirsizlikle nitelenen bir güçler ve dinamikler alanına işaret eder. Friedrich Engels’in Anti-Dühring’te devlete getirdiği “ideal kolektif kapitalist” tanımlaması, ufku her zaman dünya piyasası olan “toplam sermaye”nin temsilinde devletin oynadığı önemli rolü çok iyi yakalar.[viii] İşçicilik geleneğinin 1970’lerde devlet üzerine yürüttüğü tartışma, emek gücünün yeniden üretimi ve toplumsallaşmasını (aynı zamanda sermayenin bu süreçler üzerindeki komutasının ifadesi anlamına da gelir) amaçlayan devlet faaliyetleri ile devletin “toplam sermaye”yi temsil etme çabası arasındaki stratejik bir bağlantı olarak, planlamanın krizine odaklanır.[ix] Bu tartışma, mücadelelere ve devletin krizinin altında yatan sınıf bileşiminin dönüşümlerine yapılan politik bir vurguyla ayırt edilmekle birlikte, hem ulusal hem de uluslararası düzeyde sermayenin tepkisel stratejilerine dair güçlü bir farkındalığı da içeriyordu. Dolayısıyla “planlamacı devlet”in krizine dair analiz, emek gücünün yeniden üretiminin ve “toplam sermaye”nin temsilinin şiddetle altüst oluşuna dair bir dizi gelişmeyi vurguluyordu; ki aslında bunlar, daha sonra neo-liberalizm ve küreselleşme tartışmalarında ele alınacak olan eğilimlerin birer öngörüsüydü.
Planlamacı devletin krizine dair bu anlatı hâlâ ufuk açıcı olsa da, küresel çağı başlatan politik ve ekonomik çalkantıyı ayırt eden şeyin sadece bir kopuş olmadığını kabul etmek gerekiyor. 1970’lerden beri devletin yüz yüze kaldığı krizin derinliğini ve genişliğini tam olarak anlamak için, analizin coğrafi kapsamını genişletmemiz ve sermaye alanlarıyla gerilimli bir şekilde iç içe bulunan politik alanları yeniden oluşturan derin heterojenleşme süreçlerini önümüze koymamız gerekiyor. Planlama, politik bağlama ve ekonomik koşullara bağlı olarak farklı şekillere bürünmesine rağmen, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde hâkim olan devlet biçiminin genel bir özelliğiydi. Gayet şematik ve soyut olarak ifade etmek gerekirse, o yıllarda hâkim hale gelen üç tür devlet tanımlamak mümkündür: demokratik refah devleti, sosyalist devlet ve kalkınmacı devlet. Bu kategorilerin, sömürgeciliğin çözülüşündeki çatışmalar ve çalkantıyla birlikte ortaya çıkan “üç dünyalı” politik ve ekonomik coğrafya modeline nasıl karşılık geldiği kolayca görülebilir. Bu devlet örneklerini dile getirirken, tipolojik analizin sınırlarının farkındayız, sadece bunların hepsini etkileyen üçlü krizle birlikte meydana gelen değişimleri değerlendirmeye hizmet edebilecek birtakım ana hatlar sunmaya çalışıyoruz. Küreselleşmenin demokratik refah devleti ile sosyalist devlet üzerindeki etkilerine dair tartışmalar bir hayli çoktur. Bizim buradaki amacımız açısından, Asya ve Afrika’da sömürgeciliğin sona ermesinin ardından gelişen devlet inşası süreçlerinden doğan veya endüstrileşmeyle, tartışmalı demokratikleşme süreçleriyle ve kalıcı bağımlılık koşullarıyla karşı karşıya kalmaları nedeniyle, Latin Amerika’da yeni biçimlere bürünen muazzam çeşitlilikteki politik rejimlere ve deneyimlere atfen dile getirdiğimiz kalkınmacı devlete odaklanmak bizim için çok daha ilginç. Bu kıtasal bağlamlarda, kalkınma koşullarını ve mücadelelerini modern devlet biçimiyle eşleştirmeye yönelik girişimleri ayırt eden sürtünmeleri ve çarpıklıkları gözlemlemek mümkündür. Kalkınmacı devletin krizini şekillendiren de bu serpintiler olmuştur. Bizim dikkatimizi celbeden şeyse, bu krizin, devletin küresel olarak öne çıkan çok daha genel özelliklerinin ve eğilimlerinin nasıl da bir habercisi olduğudur.
