21. yüzyılın sınıflar mücadelesinin ve güç ilişkilerinin yeniden kurulduğu küresel bir krizin içinden geçiyoruz. Kapitalizmin yeni bir egemenlik biçimi olan imparatorluk, krizini yaşıyor. Kriz, kapitalizme içkin çelişkilerin ve antagonist eğilimlerin derinleşmesi ve maddi bir ilişki olarak açığa çıkmasıdır. İçinden geçilen bu krizin ne kadar süreceğini ve nasıl çözüleceğini, çatışma içinde pozisyon alan güçlerin niteliği ve bu güçlerin çatışmaya vereceği biçim belirleyecektir. Bu bağlamda kapitalizme içkin kriz eğilimleri politik bir kriz teorisinin kuruculuğu altında okunabilir ve konuşturulabilir.
Krizle birlikte en çok satılan kitaplar listesinin başında Kapital’in bulunması pek de tesadüf görünmemektedir. Bu kriz Marx’ı çağırmaktadır. İronik olan, Marksizmin en dibe vurduğu bir dönemde Marx’a ihtiyaç duyulmasıdır. Bu ayıp, Marx’ın değil, Marksizm adına Marx’tan uzaklaşan hepimizin ayıbıdır. Bu süreç, Marx ile olan mesafenin kapatıldığı ve Marx’ın yeniden güncellenmesinin sağlandığı bir süreç olacaktır. Lenin üzerinden bir Marx okunmasının tersine Marx üzerinden yeni bir Leninizm kurma eğilimi bir ihtiyaç olarak önümüzde durmaktadır.
Bu Kriz Döngüsel Bir Kriz Üzerinden Okunamaz
Marx, Grundrisse’ye “Para” bölümüyle başlar. Hemen sonra kaleme aldığı Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı başlıklı kitabı tamamen para üzerine yazılmış bir kitaptır. En temel başyapıtlarından Kapital’in giriş başlığı ise “Para ve Meta”dır. Marx’ın, “paradaki bilmece metalardaki bilmeceden başka bir şey değildir”[1] derken kapitalizmin anlaşılması açısından “Para” kavramını temel bir anahtar olarak önemsediği gayet açıktır.
Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı kitabını, öngördüğü bir krize yetiştirmek için yazdı. Marx için “para” kavramı, kapitalizme içkin kriz eğilimlerinin teorileştirilmesinde temel bir öneme sahipti. Bu durum gayet açıkken, nedense Marksist birikimde “Para” kavramının ağırlığı yok denecek kadar azdır. Genel olarak, Marksistlerin Marx’a olan bu yabacılaşmasının pek çok nedeni olabilir; fakat konumuzla bağıntılı nedenlerden biri, Marksistlerin, “Para” kavramından daha çok “Meta” kavramını üretim zamanın bir kavramı olarak kavrayarak yola çıkmalarıdır. “Para” ve “Meta” kavramları ortak bilmeceye sahip iken, Marksistler tarafından “meta” kavramının çözümlenmesi, “para” kavramını unutmanın ötesinde, unutturmuştur. İçinden geçtiğimiz bu kriz, unutulmuş ve unutturulmuş olan Marx’ı, para üzerinden yeniden hatırlatmaktadır. Bu kriz, “meta” kavramının, üretim zamanının bir kavramı olarak çözümlemesi üzerinden okunamaz ve konuşturulamaz. Krizin çözümlenmesi ancak Marx’ta olduğu gibi “soyut emek” kavramıyla ilişkilendirilmiş ve dolaşım zamanının bir kavramı olarak meta kavramının okunmasıyla mümkündür.
Marksist birikimin kriz çözümlemelerine baktığımızda, birincisi üretici güçlerin eşitsiz gelişimine bağlı aşırı üretim krizidir. İkincisi, aşırı üretimle ilişkilendirilen eksik tüketim krizi, üçüncüsü orantısızlık, dördüncüsü kâr oranlarının düşme yasası olarak özetlenebilir. Bu krizlere içkin rekabet ve kapitalist üretimin plansızlığı olarak sıralanabilir. Kapitalizme içkin bütün bu kriz eğilimleri, sermayenin sınırları temelinde yapısalcı bir yerden döngüsel krizler olarak kurulmuştur. Bu temel üzerinde kurulan en radikal politik kriz teorileri bile sınıf hareketini reforme etme zorunluluğu ile karşı karşıya kalmıştır.
