Yeniden düşünme edimi, kavram ve kategoriler arasında yeni tercihler yapmak değil, bunlar arasındaki ilişkileri yeniden konumlandırmak, zaten ifade edilmiş olanı yeniden anlamlandırmaktır. Karl Marx’ın (1999) şeylere “biçim veren ateş” olarak nitelediği ve bir olumlama olarak gördüğü canlı emek kavramı da belki günümüzde en çok buna muhtaç. Zira bu olumlama, canlı emeği bilincin nesnesi olmaktan çıkarıp yaşam üretme arzusunun ufkuna açma ve böylece onun diğer bütün metalardan farkını ortaya koyma imkânı verir. Marx “emek, canlı biçim veren ateştir; şeylerin geçiciliği, zamansallığı, onların canlı emek zamanı tarafından biçimlendirilmeleridir” ifadesiyle canlı emeğin somutluğuna, yararlılığına ve elbirliğine atıfta bulunur. Diğer metaların yararlılığı ve maddiliği kendi tekil varlıklarında tüketilirken, canlı emek farklı somut emekler tarafından üretilmiş her nesnede yaşamaya devam eder, her üretim ediminde bunları kendi etkinliğinin konusu haline getirerek yaratımını sürdürür. Sadece metaları değil, toplumsal değer üretiminin ilişkiselliğini de üretir. Bu anlamıyla tıpkı Marx’ın kapitalizmde “insanlar arasındaki ilişkilerin şeyler arasındaki ilişkiler olarak göründüğü” meta fetişizmi eleştirisinde olduğu gibi, yaşamı akıtan, toplumsal ilişkiselliği kuran metalar değil canlı emektir. Sermaye tam da canlı emeğin toplumsal değer üretme arzusunu güce dönüştürerek kapmaktadır.
Marx’ın ifade ettiği üzere ne artı değeri ne de sınıfları kendisi bulmuştur; Marx’ı farklı ve anlamlı kılan, canlı emeğin elbirliği ile ürettiği toplumsal değerin nasıl özel mülkleştirildiğini ve sınıf ilişkilerinin nasıl üretildiğini açığa çıkarmış olmasıdır. Marx böylece şeylerin üretimini iktidar ilişkilerinin üretimine bağlayarak, kapitalist toplumsallığın kuruluşunu ve işleyişini politikleştirir. Elbette Marx’ın canlı emeği olumlaması, sermayenin diyalektik öznelliğinin içinden emeğin eşdeğerlik ve ölçü dolayımıyla ücretli emekte temsil edilmesi olarak okunabileceği gibi, emeğin öznelliğinin içinden kendini değerli kılma, farklanma ve kolektifliğin kurucu gücü olarak da okunabilir. Marksist geleneğin çoğu kesimi, bu ifadeyi sermayenin diyalektiği içinden okumuş ve canlı emeğin öznelliğini özgürleştirmek yerine onu sermayenin öznelliği içine hapseden politikaların kurucu gücüne dönüştürmüştür. Oysa Marx, sermayenin kendini olumlamasının bütün uğraklarını analiz ederken canlı emeği sermayenin önünde bir sınır ve engel olarak tanımlar ve bu yüzden asla canlı emeğin peşini bırakmaz. Dahası, işçi sınıfını politik olarak önemserken, tam da kapitalizmdeki sınıfsal güç ilişkileri içinde sadece işçi sınıfının politik öznelliğinin, yani canlı emeğin sermayeyi ortadan kaldırabileceğini görür. Dolayısıyla Marx, canlı emekte işçi sınıfının farklılaşma gücünü, sınıf olarak kendini reddetme ve sınıfsızlaşma gücünü olumlar. Yoksa işçi sınıfının sermayenin diyalektiğine kapatılmasını değil. Bu yüzden canlı emek Marx’ın kaçış çizgisidir. Buradan düşünmek, Marx’ın canlı emeği, emek zaman ölçüsü altında ücretli emek biçiminde özdeşleşerek sermayeyi üretme gücü olarak değil, her daim ölçü dışında çıkmanın, kendi elbirliğinin farkını ve çokluğunu olumlamanın ve kendini değerli kılmanın kudreti olarak görme ufkuna açtığını teslim etmektir.