Kalkınmacı devlet, sömürgecilik karşıtı mücadelelerin içerilmesiyle ve devletin kalkınma yolundaki ilerleyişinin izlenebilmesine olanak veren teknik ölçüler ve standartlarla birlikte ortaya çıkan devlet biçiminin belli bir küreselleşmesine işaret etmekteydi. Böylece, kalkınmacı devlet, hem merkezi planlama ve devlet inşasının güçlü buyrukları hem de ekonomik yeniden yapılanma ve politik kayırmacılığın çok daha bölgesel ve uluslararası disiplinleri altında harekete geçirildi. Buradan bakıldığında, emek gücünün yeniden üretimi ve “toplam sermaye” bakımından devletin konumu meselesi oldukça farklı görünür. Basitçe söylersek, emek gücünü “özgür” ücretli emek normu uyarınca yeniden üretme girişimi, Fordist aile ücreti gibi teknolojilerle kolayca yönetilemeyen hane halkı koşulları ve cinsiyet rejimleri kadar, kayıt dışı, zorla çalıştırılan ve hareketli emek güçlerinin varlığı nedeniyle de son derece sınırlandırılmıştı. Ayrıca kalkınmacı devletlerde sözde ilksel birikim senaryosu, tarımsal emekten endüstriyel emeğe geçiş anlatısını kolayca izlemedi ve bu, standart yeniden üretim rejimlerine kolayca dâhil edilemeyen aşırı artı nüfuslar yarattı. Aynı zamanda “toplam sermaye” gerçekliği, emperyal ve yeni-sömürgeci görünümlere bürünerek, işbirlikçi sınıflar yarattı ve devletin müdahale ve müzakere güçlerini zayıflattı. Devletin bu şekilde konumlanması, kalkınmacı devletin, kurumsal ve bürokratik örgütlenmeye ve “belli bir toprak” üzerinde devletin “meşru fiziksel güç tekeli”[x] olma iddiasındaki başarısına vurgu yapan klasik Weberyan modern devlet tanımına referansla anlaşılabilmesini zorlaştırır. Kalkınmacı devleti Weberyan modelle eşleştirmedeki bu zorluklar, geç kalmış modernitenin ya da ekonomik büyümeyle giderilecek açıkların bir etkisi değildi; aksine tüm bunlar, küreselleşmenin önünü açan geçişlerle sadece daha da belirginleşecek olan çeşitli tarihsel ve coğrafi koşullardan kaynaklanıyordu.
Burada, kalkınmacı devletin krizinin zalim diktatörlüklerle, halkın politik ve toplumsal gücünün bastırılmasıyla, yapısal uyum programlarıyla ya da soğuk veya sıcak savaş biçimleriyle nasıl tetiklendiğini ve iç içe geçtiğini ayrıntılarıyla hatırlatmamıza gerek yok. Bu fiziksel, idari ve ekonomik şiddet; kalkınmacı devletin krizinin yanı sıra 1980’lerde yeni sermaye ve iktidar ağlarının ortaya çıkışına damgasını vuran mücadelelerin ve geçişlerin anlatısını yeniden oluşturmaya dönük her türlü girişimde mutlaka öne çıkmalıdır. Bizim burada temel kaygımız, değişimlerin ardından oluşmaya başlayan çeşitli post-kalkınmacı senaryoları incelemek; çünkü bu senaryolar günümüzün belirgin devletinin anlaşılmasında hem analitik hem de tarihsel bakımdan önemlidir. Bu değişim görünümleri, çok daha esnek politik yönetim teknolojilerinin, heterojen teritoryal düzenlemelerin ve sermayenin devletle ilişkisini dolayımlamanın giderek merkezsizleşen biçimlerinin ortaya çıkışını kapsar. Bu dönüşümler üzerine daha kapsamlı bir tartışmayı sonraki katkılarımıza bırakıyoruz. Şimdi burada ise, bu tür post-kalkınmacı eğilimlerin, en iyi, varsayılan bir modern devlet normuna ya da “ideal tip”ine göre belirlenen kuralsızlıklar olarak değil de, çağdaş kapitalist birikimin eşzamanlı olmayan ve çalkantılı zamansallığına, yayılmacılığına ve yoğunlaşmasına ayak uyduran ama aynı zamanda bunları kışkırtan başkalaşımlar olarak anlaşılabileceğini öne sürmek istiyoruz. Bu bakımdan söz konusu eğilimler, kuzey-güney ya da merkez-çevre gibi coğrafi eksenlerle hiçbir şekilde sınırlandırılamaz; bu eğilimler bu eksenleri büyük oranda hükümsüzleştirmiş ve onların yerine iktidar ve zenginliğin çok daha karmaşık uzamsal dağılımlarını geçirmiştir. Ama bunu kabul etmek, bu düzenlemelerin, modern devletin alternatif bir soybilimi için güçlü referans noktaları sağlayabilecek olan tarihsel emsalleri olmadığı anlamına gelmez.