Antagonist çatışma ile çelişki üzerine kurulan çatışma arasındaki fark ontolojiktir. Marx’tan uzaklaşan Marksist birikim, kriz teorilerini “çelişki üzerine kurulu çatışma” üzerinden üretmiştir. Sermayenin politik olumlama felsefesiyle, emeğin politik olumlama felsefesinin ontolojik farklılığı kurulamayınca diyalektiğin reformizmi içinden antagonizma kurulmaya zorlanmıştır.
Sermayenin kendini politik olumlaması, olumsuzlamanın olumlanmasıdır. Sermaye ontolojik olarak kendisini olumsuzlayarak, olumsuzladığı kendisiyle çelişerek olumlar ve devinir. Sermayenin var oluş devinimi olumsuzlamanın olumsuzlanması üzerine kurulan çelişki diyalektiğine bağlıdır. Bu bağlamda, kriz, sermayenin kendisini politik olumlama diyalektiğine içkindir. Sermaye bir krizdir. Bir yandan sermaye için kriz, döngüsel olarak diyalektiğin teklediği süreçlerde ortaya çıkan sermayeye içkin sınırları ifade ederken, diğer yandan sermaye tekleyen diyalektiği yeniden işleten ve çalıştıran kurucu politik bir dinamik olarak ortaya çıkar. Marksist pek çok kriz teorisi, sermayenin kendini politik olumlama diyalektiğinin çelişkisi üzerine kurulmuştur. Daha somut bir ifadeyle, sermaye güçleri ve ücretli-emek ve sermaye arasındaki çelişkiye oturan bir çatışmanın kurduğu kriz teorileridir. Bu krizler, sermayenin döngüsel krizleri olarak karşımıza çıkar. Peki bu döngüsel krizler, sermayenin üretici güçleri geliştirme dinamizmine ve tekleyen diyalektiği yeniden kurarak çalıştırma gücüne tarihsel olarak sahip olduğu zaman, devrim ve kriz bağı nasıl kurulacaktır? 1848 devriminin özeleştirisi bu soruyu boşlukta bırakmıştır ve yeni bir soru yaratmıştır: Sermayenin nihai krizi ne zaman gelecektir? Sermayenin diyalektiğini tarihsel olarak çalıştıramayacağı ekonomi-politik koşullar nedir? Bu koşullar diyalektik olgunlaşma aşamasına gelene kadar sınıf ne yapmalıdır? Bu soru, kriz teorisini, sermayenin olumlama diyalektiğinin çelişkilerine oturtmanın yanlışlığından kaynaklanmaktadır. Bu yanlışlık, sınıf antagonizmasını sermayenin politik olumlamasının diyalektiğine gömmektir. Alman Marksizmi’nin bölünmesine neden olan tarihsel tartışma budur. Reform ve devrim, evrimci çalışma devrimci çalışma tartışmalarını yaratan, bu köklü sorunsaldır. Lenin, bu tartışmayı yeterince tüketmeden politik olarak çözmüştür. Lenin’in bu tartışma içersinde en önemli yeri kapitalizme içkin kriz eğilimlerini döngüsel krizlerden çıkarıp, politik krizlere dönüştürmesidir. Kapitalizmin rekabetçi dönemiyle emperyalizm dönemi arasındaki ayrımda yatan temel faktör budur. Lenin’in emperyalizm kuramının özgünlüğü, kapitalizmin krizlerini döngüsel krizler üzerinden değil, egemenlik teorisi üzerinden, egemenlik biçimleri üzerinden teorileştirmesidir. Lenin emperyalizmin ekonomi-politiğini bulmadı. Lenin emperyalizmin krizini politik kriz teorisi olarak kurdu. Hem “emperyalizm”i savunup, hem bu krizi, döngüsel kriz üzerinden açıklayanlar nasıl bir tutarsızlık içinde olduklarının farkında bile değildirler. Döngüsel kriz üzerinden bu krizi açıklayanlar, Alman Marksizmi’nden günümüze değin tüketilmemiş olan bu köklü sorunsalı yeniden üretmektedirler. Bu sorunsalın yeniden güncelleşmesi tüketilmemiş olanın tüketilmesi açısından bizce çok hayırlı olur.