Bu ufuktan baktığımızda canlı emek, Marx’tan bize kalan en önemli mirastır ve sermayeyi kuran değil yerinden edecek antagonizma üzerine düşünme olanağı açar. Bu antagonizma, emeği sermayenin gelişim yasaları içinden okuyan Marksistlerin iddia ettiği gibi ücretli emek ve sermaye arasında değil, nesnelleşmiş emekle nesnelleşmemiş emek, yani sermayenin başkalaşmış biçimi olan ücretli emekle sermayeyi üretmeyi, dolayısıyla kapitalist işi reddetme kudretine sahip canlı emek arasındadır. O halde toplumsallaşmış emeğin soyutluk düzeyi ve işbölümünün yaygınlığı ile derinliği, canlı emeğin nesnelleşmiş emekle tahakküm altına alınması temelinde sınıflaştırma ilişkisinin sürekli yeniden üretilmesi bağlamında okunmalı, nesnelleşmiş emekle nesnelleşmemiş canlı emek arasındaki antagonizma bu sınıflaştırma ilişkisini üretmenin reddine, yani sınıfsızlaşmaya oturtulmalıdır. Zira sınıflaştırma, aynı zamanda canlı emeğin değersizleştirilmesi, yaşam üretme kudretinin olumsuzlanmasıdır. Canlı emeği sermayenin iktidar düzleminden çıkarıp, özgürleşme ufkuna açılan bir kaçış çizgisi olarak düşünmenin zamanıdır şimdi. Kaçış çizgisi olarak canlı emek, sınıfsızlaşmanın politik öznelliğinin virtüelliğini taşıyan kurucu güçtür. Böyle bir okuma bizi, modernist Marksizmin diyalektiği, özne ve bilinci, ücretli ve üretken emeği yüceleştiren ve politikayı da kurulu, sabit güçler arasındaki çelişkilere indirgeyip oluş halindeki ilişkisel güçlerin antagonizmasını görünmez kılan düşünme biçiminden kurtarır.
Ölçü antagonizma değil çelişki kurar
Sermayenin “şey” değil “bir ilişki” olduğunu Marx’tan biliyoruz. Dolayısıyla sermayenin politik öznelliğinin, sırf şeylerin üretimi değil şeyleştirici ilişkilerin üretimi olduğunu ve ancak bu sayede tek tek bireylerin emeğinin basit toplamını değil, bu toplamı ziyadesiyle aşan toplumsal emeğin elbirliğini özel mülkleştirdiğini kolayca anlayabiliriz. Burada can alıcı nokta, şeyleştirici ilişkilerin üretiminde canlı emeğin değersizleştirilerek sınıflaştırılması, eşdeğer ve ölçü dolayımıyla ücretli emekte temsil edilir hale getirilmesidir. Böylece kendisi değer olmayan ama değer üretme kudretine sahip, bedeninden ayrılmamış, “mutlak yoksulluk olarak” varolan, şey olarak değil kendinde etkinlik olarak, değerin kaynağı olarak canlı emek, sermayeyi değil kendini değerli kılmanın maddi olanaklarından koparılmış olur (Negri, 2006). Bu koparılmanın tarihselliği, Marx’ın (2011) ilksel birikim, biçimsel boyunduruk ve gerçek boyunduruk olarak nitelediği uğraklarda, belli emek biçimlerinin ve değer üretim ilişkilerinin, genelleştirilmiş meta üretimi ve ücretli emeğe dayalı sınıflaştırma ekseninde ya tasfiye edilmesini ya da sermayenin diyalektik işleyişine içerilerek sürdürülmesini ifade eder. Bütün bu uğraklarda ölçü, sermayenin diyalektik öznelliğinin tahakkümünü işletir ve emekle sermaye arasındaki antagonizma ücretli emekle sermaye çelişkisine; değerle değişim değeri arasındaki antagonizma kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki çelişkiye; devrimle tahakküm arasındaki antagonizma ise reformizm ile tahakküm arasındaki çelişkiye indirgenerek gizlenir.