 
3. Tarih Önemlidir
Devlete dair teorik anlayışlar, genellikle Avrupa’da erken modernite döneminden başlatılan, devletin oluşumuna dair belli bir tarihsel anlatıyla şekillenmiş haldedir. Vurgu, monarşinin merkezi iktidarının, tek tip ve sınırlı toprak, tabiiyet nosyonlarıyla ve tutarlı biçimde bağlanmış idari yapılarıyla modern devletin politik biçimi için nasıl bir temel sağladığı üzerinedir. Avrupa ve Atlantik dünyasına yayılan devrimlerin ardından hukuk düzeninin sürekliliğini kuran, devlet biçimini ulus ve vatandaş düzenlemeleri içine sıkıca oturtan anayasal bir devlet ortaya çıktı. Elbette bunun, pek çok itiraza ve yeniden yoruma konu olan tarihsel süreçlerin son derece kaba bir taslağı olduğunu söylemeye gerek yok. Yine de bu bakış açısının temel öncülleri, devlet teorisine dair pek çok farklı geleneğin -Weber kadar Marx’a da dayananların- kuruluşuna bir temel sağlamıştır. Bu öncüller, aynı zamanda, küreselleşme çağında devletin geçirdiği son değişimleri değerlendirme girişimleri de dâhil olmak üzere, pek çok tartışmada devletin ne olduğu sorusunu lüzumsuz hale getiren örtük bir ontoloji de sunar. Bu soybilimin, mevcut küresel durum içinde devletin değişen biçimini ve rollerini anlamayı ne kadar kolaylaştırabileceğini sorgulamak istiyoruz. Avrupa’daki imparatorlukların dünya üzerindeki geniş topraklar ve nüfuslar üzerinde etkili bir kontrol kurmak için gösterdiği tarihsel çabalara bakıldığında, farklı bir egemenlik ve iktidar tarihi ortaya çıkar.[xi] Açıkçası bu emperyal girişimler, tarihsel ve coğrafi farklılaşmalarına olduğu kadar muazzam çeşitliliklerine de dikkat ederek analiz edilmelidir. Bununla birlikte, homojen teritoryal bütünlük modeli, sistematik hukuk düzeninin kuruluşu ve devlet iktidarı ile tabiiyetin dikey diyagramı, bu farklılaşmaların boyutunu kavramak için uygun analitik koordinatlar sağlamaz. Modern devletin tarihine nazaran ikincil olmak şöyle dursun, bu karmaşık sömürgeci düzenlemeler ve iç içe geçişler üzerine yapılan tarihsel araştırmalar, emperyal yayılmanın bizzat devletin inşasında nasıl önemli bir uğrak haline geldiğini gösterir. Avrupalı devletlerin dünyası, çıplak şiddetin uygulanışına, sonunda küresel tarihin gidişatını Westphalia Barışı kadar –ondan daha çok olmasa da onun kadar- etkileyecek olan hukuki ve politik ihtilafların eşlik ettiği emperyal bir ortamda şekillenmiş ve evrilmiştir.
Bu bakış açısından, modern devletin evrimi, ulus ve vatandaşlık koordinatlarının içinden değil, yeni kuşak tarihçilerin henüz keşfetmeye başladıkları, ticari ve hukuki düzenlemelerin bütünlüklü bir donanımı içinden geçer. Sonuç, modern devletin tarihine dair çok daha parçalı ve bize göre içinde bulunduğumuz çağda devletin eleştirel kavranışı açısından çok daha zengin ve verimli bir bakış açısıdır. Örneğin imtiyazlı şirketlerin tarihine bakıldığında, bunları kendi çaplarında politik bedenler olarak görmek mümkündür. Bu açıkça ticari görünümlü kuruluşlar, hükümetlerin, şirketlerin, yargı mercilerinin ve “istikrarsız ama potansiyel olarak güçlü bir ‘yapısal özerklik’ ve dolayısıyla [kuruluş yasalarının gelgeçliğinin elverdiği] ortak bir egemenliği” uygulama hakkına sahip sömürge yönetimlerinin özelliklerini kendilerinde birleştirir.[xii] The Company State (Şirket Devlet) adlı kitabında Philip Stern, Edmund Burke’ün Doğu Hindistan Şirketi’ni “tüccar kılığına bürünmüş devlet” diyerek küçümseyişini, şirketin politik varoluşuna dair pozitif bir açıklamaya dönüştürür. Ama modern devletin çok daha parçalı bir tarihini gözlemleyebileceğimiz yerler, sadece imtiyazlı şirketlerin kurduğu “fabrikalar” ve ileri karakollar değildir. “Vasıfsız işçilerin” ve diğer sözleşmeli emekçilerin hareketi kadar trans-Atlantik köle ticaretine de karakterini veren plantasyon, taşıma ve mülkiyet sistemi, teritoryal iktidarın ve hukuki düzenlemenin yenilikçi biçimlerinin icadını gerektirmiştir. Kral vekilliklerinin, imtiyazların ve anlaşmalı limanların oluşturulması, Avrupa’nın emperyal yayılmasının temel bir parçasıydı ve dağınık hukuki ve politik alanlar yarattı. On dokuzuncu yüzyılın sonunda zaten karmaşık olan bu alanlar, egemenliğin çeşitli biçimlerde bozulmasıyla daha da karmaşıklaştı ve “yarı-egemen”, “kısmen egemen” politik sömürge yapılarının geniş bir yelpazesinin oluşmasına yol açtı.[xiii] Ayrıca, modern devletin tarihi açısından kesinlikle önemli olan uluslararası hukuk sistemi, Amerika, Asya ve Afrika’daki emperyal pratiklerden ayrı düşünülemez. Partha Chatterjee’nin (2012, 187) açıkladığı üzere, bu pratiklerin “ulusların hukukunun şekillenmesi ve modern egemen ulus-devletin bunun içindeki yerinin tanımlanması üzerinde derin bir etkisi olmuştur.”[xiv] Bu sistemlerin evrimi, Çin’in kendine bağlı bölgelerle ilişkisini yapılandıran vergi sistemi ve Babür İmparatorluğu’nu ayırt eden karmaşık yönetim ve nüfuz bileşimi gibi heterojen politik örgütlenme biçimleriyle çatışma içinde gerçekleşmiştir.