Evet, Marx’ta sermayenin diyalektik işleyişine içkin kriz eğilimlerine dair teorileri derinlemesine görebilirsiniz. Bu eğilimler sermayenin kendini olumlama pratiğine içkin sınırlardır. Fakat Marx’taki antagonist krizi, sermayenin döngüsel kriz teorilerine içkin olarak politikleştiremezsiniz. Bunu yaptığınız an, sınıfı egemenler arası savaşın bir tarafı haline getirirsiniz. Antagonist kriz, sermayenin döngüsel kriz teorilerine ya da sermayenin sınırlarına içkin politikleşmez, tam tersi sermayenin sınırları antagonist krize göre politikleşir. Problem budur. Antagonist kriz teorisi, sermayenin döngüsel krizlerine içkin değil, sermayenin döngüsel krizleri, antagonist krizlere içkindir. Emek ve sermaye, daha köklü bir dille ifade edersek emekle ücretli emek arasındaki antagonizma, ücretli-emek ve sermaye ya da sermaye güçleri arasındaki çelişkilere ve çatışmalara içkin değil, tam tersi, ücretli-emek ve sermaye ya da sermaye güçleri arasındaki çelişkiler ve çatışmalar emek ile ücretli-emek arasındaki antagonizmaya içkindir. Marx, yabancılaşmış soyut emek ya da meta fetişizmi üzerinden antagonizmayı kurarken, yapmak istediği budur.
Sermayenin Ürettiği Ürün Kârdır
Emeğin ürettiği ürün toplumsal kullanım değeri iken, sermayenin ürettiği ürün değişim değeri olan soyut emektir. Sermaye, toplumsal kullanım değerini, değişim değerinin özel mülkiyetinin tahakkümü altına alarak toplumsal mülkiyete yabancılaştırır. Bu ilişki, sermayenin emeği, ücretli emek altında sınıflaştırarak toplumsal olarak sömürgeleştirmesinin ifadesidir.
Değişim değeri, kapitalist toplumsal ilişkilerin üretimi için somut emeği, “zaman” kavramı üzerinden nicelikleştirerek soyut emeğe dönüştürür. Bu bağlamda sermayenin var oluş nedeni, emeği soyut emeğe dönüştürerek kâr üretmektir. Bunu da ancak değeri metalaştırarak yapar. Marx’ta meta, soyut emeğin somutlaşması ya da donmuş emek zaman olarak maddileşmesidir. Somut emek, soyutlaşarak artı-emek zaman altında, soyut emek ise değişim değerinde somutlaşarak metalaşır. Sermaye ürünü olan kâr için, değerin üretim zamanında soyutlaşarak artı değerleşmesi ve artı değerin dolaşım zamanında değerlenerek metalaşması şarttır. Bundan dolayı Marx, artı-emek zaman içerse bile, ürüne meta demez. Ürün, değişim değeri üzerinden dolaşım zamanına girdiği anda metadır. Bir başka deyişle ürün, artı-değerin kâra dönüşme zamanında metadır. Artı değer değişim ilişkisi içersinde metaya dönüştüğü oranda kâr üretilir. Meta, kâr üretiminin fabrikasıdır. Ürün metaya dönüştüğü anda kullanım değerinden soyutlanır. Bu bağlamda değişim değerine dayalı kapitalist meta tanımında, metanın kullanım değeri özelliğinin, Marx’ın dediği gibi, konunun anlaşılması açısından öte bir önemi yoktur ve meta, soyut emeğin toplumsal ilişki biçimidir. Sermaye hayatın her alanını metalaştırarak toplumsal ilişkiye dönüştürür; bu, sermayenin doğasıdır. Çünkü kapitalist toplumsal ilişki insan ile insan arasında değil metalar arasında toplumsal bir ilişkidir. Bu bağlamda Meta kavramını yalnızca maddi olan emeğe indirgemek kapitalizmi anlamamak demektir. Sermaye maddi olan emek kadar maddi olmayan emeği de metalaştırarak sermayeleştirir. Canlı emeğin olduğu her nokta sermaye için soyutlaştırılarak metalaştırılır. Kapitalizmin geldiği bu noktayı anlamayanların, meta üretimini Fordist dönemde olduğu gibi yalnızca maddi olan emeğe indirgeyenlerin, bugünün krizini anlamaları mümkün değildir. Üretim zamanı ile dolaşım zamanının birliği ve bütünlüğü finanslaşmıştır. Biçimi, toplumsal sermayenin toplumsal emeği tahakküm altına alması olan sermaye birikiminde, sömürü ve kâr oranlarının yüksek tutularak üretilmesi değerin finanslaşmasıyla devinmektedir. Finans sermayesinin toplumsal hayatın her noktasına girerek bedeni, duyguyu, düşünceyi, imajı, imgeyi sermayeleştirerek metalaştırdığı anlaşılmadan imparatorluğun krizinin anlaşılması mümkün görünmemektedir. İmparatorluğun krizi, döngüsel bir kriz değil, bir egemenlik biçiminin kuruluşunu içeren, kapitalizmin gelmiş olduğu küresel sermaye birikiminin krizidir.