İlksel birikim dönemi, sermayenin diyalektik işleyişindeki ilk antagonizmanın, yani değer ile değişim değeri arasındaki antagonizmanın, kullanım değeri ile değişim değeri çelişkisine dönüştürülmesinin uğrağıdır. Bize değişim değeri temelli toplumsal ilişkilerin ilk nüvelerini verir. İlksel birikim, sermaye açısından zorla el koyma, yerinden etme, feodalizmin kodlarını çözme ve yeniden kodlama yoluyla kendini mülkleştirme iken, canlı emek açısından tam bir mülksüzleşmedir. Canlı emeğin değer ve yaşam üretme kudreti, sadece kendini değerli kılabileceği üretim araçlarından değil, ilişkilerden de yoksun bırakılarak kapitalist değişim değeri üretim ilişkilerine tabi kılınır. Marx’ın ifadesiyle bir yanda emeğinden başka satacak hiç bir şeyi olmayan “özgür emekçiler”, öte yanda üretim araçlarının sahibi olarak kapitalistler ortaya çıkar (2011). Bunları bir araya getirecek olan şeyse, sermayenin kullanım değeri ile değişim değeri çelişkisi üzerinden kapitalist toplumsallaşma ilişkisini kurması ve değerin ölçüsünü emek zamana bağlamasıdır. Artık değişim değerine dayalı sınıflaştırma ilişkisi başlamıştır. Değer üretimi açısından canlı emeğin emek gücüne dönüştürülerek metalaştırılmasının, politik açıdan ise değişim değerlerinin eşitlenmesi temelinde kurulan bireyci özgürlük söylemi içinde özneleştirilmesinin önü açılmıştır. Kapitalizm feodalizmin sınıfsal kodlarını çözmüş, emek zamanın nicelikselleştirilmesi temelinde canlı emeği yeniden kodlamaya ve kapmaya girişmiştir.
Biçimsel boyunduruk dönemi, emek zamanla ölçülen emeğe dayalı toplumsal değer üretiminin genelleşmesini ifade eder. Sermaye, vasıflı ama emek araçlarından mülksüzleştirilmiş canlı emeğin elbirliğini fabrika zamanına ve mekânına tabi kılarak artı değer üretimi gerçekleştirir. Gerekli emek zaman ile artı emek zaman arasındaki diyalektiğe dayalı değer üretme ilişkisi, canlı emek açısından gerekli emek zamanın, sermaye açısından ise artı emek zamanın artırılmasına dayalı mücadelenin eksenidir. Sermaye işgününü uzatarak mutlak artı değeri artırmayı hedeflerken, canlı emek kendi gerekli emek zamanının karşılığı ücreti artırmayı hedefler.
Gerçek boyunduruk dönemi ise nispi artı değer üretimi ve emek aletlerinin yerine makinelerin geçmesi ile nitelenir. İşçi, emek süreci üzerindeki bütün hâkimiyetini kaybeder ve “makinenin uzantısı” haline gelir. Böylece Marx’ın ifadesiyle söylersek “nesnelleşmiş emek, canlı emek üzerinde bir egemenlik ve komuta olarak ortaya çıkar… canlı emek tarafından hayat verilen emeğin ürünü, yani nesnelleşmiş emek, yabancı bir güç olarak canlı emeğin karşısına dikilir” (1999). Bu, sermayenin organik ve teknik bileşiminin artması temelinde emeğin verimli kılınması anlamına gelir ve mutlak artı değere dayalı emek zamanı tasfiye eder. Sermaye emeği verimlileştirerek tahakküm altına alır.