Emperyal politik ve hukuki oluşumların bu kırılmalarının ışığından bakıldığında, daha önce tartıştığımız post-kalkınmacı senaryo, II. Dünya Savaşı sonrası dönemin hâkim devlet biçimleriyle karşılaştırıldığında artık çok daha az “aykırı” görünür. Sömürgeci yönetimin ve tabiiyetin coğrafi farklılaşması ile günümüzde gördüğümüz bölgelere ayırma, kademeli egemenlik, çok katmanlı yönetişim ve hakların farklılaştırılması stratejileri arasındaki benzerlikleri görmek kolaydır. Birinci durum, dünyanın yerliyurtlulaşmasının çekişmeli sürecinin önemli bir parçasıyken, günümüzdeki dönüşümlerin, sermayenin değişen koşullarına uymaya zorlanan ve böylece kurulu yerliyurtlulaşma mefhumlarının sınırlarını sınamadan geçiren yerliyurtlulaşmış bir dünyanın çerçevesi içinde gerçekleşmekte olsa bile durum böyledir. Bugün fiilen mevcut devletlerin dizlimi ve çeşitliliği, sömürgecilik dönemindeki politik ve hukuki biçimlerin hayret verici çeşitliliğinden bile daha karmaşıktır. Akhil Gupta’nın (2012, 52) yazdığı gibi,  bugün “Devlete dair bütün iddialar, şu soruya karşılık vermelidir: Hangi devlet?”[xv] Gupta burada Hindistan’a ve yönetim, heterojen aracılar ve büroların farklı düzeylerinin şaşkınlık uyandırıcı çeşitlenmesine ve bu bağlamda devleti oluşturan çeşitli politikalara, programlara ve insanlara gönderme yapmaktadır. Ama Gupta’nın bu sorusu, aynı zamanda, genellikle post-kalkınmacı dinamiklerle tanımlanan alanların ötesinde farklı devlet türlerinin şaşırtıcı çeşitliliğini gözlemlemenin mümkün olduğu küresel düzeyle de ilişkilidir.
Günümüzde devlet biçiminin dönüşümleri hakkındaki tartışmaları işgal eden ve bekçi devletten parti devletine, kıta devletinden haydut devlete, aciz devletten yarı-devlete uzanan bir dizi devlet tanımının ortaya çıkmasına neden olan ön eklerin ve sıfatların çeşitliliğini düşünmemiz bile yeter. Sadece çağrıştırdıkları özgün gerçekliklere uygulanabilir olmak şöyle dursun, bu kategoriler, küresel düzeyde devlet biçimini yeniden şekillendiren bazı değişimleri ve eğilimleri kavramayı mümkün kılan analitik araçlar da sunar. Örneğin İngiltere’ye (ABD merkezli finansal dünyayı Avrupa’ya aktaran) bekçi devlet gibi ya da Avrupa Birliği üyesi ülkelere (Avrupa ölçeğindeki karma egemenlik kuruluşunu dikkate alarak) yarı devlet gibi yaklaşmak, analitik kazanımlar sağlayabilir. Dahası, tarihsel olarak imtiyazlı şirkette somutlaşan, egemenlik ile ticari gücün örtüşmesi, günümüz dünyasında yeni biçimler ve boyutlar kazanmıştır. Mevcut küreselleşmenin parçalı politik ve kurumsal görünümü içinde, devlet ve sermaye arasındaki sınır, ister devlet girişimciliğinin buyrukları, çoğu ulusötesi şirketin uyguladığı doğrudan politik güç yoluyla, isterse politik ve ekonomik gelişmenin yönetiminde uluslararası kurumların oynadığı rol nedeniyle, sürekli sınamaya tabi tutulmaktadır. Edmund Burke’ün daha önce alıntıladığımız iğneleyici sözünü yeniden hatırlarsak, bugün devlet kılığına bürünmüş pek çok tüccarın olduğunu söyleyebiliriz.