Soyut Emeğin Krizi
Paranın ve metanın bilmecesi soyut emektir. Soyut emeğin yalnızca eşdeğerlilik ilişkisinin kuruluşu açısından, emeğin zaman kavramı üzerinden nicelikleştirilmesine indirgenmesi hata boyutunda bir yanlışlıktır. Sermayenin başkalaşım biçimi olan meta, değişim ilişkisi içersinde tüketilme anında ölür. Fakat toplumsal sermaye içindeki donmuş emek toplumsal soyut emek olarak yaşar. Bu toplumsal soyut emek, toplumsal sermayenin toplumsal emeği gerçek tahakküm altına alma gücünü ifade eder. Bu güç, toplumsal genel zekânın, canlı emeğin cansız emek tarafından üretken kılınarak sömürüldüğünün bir ifadesidir. Soyut emek, toplumsal genel zekânın sermayeleşmesidir. Emeğin verimliliğini ölçen sermayeleşmiş toplumsal zekâ, toplumsal emek zamandır. Soyut emeğin bu boyutu, “zaman” kavramını nicelikten çıkartıp niteliksel boyuta sıçratır. Niteliksel zaman belirleyen ve ölçen, niceliksel zaman ise belirlenen ve ölçülendir. Zaman kavramı hem niceliksel hem de niteliksel olarak kurulur. Soyut emeğin bu niteliksel ölçme gücü, emeğin toplumsallaşma boyutuna bağlı olarak yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine bağlıdır. Bu yoğunlaşma ve merkezileşme boyutu soyut emeğin ölçme niteliğini politikleştirir ve egemenlik biçimiyle içkinleştirir. Soyut emeğin finans kapital aşamasına girmesiyle birlikte döngüsel krizler, egemenlik biçiminin krizleri olarak politikleşir. Değerin ölçüsünü belirleyen toplumsal emek zaman politiktir. Ölçü politiktir ve toplumsal sermayenin, toplumsal emeği toplumsal boyutta tahakküm altına almaya içkin sermaye birikimini belirler. Finans, toplumsal hayatın her boyutunda toplumsal soyut emeği yoğunlaştırarak merkezileştiren bir makineye dönüşmüştür. Bu kriz, yalnızca finans sektörünün krizi değildir. Bu kriz, soyut emeğin toplumsal boyutta ölçme niteliğini politik olarak yitirdiği bir krizdir ve sermayenin bütün döngü uğrakları tıkanmıştır. Küresel sermayenin, küresel çapta toplumsal emeği tahakküm altına alma işleyişi kilitlenmiş görünmektedir.