Elbette emeğin boyunduruk altına alınmasının bu tarihsel uğrakları, Marx için emeğin toplumsallaşma derecesinden ve buna bağlı olarak değer üretim ilişkilerinin dönüşümünden ayrı düşünülemez. Ama asıl önemlisi, Marx’ın bu süreçleri “boyunduruk” nitelemesiyle ifade etmiş olmasıdır ve Marx’ın sermaye analizini ekonomik bir analize indirgeyen Marksistlerin aksine, onun sermayeyi şeylerin üretimi olarak değil, bir iktidar ilişkisi üretimi olarak gördüğünü gösterir. Değerin kaynağı olan canlı emek, değerin ölçüsü emek zamanla boyunduruk altına alınır. Sermayenin diyalektik öznelliği, canlı emeğin ikili karakteri, yani nesnelliği ile öznelliği, kullanım değeri üretme kudreti ile değişim değeri üretme gücü, somutluğu ile soyutluğu arasında öyle bir ikilik kurar ki, canlı emeğin ürettiği bütün zenginlik sanki sermaye tarafından üretilmişçesine, ona boyun eğmesini talep ederek canlı emeğin karşısına dikilir. Bir yanda sermayenin başkalaşmış biçimi ücretli emek, öte yanda ücretli emeğin yabancılaşmış biçimi sermaye, sermayenin politik öznelliğinin kurucu gücü parada soyutlaşan tahakküm ilişkisini birlikte örer. Oysa sermayenin pürüzsüz işliyormuş gibi görünen tahakkümü, hem her daim canlı emeğe bağlıdır hem de onun tehdidi ile maluldür. Sermaye kendi öznelliğini, yani artı değerin toplumsallaşmış biçimi kârı gerçekleştirmesinin önündeki bütün engelleri ölçünün toplumsallaşmış tahakkümünü pekiştirerek, bütün yaşam güçlerini kaparak ve kodlayarak güvence altına alma eğilimindedir. Ölçüye vuramadığı, kodlayamadığı ve kapamadığı tek şeyse canlı emektir. Bu yüzden “Canlı emek kapitalizmin imkânsızlığıyla varoluşudur.” (Nejat,…) Bu “imkânsızlık”, sermayenin mütemadiyen kendi ürettiği engellere, en başta da canlı emeğe çarpmaya mahkûm olmasıdır. Zira canlı emek, hem potansiyelinde belirlenmemiş ve belirlenemeyecek olan hem de aktüelliğinde belirlenmiş olandır. Bu yüzden her zaman potansiyel ve aktüel olanın sınırındadır (Jeson Read, 2017 ). Sermayenin değer üretme gücüne dönüşebileceği gibi, bunun reddine de dönüşebilir. Nasıl ki sermaye ilişkilerinin üretilmesinin imkânı haline geldiyse, komünalist ilişkileri üretmenin de imkânıdır. Bu, canlı emeğin özünde ve mutlak bir özgürlükçü güç olmasından değil, özgürlükçü ilişkiler kurabilecek kudrete sahip olmasındandır. Emekle sermaye arasındaki antagonizma, ikisi arasındaki ontolojik farktan kaynaklıdır. Canlı emeğin kapitalist ilişkiler üretmenin dışında başka toplumsallık imkânlarına açılabilmesi, tam da nedeni dışarıda değil kendinde bir ontolojik güç olarak içkin, ölçü dışı bir yaşamı üretmesi bakımından yaratıcı, üretimi ve yaratımı yeni değer üretmenin politik öznelliğine açma kudreti bakımından ise stratejik bir etkinlik olmasındandır (Kathi Weeks, s. 173-174). Sermayenin öznelliği diyalektiktir, oysa emeğin öznelliği farklanma kudretindedir. Bu yüzden sermaye kendini olumlamak için istese de kendi karşıtından yani canlı emekten kaçamaz, oysa canlı emek kendini olumlamak için sermayeye mahkûm değildir. İşte sermayenin bütün krizleri, canlı emeği tahakküm altına almayı başaramadığı, sınıflaştırma ilişkisini sürdüremediği, yani emek zaman ölçüsünün diyalektiğini