 
4. Devletle Hesaplaşmak
Yukarıda, küreselleşme döneminde devlete yaklaşırken iki ayrı ama birbiriyle bağlantılı soybilim sunduk: İlkinde, küresel ölçekte giderek hâkim hale gelen hukuki ve politik düzenlemelere yol açarak kalkınmacı devleti parçalayan gidişatı izledik; ikincisinde ise modern emperyalizm ve sömürgecilik tarihi boyunca gelişen parçalı devlet biçimlerinin uzun dönemine odaklandık. Her iki anlatı da bize günümüz devletine özgü bazı şeyleri görme imkânı sağlar, birlikte alındıklarında ise, mevcut devlet oluşumlarının ve bozulmalarının karmaşık ve parçalı görünümünü aydınlatırlar. Günümüzde devleti eleştirel olarak analiz etmek demek, çeşitli ampirik değişimlerin ölçülmesine ya da devlete dışsal olarak değerlendirilerek göz ardı edilmesine dayanak oluşturan temel bir modeli ayrıcalıklı kılmak ya da sadece tekil örneklere odaklanmak yerine, bu görünümü en geniş kapsamıyla ve etkileriyle dikkate almak demektir. İlgilendiğimiz asıl mesele, dünya haritasındaki kurulu coğrafyalara göre tanımlanan farklı devletlere dair karşılaştırmalı analizler değil, devleti heterojen bağlamlarda bir uçtan öbür uca kat eden eğilimler ve süreçler arasındaki yankılanmaları ayırt edebilmek ve takip edebilmektir. Bu bakımdan, bu makalenin başında bahsettiğimiz bir noktaya geri dönersek, günümüzde devletlerin, kendilerini aşan gelişme halindeki asamblajlar veya rejimler içinde nasıl eridiğine ya da bunlarla nasıl giderek iç içe geçtiğine bakmak önemlidir. Bu asamblajlar ve rejimler çoğu zaman, hukuki normlar, teknik standartlar ve politik uzlaşılar arasındaki sınırları, sermayenin farklı coğrafi ölçeklerdeki operasyonlarını kolaylaştıracak ve teşvik edecek şekilde muğlaklaştırır. Neil Brenner’in devlet mekânları tartışmasından[xvi] Keller Easterling’in devlet-aşırılık (extrastatecraft) açıklamalarına,[xvii] coğrafya ve kent teorisine üzerine yapılan yeni araştırmalar, bu harmanlanma ve yeniden ölçeklenme süreçlerini tanımlama ve analiz etme konusunda bize yeni bir kelime dağarcığı sunar. Devletin, ortaya çıkan bu modellere ve senaryolara nasıl oturduğu meselesi, tam da devlete dair nosyonlarımızı gözden geçirir ve politik temsil, hegemonya, sivil toplum ve devletin çelişkili, hatta evcilleştirici küresel kapitalist dinamikler içinde oynadığı rol gibi meselelerle ilgili bilindik soruları yeniden şekillendirir. Bizim açımızdan bu önemli sorularla cebelleşmek, devleti kontrol işlevine geri döndürebileceğini tahayyül eden geleneksel sözleşmeci veya normatif kavramsallaştırmalara geri dönmeksizin, devletin küresel ekonomik ve politik güçlerle derin iç içe geçmişliğini incelemek gibi zor bir göreve adım atmak anlamına geliyor.