Gerekli Emeğin Finanslaşması
Artık sanayi kapitalizmi döneminde yaşamıyoruz. İçinde yaşadığımız kapitalist dönemin bio-kapitalizm dönemi olduğunu anlamamız gerekiyor. Genel olarak, sol hareketin bugünkü kapitalizmi algılayış biçimi sanayi kapitalizminin parametrelerine dayanıyor. Ana parametreler asla değişmez, bu tabii ki böyledir. Fakat bu ana parametrelerin, egemenlik biçimlerine içkin sermaye birikim işleyişine bağlı olarak çalıştığı görülmelidir. Ülkemizdeki sol hareket, güncelliği dikkate alarak Marx’tan çıkmıyor; sanayi kapitalizmi ya da Fordist kapitalizm üzerinden Marx’ı okuyor. Sermaye kavramını yalnızca üretim zamanın parametreleriyle okuyor ve Marx’ın sermaye kavramı çözümlemesini kabalaştırıyor.
Yalnızca üretim zamanın parametreleriyle hareket ettiğimizde “sermayenin ve onun özel üretim sürecinin koşullarıyla olan”[2] ilişkiyi anlarız. Oysa asıl olan “sermayenin toplumsal üretimin kolektif, genel koşullarıyla özgül” ilişkisini anlamaktır. Marx dönemindeki kapitalizm bu aşamada değildi; fakat Marx, döneminin ötesinde günümüzü de aşan bir kapitalizm öngörüsü üzerinden çözümlemelerini sürdürmüştür. Bu bilinmiyor.
“Sermayenin ürünü kârdır” soyutlaması anlaşılmıyor. Bu anlaşılmayınca meta kavramı üretim zamanının kavramı olarak anlaşılıyor. Oysa Marx’ta “meta” kavramı üretim zamanının değil dolaşım zamanının kavramıdır. Kâr, üretim zamanında yaratılan artı-emek zamana bağlı artı-değerin dolaşım zamanı içersinde özel mülklüleştirerek gasp edilmesidir. Bu bağlamda kâr, değerin soyut emek altında rantlaştırılmasıdır.
Sermaye, üretim zamanıyla dolaşım zamanının birliğidir. Sermaye üretimi, bu birliğin bütünlüğüdür. Artı değer bu döngü üzerinden kâra dönüşür ve para-sermaye kâr üzerinden dolaşımdan gelir. Marx, dolaşım zamanı içersinde artı değerin meta üzerinden kâra dönüşmesi sürecine sermayenin “ölüm taklası” der. Dolaşım zamanı artı-emeği yaratmaz, fakat artı-emek zamanı kısaltmak bağlamında artı-emek zamanı belirler. Sermaye, üretim zamanıyla dolaşım zamanı arasındaki zamanı sıfırlama eğilimindedir. Ne kadar sıfırlanırsa artı-emek zaman içersindeki artı-değer miktarı da o oranda kâra dönüşür. Bu sıfırlama eğilimi, dolaşım zamanını ya da yeniden üretim zamanını kâr üreten bir üretim alanına dönüştürmek zorundadır. Değişim ilişkisi içersinde metanın donmuş emek miktarının eşdeğeri, yine soyut emeğin somutlaştığı donmuş emek miktarıdır. Soyut emek ancak soyut emekle eşitlenebilir. Dolaşım alanının ticarileşmesine, özelleştirilmesine, sermayeleştirilmesine ve şirketleştirilmesine neden olan yasa budur. İşte günümüzün kriz eğiliminin en temel noktası sermayenin bu eğilimidir. Üretim zamanı ile dolaşım zamanı arasındaki zamanı sıfırlama eğilimi, dolaşım alanını kâr üretme alanı olarak sermayeleştirmek zorundadır. Bu eğilim, kârı, değerin ölçüsü emekten soyutlaştırarak uzaklaştırır. Bu noktada fiyat, metanın değerini belirleyen artı-emek zamandan çıkar ve finansa geçer. Kâr, artı-emek zamanı artı-değer üzerinden rantlaştırırken emeğin finanslaşması boyutunda kâr, toplumsal soyut emeğin rantlaşması boyutuna geçer. Bu kriz sanayi kapitalizminin döngüsel krizi değil, bio-kapitalizmin geldiği boyutta kârın, toplumsal soyut emeğin rantlaşmasına dönüşmesi sonucu emekten koparak ve emeği finanslaştırarak soyutlaşması ve balonlaşmasıdır. Patlayan balon budur.