işletemediği yerde patlak verir. Bu krizler, canlı emeğin öznelliğinden bakıldığında, kapitalist işin reddedildiği, ölçüden kaçıldığı veya kendi ihtiyaçlarını genişletme iddiasında bulunduğu, velhasıl kendini arzusunu ve farklılaşma gücünü olumlama pratiğiyle sermayeyi zora soktuğu uğraklardır. Bu yüzden krizler, canlı emeğin sermayeden kopmasının ya da “ayrılma mantığı”nın olanağıdır (Negri, 2006). Dolayısıyla Marx’ın dediği gibi “Bir yandan ücretli emeğin devamını diğer yandan sermayenin ortadan kaldırılmasını istemek, kendi içinde çelişik ve kendi kendini çürüten bir taleptir” (1999, s. 221). Oysa Marx’ın bu soyutlaması, Marksistler tarafından canlı emeğin kendi öznelliğini olumlaması üzerinden okunamayınca, bu öznelliğin sermayenin diyalektik öznelliğine kapatılarak on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı ve yirminci yüzyılın ilk yarısında işçi sınıfının politik mücadelesinin ekonomik mücadeleye indirgenmesiyle reforme edildi. Ücretli emeğin hem kapitalist hem de sosyalist rejimlerde yüceltilmesi ve üretim fetişizmi temelinde olumlanması, canlı emeğin öznelliğini iktidarın işleyişini sürekli yeniden üretecek mekanizmalarla içermeyi mümkün kıldı. Canlı emek, işçi sınıfı kimliğiyle sabitlendi… Nejat’ın dediği gibi belki de “bize ‘büyük işçi sınıfı devrimleri’ veya ‘eylemleri’ dedikleri olayların ekseriyeti aslında işçi olmaktan pek hoşlaşmayanların serüveniydi.” (…) Dahası “işçi olmaktan hoşlaşmayanların” devrimlerinin ve eylemlerinin, ya işçi sınıfını temsil eden örgütler ya da sermaye tarafından yeniden ölçüye tabi kılınıp kapılmasıydı.
Eğer bugün canlı emeği özgürleşme ufkuna açacaksak, Marx’ın genel zekâ, ortak olan ve elbirliği kavramlarını, emeğin çokluğu ve farklılaşabilme gücünün olumlanması üzerinden düşünebilmeliyiz. Zira bu kavramlar, günümüzde canlı emeğin ölçülemez öznelliğinin kurucu unsurları olmaları bakımından sermayenin ufkundan taşar. Burada Marx’ın biçimsel ve gerçek boyunduruk süreçlerinin ötesinde, “genel zekâ” ve ölçülemezlik kavramlarıyla ilişkilendirilebilecek biyopolitik üretim süreci başlar.
Biyopolitik üretim, “teknik makineden toplumsal makineye”, şeylerin üretiminden “üretimin üretimi”ne ya da ekonomik değerlerin üretiminden öznelliklerin üretimine geçişe işaret eder. Artık ne üretim sadece fabrika zamanına ve mekânına sıkıştırılabilir ne de emek sadece fabrika zamanı ve mekânında nicelikleştirilmiş bir ölçüye tabi kılınabilir. Üretim de emek de fabrika zamanının ve mekânının dışına taşmış, toplumsal fabrikada şeylerin üretimiyle birlikte yaşam biçimlerinin, öznelliklerin üretimine geçilmiştir. Bu manada metalaşmış niceliksel zamanın yanı sıra metalaşmış niteliksel zamanın sermaye tarafından özel mülkleştirilmesinden söz etmeliyiz. Marx’ın öngördüğü üzere “canlı emeğin nesneleşmiş emek karşılığında değişimi; yani toplumsal emeğin sermaye ve ücretli emek karşıtlığı halinde konumu –değer ilişkisinin ve değere dayalı üretimin son gelişmesidir. Bunun koşulu, doğrudan emek zaman kitlesi, zenginlik üretiminin kesin etkeni olarak uygulanmış emeğin niceliğidir. Oysa büyük sanayi geliştiği ölçüde, gerçek zenginliğin yaratılması, emek zamanından ve işe koşulan emek