Bu iç içe geçmişliğin koşullarının açıklarken, devletin hâlâ çok önemli olduğunu kabul eden bir pozisyonda olduğumuzu belirtmemiz gerekir. Devletin sönümlendiğini vazeden argümanları olduğu kadar, ihtiyatlı bir sevinçle küreselleşmenin devletin özünü değiştirmeden bıraktığını iddia eden argümanları da doğru bulmadığımızı zaten söylemiştik. Çok daha parçalı bir devlet tarihine vurgu yaparken, böyle bir parçalanmanın devletin teorileştirilmesini temellendirmek için yeterli olacağını söylüyor değiliz. Devletin yönetimselleşmesine dair argümanlar, topraklar ve nüfuslar üzerindeki mevcut yönetimin yaygın işlemlerini vurgulamakta ne kadar yararlıysa, birlik iddiası da devletin ve onun çekişmeli meşruiyetinin tanımlayıcı bir özelliği olmaya o kadar devam ediyor. Aslında devletin birliğinin çözülmesi ile bu birliğin sürekli yeniden tesisi arasındaki gerilim, tam da günümüzde devletin işlediği alanı tanımlar. Bu gerilimin, örneğin, küresel güçlerin devlet üzerindeki etkisini yadsıyan retorikte ya da farklı bir düzeyde, istatistiklerin toplanması ve doğruluğu ile bu istatistiklerin, devletin gelişmesi veya kaderine dair tutarlı anlatıları desteklediği iddia edilen veritabanları şeklinde bir araya getirilmesi arasındaki uçurumda açıkça görülebilen pek çok farklı tezahürleri vardır. Bu gerilimin çözülebileceğini sanmıyoruz. Ulus, her zaman böyle bir çözüm olasılığını vaat etmiş olsa da, bunu gerçekleştirme becerisi son derece istikrarsızdır ve genellikle devlet içerisinde, üzerini örtmede ya da doldurmada ulusalcılığın çok etkili olabileceği çatlakları gözler önüne seren değişkenlere bağlıdır. Farklı şiddet ve zalimlik düzeyleriyle devletin birliğinin perdahını yaratabilecek olan eşit derecede baskıcı devlet mekanizmaları, aynı zamanda devletin zırhındaki çatlakları gösterir. Bu çatlakların gösterilmesi, eski devlet rejimlerinin iyileştirilmemiş o sayısız yarasını ya da dünyanın pek çok yerinde ister örgütlü ister kendiliğinden olsun devam eden başkaldırının tam manasıyla gözü pekliğini aydınlatacak tarihsel bir kazı yoluyla ortaya çıkarılabilir. Devletler, örneğin muhalefet karşısında, kendi sınırlarını zorlayan hareketli nüfuslar karşısında, kapitalist birikim mekanizmaları ve disiplininin göğüslemek zorunda olduğu meydan okumalar ya da ırksallaştırılmış azınlıkların itaatsizliği karşısında baskıcı olmaya devam etmektedir. Ama devletlerin klasik olarak asıl işlerinin bir parçası olarak görülen baskıcı işlevi, özel sektöre devredilmekte ya da kamu-özel ortaklığının sapkın mantığı ile yürütülmektedir.
Marksist devlet tartışmalarına dair yukarıda söylediklerimize geri dönersek, kürselleşmenin emek gücünün yeniden üretimi ile “toplam sermaye” arasında giderek artan bir çatallaşmayı teşvik ettiğini vurgulamamız gerekir. Devletin, herhangi bir devletin ikisi arasında etkili bir aracılık yapabilmesi zorlaşmıştır. Devlet, sermayeyle ilişkisinde, ulusal ölçüleri ve sınırları aşan sermaye birikiminin mantığıyla hesaplaşmaya zorlanmaktadır. Bu durumda devlet, spesifik sermaye fraksiyonlarıyla belli ilişkileri, bu ilişkiler ister yeni-merkantilist stratejilerle ulusal ekonomik çıkarların korunmasını, isterse mali mekanizmalar, emek yasası düzenlemeleri ya da çeşitli bölgesel imtiyazlar sayesinde yabancı yatırım çekme gayretlerini içersin, elinde tutan ekonomik bir aktör olarak ortaya çıkıyor. Böyle hamleler yapan devletin, Engels’in yukarıda alıntıladığımız ifadesini hatırlatırsak, ille de “ideal kolektif kapitalist” gibi davranması gerekmez. Devlet, çıkarlar ve etkileşim halinde olduğu failler bakımından daha güçlü ya da daha zayıf bir konumda bulunabilecek olmakla birlikte, kapitalist aktörlerin içinden herhangi birisi olarak belirir. Günümüzde “toplam sermaye”, daha ziyade, içinde çeşitli kapitalist aktörlerin işbirliği yaptığı ve rekabet ettiği, böylece bazen kıtasal ya da hatta küresel ölçekte işleyen etkili ittifaklar oluşturduğu bir mantıklar, rasyonaliteler ve dinamikler yığınıdır. Devletler, küresel çağda “toplam sermaye” gerçekliğine en çok yaklaşabilen bu karma kurucu ilişkilerin içine gömülmüş haldedir. Devlet emek gücünün yeniden üretiminde bir rol oynamaya devam ettiğinde bile (örneğin, ulusal sağlık ve eğitim planları ya da emek piyasasını düzenleme ve endüstriyel ilişkilerdeki anlaşmazlıklara ilişkin hakemlik sistemleri yoluyla) bu, kapitalist girişime “pozitif bir dışsallık” olarak anlaşılmalıdır. Dahası, finansallaşma ve refah devleti şemalarına sızan girişimci rasyonalite, borçlu yaşamın disiplinini ve zamansallığını gündelik rutinlere aşılayarak, yeniden üretim işlevlerini yeniden düzenlemektedir.