1970’lerle başlayan 80’lerle birlikte belirginleşen birikim modeli, finanslaşma modelidir. Kâr oranın düşme eğilimine içkin olarak, üretim zamanında cansız emeğin canlı emeği tam tahakküm altına alması ve üretim sürecinde canlı emeğin niceliksel pozisyonunun emeğin verimliliğine koşut değişmesi, ücretli emeğin ücret talebine içkin gelişmiştir. Kâr oranlarının ötesinde kâr miktarındaki tarihsel düşüş, yeni bir tarihsel birikim modelini zorlamıştır. Her krizden sonra sermaye emekten kaçar. Ücret talebi üretim zamanının talebi olmaktan çıkarılmış; finansal kârdan toplumsal ücret talebine dönüşen bir birikim modeline doğru yönelmiştir.
Üretici güçlerin gelişimine paralel aşırı üretim ve birikim sonucu ortaya çıkan, devasa boyutlarda “işsiz sermaye”dir. Sanayi üretimindeki düşük kâr, bu “işsiz sermaye”yi yeni kâr alanlarına açmıştır. Yeniden üretim alanlarının sermayeleşmesi bunun ürünüdür. Bu boyuttan itibaren Fordizm çökmüş ve sermaye birikimi “sermayenin toplumsal üretimin kolektif, genel koşulları ile özgül ilişkisi”[3] üzerinden yapılanmaya başlamıştır. Artık, sermayenin emeği tahakküm altına alma paradigması “özel sermayenin ve onun özel üretim sürecinin koşullarıyla ilişkisinden” farklılaşmıştır. Emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılarak tahakküm altına alınması, toplumsal boyuta sıçramıştır. Toplumsal genel zekâ, toplumsal emeği verimlileştiren sabit sermayeye dönüşmüştür. Bu boyutla birlikte yabancılaşmış değer olan kâr, değerden soyutlanarak sanallaşmıştır. Gerekli emeğin ücretlendirilmesi fabrikadaki artı-değerden değil, emeğin toplumsal verimliliğine bağlı olarak toplumsal soyut emeğin rantlaştırılması üzerinden yapılmıştır. Toplumsal gerekli emek finanslaştığı oranda, yani finansal kâr ürettiği oranda toplumsal kârdan ücretlendirilmiştir. Bu ücretlendirme kredi üzerinden borçlandırmadır. Ücret, gerekli emeğin finanslaşması üzerinden kredi olarak ödenmektedir.
Bu durumu ve Amerika’daki finansal krizi anlamak için somut bir örnek üzerinden gitmek yararlı alacaktır. Bankacılık sektöründeki değişikliği ve değişimi anlamak gerekiyor. Eskiden mevduat bankacılığı vardı. Bugünkü krize neden olan yatırım bankacılığıdır. Arasındaki fark, banka sermayesinin borsaya içkinleştirilerek yapılandırılmasıdır. Finansal enstrümanların türevleşmesi bunun ürünüdür. Mevduat bankacılığı açısından ücretin finanslaştırılmasının en basit örneği kredi kartlarıdır. Siz bir mevduat sahibi olmasanız da kredi kartı ilişkisine girdiğiniz anda faiz karşılığı olmayan bir mevduat sahibi olmuşsunuzdur. Fakat çalıştığınız şirket veya devlet bunu faizleştirir. Mevduat bankacısı kredi kartı üzerinden gerekli emeği mevduatlaştırarak sanayi sermayesine faizli kredi olarak verirdi. Yatırım bankacıları bunu böyle yapmamaktadırlar. Onların yaptığı, bankasındaki kredi hacmini sermayeleştirip paketleştirerek borsada hisseleştirerek satar. Borsadaki hisse fiyatları üzerinden kredi kartı markalaşır ve metalaşır. Sosyal güvenliğin gerek devlet eliyle gerekse özelleştirme sonucu sermayeleştirilmesi de finanslaşma üzerinden yapılmaktadır. Gelelim asıl mortgage krizine! ABD 2009 yılında, ikinci dünya savaşından bu yana en büyük bütçe açığını verecektir: 1.75 trilyon dolar. ABD merkez bankası Fed, yatırım bankalarına konut