miktarından daha ziyade, emek zamanı boyunca harekete geçirilen aracıların gücüne bağlı hale gelir. Bu aracıların etkili gücü, onların üretimine harcanan doğrudan emek zamanı oranına değil, daha ziyade bilimin genel durumuna, teknolojik ilerlemeye veya bilimin üretim sürecine uygulanmasına bağlıdır.” (2003, s. 174). Bugünden düşünürsek, mevcut üretim süreçleri canlı emeğin sadece emek zamanını değil, zihinsel, duygulanımsal ve iletişimsel bütün kapasitelerini işe koşarken, ürün olarak da bu kapasiteleri üretmektedir. Toplumsal soyut emeğin bu gelişmişlik düzeyinde canlı emeğin kendisi de sabit sermayeye dönüşmektedir. Velhasıl öznellikler, öznellikleri üretmekte ve üretim dolaysızca biyopolitik hale gelmektedir. Emeğin bu şekilde yalnızca şeylerin değil, şeylerin üretimini mümkün kılan koşulların da doğrudan üreticisi haline gelişi, emeğin örgütlenmesinin ve düzenlenmesinin, emek araçlarıyla buluşmasının, elbirliğinin koşullarının yaratılmasının da artık sermayeden bağımsız işleyebildiğini göstermektedir. Öyle ki sermayenin, emeği ve üretim araçlarını bir araya getirme, elbirliğini örgütleme işlevi hepten kaybolmasa da hayli zayıflamış durumdadır. Sermaye artık sadece emeğin elbirliğiyle yaratılan ortak zenginliğe dışarıdan el koyma işlevini yürütmektedir. Ancak üretimin sermayeden böylesine bağımsızlaşmış olması, emek sömürüsünün ortadan kalktığı değil, aksine bu sömürünün şimdi tüm yaşama yayılmış olması bakımından çok daha yoğunlaştığı anlamına gelir. Aynı nedenle, canlı emeğin elbirliğine dayalı ortak olanının gücü ile sermayenin bu ortak olanı kontrol etme ve kendine mal etme gücü arasındaki antagonizma da bir o kadar keskinleşmiş durumdadır (Negri ve Hardt, 2011, s. 285).
Biyopolitik üretimde fabrika zamanını ve mekânını aşan bir elbirliğinin yaratılması, üretim zamanı ile yaşam zamanı ya da Marksist terimlerle ifade edersek, iş zamanı ve boş zaman arasındaki ayrımın muğlaklaştığı ve bütün yaşamın işe dönüştüğü uğraktır. Bu yüzden emek ile sermaye arasındaki antagonizmayı artı emek zaman ölçüsünü dayatarak diyalektikleştirmek sermaye açısından imkânsız hale geliyor. Aynı imkânsızlık, canlı emeğin öznelliğini ücretli emeğin politik öznelliğine temellendiren ve en nihayetinde reformizme kadar varabilen işçi sınıfı politikaları için de mevcut. Artık canlı emekle sermaye arasındaki antagonizma, ne sermaye ne de ücretli emek siyaseti açısından diyalektikle reforme edilebilir. Bu anlamıyla biyopolitik üretim dönemi, sermayenin canlı emeği sınıflaştırmaya dayalı diyalektiğinden ve bunun yarattığı çelişkilerden kopan, bunun yerine canlı emeğin sınıfsızlaşmaya dayalı özgürlük pratiklerine temellenen bir politik öznellik yaratımının olanaklarını barındırır. Emeğin kendini değerli kılmasının ve kudretini olumlamasının ufku, artık sermayenin diyalektik mantığı ile değil canlı emeğin antagonist ayrılma mantığı ile belirlenebilecektir.[1]
Ölçünün diyalektiğinden farkın antagonizmasına