Devletin “toplam sermaye”nin karma kuruluşu içerisinde yeniden konumlandırılmasıyla birlikte yeniden üretim faaliyetinin devlet elinden çıkması, devlet ve sermaye arasında değişen ilişkilerin çeşitli ve bazen de yeni biçimler aldığı envai çeşit örneği ele alması gereken çok daha kapsamlı bir analizi zorunlu kılar. Bu, sermaye dünyasındaki son gelişmeleri ve başkalaşımları değerlendirmek, heterojen değer sızdırma tarzları ile günümüzde soyutlamanın görünüşteki metafizik nitelikleri arasındaki işbirliğini aynı derecede vurgulamak ve açıklamak anlamına gelir. Başka bir yerde geliştirdiğimiz finans, lojistik ve değer sızdırma analizi, ekonomik büyümeyi bu “sektörler”in hayli ötesine taşıyan bir dizi ilke ve mantığı aydınlatmaya izin verir.[xviii] Bu pratiklerde ve faaliyet alanlarında, değer sızdırmanın acımasız maddi boyutlarının ve sermayenin operasyonlarına rehberlik eden neredeyse ruhani protokollerin, tekniklerin ve algoritmaların iç içe geçtiğini görürüz. Bu iç içe geçmenin, kapitalizmin klasik endüstriyel biçiminden oldukça farklı olan mevcut kapitalist koşullara ve rasyonalitelere işaret ettiğinden ve bugün devletlerin bu gelişmekte ve küresel olarak yaygınlaşmakta olan kapitalist oluşumu kabullenmeye zorlandığından eminiz. Devletlerin bu koşullara uyum sağlama biçimleri açıkça heterojendir ve dolayısıyla devletlerin bu koşulları fiilen nasıl göğüslediklerine dair ayakları yere basan bir inceleme, günümüzde devletin geçirmekte olduğu dönüşümlere dair her türlü analitik ve politik değerlendirmenin önemli bir unsuru olmalıdır. Böyle bir inceleme, devlet yapılarının çerçevelenmesi, konumlandırılması ve eklemlenmesi gibi meselelere çarpacak ve eleştirel analiz ile devlet gibi görmek arasındaki uçurumları ve çatışmaları uzlaştırma ihtiyacıyla karşı karşıya gelecektir. Ayrıca bunun, sermaye birikimini, gündelik yaşam pratiklerini, coğrafi ölçek politikalarını ve devletin toplumsal elbirliğini çapraz kesen kopuşlar ve antagonizmalarla üst üste binişini dikkate alan daha ayrıntılı bir teorik bakış açısından feyiz alması ve yararlanması gerekecektir.
Devlete dair böyle bir yaklaşımın, politik tartışmaların yakasını hiç bırakmamış olan bir dizi klasik soruyu –kolektif irade, temsil, katılım, politik çoğulculuk ve devletin kurtuluşa temel sağlama kapasitesi gibi soruları- ortadan kaldırmasını beklemiyoruz. Devletsiz toplum vizyonundan epey uzak bir biçimde, bu sorular devletle ilişkili olarak ortaya atılmaya devam ediyor ve dolayısıyla devletin oluşturduğu arka planda müzakere ediliyor ya da yerinden ediliyor. Yine de, sahip oldukları varsayılan temsili meşruiyet ve yönlendirme gücünden bağımsız olarak işliyormuş gibi görünen güçlü devlet yönetimi ve yönetişimi alanlarının ortaya çıkışı karşısında bu kategorilerin tükendiği yönündeki iddiaları çok ciddiye almak gerekir. Üstelik bu iktidar alanları, bir yanda şirket aktörlerinin doğrudan etkisinden, öte yanda girişimci mantığın devletin en rutin işlerine nüfuz etmesinden kaynaklı çürüme biçimleri ve pratiklerine giderek daha da açık hale gelmektedir. Bu, devlet güçlerinin etkili biçimde temellük edilebileceği, önünün kesilebileceği ya da radikal politik amaçlarla uzlaştırılabileceğini inkâr etmek anlamına gelmez. Ama böyle manevraların başarısı, tamamen devleti aşan ve kuşatan güç asamblajlarına bağlıdır. Bu meseleleri göğüslerken, devlete fazlaca güvenmemek ya da devletin hizmetinde hareket etmemek bu yüzden politik bir zorunluluktur. Bu, sadece ana akım söylemler içerisinde değil, aynı zamanda iktidar meseleleriyle gerçekçi hesaplaşmada bir tekel olduğunu iddia eden eleştirel teori içindeki eğilimlerde de yaygın olan devlet-sevgisinin karşısına, Michel Foucault’nun[xix] kullandığı bir ifadeyle, soyut bir “devlet-fobisi”ni koymak meselesi değildir. Bunun yerine, mevcut eğilimlere ve dönüşümlere dair, çeşitli alanları ve ölçekleri göz önünde tutan gerçekçi bir inceleme, devletin küresel sermayenin operasyonlarına karşı koyacak ve dolayısıyla çağdaş kapitalizmin içinde ve ona karşı radikal dönüşüm projeleri için etkili bir çerçeve sağlayacak kadar güçlü olmadığını gösterir. Bu makalede taslağını çizmeye çalıştığımız, devletin incelemesine dair yaklaşım, günümüzde devletlerin oynamaya devam ettiği rolleri vurgularken, aynı zamanda devletlerin eylemlerine dayatılan yapısal sınırları da öne çıkarır. Toplumsal hareketlerin ve mücadelelerin, bu çıkmazın iki yanını da etraflıca ele almasına, farklı politik konjonktürlere dair taktiksel bir anlayış ile devletin ötesinde bir politik ufku maddi olarak açabilme gücünü birleştirerek, devlete karşı koymanın yollarını icat etmesine ihtiyaç var.