kredisi olarak kullanılmak üzere çok düşük faizle kredi verirdi. Toplumsal gerekli emek bu fırsatı değerlendirilerek konut kredisi üzerinden ev sahibi oldu; fakat kredi ödenene kadar konutun mülkiyeti bankaya aittir. Yatırım bankası bu kredileri ve mülkiyetindeki ipotekleri finansal enstrümana çevirerek paketler, sermayeleştirerek meta haline getirir ve uluslararası borsada bu metaları satar. Bu türevler borsada satıldıkça ve toplumsal gerekli emeğin talebi yükseldikçe konut fiyatları yükselir. Sub-primer denilen geri ödemesi riskli bu finansal enstrümanlara toksit madde denilmektedir. ABD, aptal uluslararası bankalara ve yatırımcılara bu toksitleri satar ve ödeme dengesi açığını kapatmaya çalışır. Bir başka banka da bu toksitleri türevleştirerek başkasına satar ve böylece sonsuz bir zincir kurulur. Konut kredisi almış toplumsal gerekli emek, evinin fiyatlarının yüksekliğinden yararlanarak, diğer ihtiyaçlarını kredilendirmek için evini sermayeleştirir. Bu durum karşısında, olgunun sırını gizlemek için yalan söylenmektedir. Krediler ödenmediği için hisselerin battığı söylenmektedir. Gerekli emek kredisini ödemese de sonuç değişmez. Önemli olan konut fiyatlarının yüksek tutulmasıdır. Dert insanları konut sahibi yapmak değil, konut sektörünü finans alanında metalaştırmak için sermayeleştirmektir. Konut fiyatını belirleyen talep değil, uluslararası borsadaki hisse fiyatının yüksekliğidir. Toplumsal gerekli emek, finansal piyasa yaratılması için bir mevduat gücüdür. Bu basit anlatımı bütün toplumsal ilişkilere indirgemeniz mümkündür.
Kâr oranın düşme eğilimine bağlı olarak, artı değer miktarının düşmesi metanın fiyatlanmasında kâr miktarını düşürmektedir. Düşen bu kâr miktarını fiyata yansıtmamak için fiyatlar yüksek tutulmak zorundadır. İşte bu fiyatların yüksek tutularak kârı yüksekte tutma mekanizmasını finanslaşma üstlenmiştir. Slogan şudur: “kârını yüksek tutmak istiyorsan finanslaş!” Yaşamın finanslaşması yalnızca toplumsal gerekli emeğin mevduatlaşmasını sağlamaz aynı zamanda gelecekteki ücretini de bugünden sermayeleştirir. Borsa, emeğin 10 yıl sonrasını, belki 20 yıl sonrasını satın almıştır. Artık toplumsal gerekli emek için ücret, kredi üzerinden borçtur. 25 yıldır sendika siyasetinin tıkanmasının ve yok sayılmasının nedeni budur. Çünkü toplumsal gerekli emek, ücret talebini patrondan değil toplumsal patron finans kârından, yani soyut emeğin rantlaştırılmasından, kredi olarak talep etmektedir.
Kâr, üretim zamanıyla sınırlanmış artı değerden koptu, yetmedi gelecek yılların artı değeri üzerinde kendisini üretti; bu da yetmedi canlı emeğin bugününden ve yarınından da koparak soyutlaştı. Kriz, bu soyutlaşarak hayalileşen kâr üretiminin çöküşüdür. Büyük iflaslar, küresel bir işsizlik ve antagonist bir kriz bizi bekliyor. Evet, nasıl ki sermaye toplumsal soyut emeği özel mülkiyetle rantlaştırdıysa, emek de toplumsal soyut emeği kolektif emek adına politik olarak talep etmelidir. Küresel çapta ve toplumsal boyutta emeğin toplumsallaşmasıyla özel mülkiyet arasındaki antagonist çatışmaya girmiş bulunmaktayız. Yeni bir komün bizi bekliyor. Şenliğimizin adı zafer olsun!
Yazar: Cengiz Baysoy
[1] K. Marx, Kapital 1, Sol Yayınları, 1997, s. 102
[2] K. Marx, Grundrisse, Cilt 2, Sol Yayınları, 2003, s. 116