Biyopolitik üretimde canlı emeğin bir kaçış çizgisine dönüşme ve kendi değerli kılma imkânları, yine canlı emeğin sermayenin ölçü diyalektiğinden taşan güçleri üzerinden düşünülmelidir. Canlı emeğin sermayeyle farkını antagonizmaya çevirerek kendini olumlayabilmesi, ancak kendinden ayrılamaz olan farklılaşma güçlerini, çokluk istencini ve elbirliğinden gelen kolektif yaratıcılığını olumlamasından geçer. Canlı emeğin kendini olumlama güçlerini, Marx’ın genel zekâ, elbirliği ve kolektiflik kavramlarında bulmak mümkündür. Genel zekâ, canlı emeğin çokluğunun gücü, birikmiş bilgiler, teknikler ve beceriler, mücadeleler ve dönüşüm arzuları tarafından yaratılan kolektif bir toplumsal zekâyı ifade eder. Genel zekâda bir artış, her zaman canlı emeğin stratejik etkinlik gücünde bir artış demektir. Yani sermayenin iktidarını hükümsüz kılacak ve onu krize sokacak düşünme ve eyleme olanaklarını çoklaştırır. Emeğin, kapitalist değer üretiminin toplumsallığına alternatif bir yaşamı tahayyül edebilmesini mümkün kılar. İşçi olmanın dertleri üzerinden değil, işçi olmanın kendisinin dert edinilmesi üzerinden bir politik öznelliğin ufkunu açar. Canlı emekten ayrılamaz olan ve onun varolma ve eyleme gücünün kaynağını oluşturan ortak olanıdır. Kapitalizmin ilksel birikim sürecinden biyopolitik üretime kadar uzanan tarihi boyunca aslında sermayenin göz diktiği ve sürekli el koymaya ya da özel mülkleştirmeye yeltendiği şey, emeğin ortak olanıdır. Ortak olandan kastettiğimiz şey, emeğin ancak başka güçlerle bileşime girerek kolektifleşebildiği oranda varolma ve eyleme gücünü sürdürebilmesidir. Canlı emek üreticiliğini sadece çoklukta ve kolektiflikte olumlayabilir, yani canlı emeğin özü ortak olandır, ortak olanın özü ise çokluk. Oysa sermaye ancak emeğin ortak olanını kapitalist değer üretimine tabi kılmayı başardığında, canlı emeğin çokluğunu ölçüye indirgeyerek onun gücünü ve yapabileceklerini sınırlandırdığında varlığını sürdürebilir. Dolayısıyla canlı emeğin gücü ortak olanı yaratmak ve çoklaştırmak iken, sermayenin gücü bu ortak olanı özel mülkleştirmektir. Ortak olanla ilişkili olarak canlı emeğin kendini olumlamasının diğer gücü, elbirliğidir. Marx’a göre elbirliği, canlı emeğin kolektif yaratma etkinliğidir. Sermaye tam da bu kolektif etkinliği, kapitalist değer yaratma ilişkileri içinde olumsuzlayarak canlı emeğin olumlayıcı gücü olmaktan koparır, ama asla yok edemez.
Günümüzde sermaye, canlı emeğin genel zekâsının yaratıcı akışlarını, ortak olanın maddi olanaklarını ve elbirliğinin ölçülemez gücünü engellemede, belki de kapitalizmin tarihinde hiç olmadığı kadar zorlanıyor. Bu yüzden sermayenin yaşamı olumsuzlayan ölümcül gücü ile canlı emeğin yaşamı olumlayan gücü arasındaki antagonizma, komuta güçleri olarak savaş ve finansın şiddetiyle keskinleşmiş durumda. Şimdi canlı emeğin farklılaşma gücünü olumlamasının politik öznelliği, bütün yaşam güçlerinin demokratik özerklik temelinde öz savunma ve öz örgütlenmelerine bağlıdır. Canlı emeği, sermayenin ücretli emeğinde, devletin ulusunda, cinsiyet kimliklerinde sabitleyip özneleştiren bütün iktidar ilişkilerine karşı ücretli olmayan emeği, devletsiz ulusu, cinsiyetlendirilemeyen bir cinsiyeti düşünebilmenin ufkundayız…
Yazar: Münevver Çelik
Kaynakça
A. Negri, Marx Ötesi Marx, çev. Münevver Çelik, Otonom Yayıncılık, 2006.
[1] A. Negri, Marx Ötesi Marx, çev. Münevver Çelik, Otonom Yayıncılık, 2006.