Yazar: Sandro Mezzadra ve Brett Neilson[i]

[i] Viewpoint Magazine, 4 Eylül 2014.
[ii] Bkz., Saskia Sassen, Territory, Authority, Rights: From Medieval to Global Assemblages (Princeton: Princeton University Press, 2006).
[iii] Sandro Mezzadra ve Brett Neilson, Border as Method, or, the Multiplication of Labor (Durham: Duke University Press, 2013).
[iv] Michael Hardt ve Antonio Negri, Empire, Cambridge: Harvard University Press, 2000 [İmparatorluk, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 2001].
[v] Sandro Mezzadra ve Brett Neilson, “Extraction, Logistics, Finance. Global Crisis and the Politics of Operations,” Radical Philosophy 178 (2013): 8-18.
[vi] Giovanni Arrighi, The Long Twentieth Century: Money, Power, and the Origins of Our Times (Londra: Verso, 1994) [Uzun Yirminci Yüzyıl, çev. Recep Boztemur, İmge, 2000]; Giovanni Arrighi, Adam Smith in Beijing: Lineages of the Twenty-First Century (Londra: Verso, 2007) [Adam Smith Pekin’de, çev. İbrahim Yıldız, Yordam Kitap, 2009].
[vii] Wolfgang Streeck, Gekaufte Zeit. Die vertagte Krise des demokratischen Kapitalismus (Berlin: Suhrkamp Verlag, 2013).
[viii] Friedrich Engels, Herrn Eugen Dührings Umwälzung der Wissenschaft (Anti-Dühring), Marx Engels Werke, c. 20 (Berlin: Dietz Verlag, 1975), 260 [Anti-Dühring, çev. Kenan Somer, Sol Yayıları, 2003].
[ix] Antonio Negri, Crisi dello Stato piano. Comunismo e organizzazione rivoluzionaria. (Milano: Feltrinelli, 1974); Antonio Negri, La forma Stato. Per la critica dell’economia politica della costituzione (Milano: Feltrinelli, 1977).
[x] Max Weber, “Politics as Vocation,” Max Weber’s Complete Writings on Academic and Political Vocations, ed. John Dreijmanis (New York: Algora Publishing, 2008), 160-61.
[xi] Lauren Benton, A Search for Sovereignty. Law and Geography in European Empires 1400-1900 (Cambridge: Cambridge University Press, 2010).
[xii] Philip J. Stern, The Company-State. Corporate Sovereignty & the Early Modern Foundations of the British Empire in India. (Oxford, New York: Oxford University Press, 2011), 14.
[xiii] Bkz. Benton 2010, 293-94
[xiv] Partha Chatterjee, The Black Hole of Empire. History of a Global Practice of Power (Princeton, NJ: Princeton University Press, 2012), 187.
[xv] Akhil Gupta, Red Tape. Bureaucracy, Structural Violence, and Poverty in India(Durham: Duke University Press, 2012), 52.
[xvi] Neil Brenner, State Spaces. Urban Governance and the Rescaling of Statehood (Oxford: Oxford University Press, 2004).
[xvii] Keller Easterling, Extrastatecraft: The Power of Infrastructure Space (London: Verso, 2014).
[xviii] Sandro Mezzadra ve Brett Neilson, “Extraction, Logistics, Finance. Global Crisis and the Politics of Operations;” Sandro Mezzadra ve Brett Neilson, “Operations of Capital,” in South Atlantic Quarterly 114, no. 1.
[xix] Michel Foucault, The Birth of Biopolitics: Lectures at the Collège de France 1977-78. çev. Graham Burchell (Houndmills: Palgrave Macmillan, 2008), 76.
bottom of page