Savaş, iktidar ilişkilerinin yeniden yapılandırılmasında somutlaşan politikanın en yoğunlaşmış biçimini ifade eder. Savaşın ulusal, bölgesel ve küresel niteliği, “savaş” kavramının tanımında herhangi bir değişikliğe neden olmamasına rağmen, güç ilişkilerinin yapılanması ve bu ilişkilerdeki aktörlerin konumlandırılmasının okunmasında önemli bir anahtardır. Irak savaşı, ne ulusal ne de bölgesel bir savaş niteliği taşımaktadır. Bunları içererek aşan yeni bir küresel iktidarı yapılandırmakta ve dünya üzerindeki bütün güç ilişkilerini ve aktörleri bu küresel iktidar yapısına uygun biçimde düzenlemektedir. Bu bir dünya savaşıdır ve tarih üçüncü dünya savaşının içinden geçmektedir.
Üçüncü dünya savaşı, emperyalizmin üçüncü paylaşım savaşı olarak görünmüyor. Dolayısıyla bunun ötesine geçen tarihsel-toplumsal bir gerçekliğin çözümlenmesine ihtiyaç vardır. Ulusal ekonomi merkezli bir dünya pazarı yapısına göre bir bağımlılık ilişkisinden dünya ekonomisi merkezli bölgesel pazar yapısına uygun bir bağımlılık ilişkisine geçiliyor. Üçüncü dünyanın içeriye alınmasıyla, içerisi ve dışarısı ikileminin ortadan kaldırıldığı Kapitalist İmparatorluğun zemininde yaşıyoruz. “Devlet” kavramı iktidar işleyişinin en önemli aygıtlarından birisi olmaya devam ediyor, fakat tarihsel-toplumsal iktidar işleyişine göre yeniden işlevlendirilerek yapılandırıldığının görülmesi gerekiyor. Ulus devlet temelinde yapılanmış emperyalist devlet merkezine bağımlı iktidar yapıları arasındaki çatışkıyla işleyen bir dünyadan, Kapitalist İmparatorluğun iktidar işleyişine bağımlı güç ilişkilerinin belirlendiği çatışkılı bir dünyaya geçmiş bulunuyoruz. Tek merkezli iktidar yapıları arasında çok merkezli ilişkiye dayanan dünya iktidar yapısından, çok merkezli yapılanan ve tek merkezli ilişkilere dayanan bir dünya iktidar yapısına doğru gidiyoruz. Bu bağlamda Irak savaşı, kapitalizmin emperyalizm döneminden imparatorluk dönemine geçişin birikmiş sorunları ile imparatorluk döneminin iktidar işleyişinin hukuksallaşmasının ve yapılanmasının krizini ifade ediyor.
Kapitalist İmparatorluk işleyişinde korunacak bir ulus devlet ve ulusal sınırlar yok; imparatorluğun çıkarları var. Artık, ulusal egemenlik temelinde bir demokrasi işleyişinin tarihsel-toplumsal koşulları kaldırılmakta, yerine imparatorluğun küresel demokrasi söylemi konulmaktadır. Bunun somut karşılığı ulus devlet egemenliğinin tasfiyesi ve ulus devletlerin çözülmesi ve yerine küresel demokrasinin ekonomik, toplumsal ve siyasal normların yapılandırılmasıdır. Bu bağlamda emperyalizm döneminde yeni sömürgeciliğin bağımlılık ilişkileri sonucu modernizmin maddi ve ideolojik alt yapısını tamamlamış olan G-20 ülkelerinde ulusal egemenlik kırılmış ve ulus devletler çözülmüştür. Fakat, modernizmin maddi ve ideolojik alt yapısını tamamlamamış İslam ülkelerinin ulus devlet işleyişleri imparatorluğun iktidar işleyişine engel oluyor ve direniyor. Irak savaşı, imparatorluğa direnen bu ulus devletlerin bütününe açılmış bir savaştır. İmparatorluk, iktidar ilişkilerine engel olan veya engel teşkil edecek olan ulusal egemenlik ilişkilerini tanımamakta, askeri müdahalede bulunmayı emperyal bir hak görmektedir. Bu durum, imparatorluğun emperyal merkezleri (ABD, AB, Rusya, Çin vb.) tarafından kabul gören imparatorluğun anayasal ilkelerinden biridir. Irak savaşını, kapitalizmin emperyalist döneminin iktidar ilişkileriyle okuyanlar, savaşı, ABD emperyalizminin emperyalist işgali olarak ya da bu söylemi yetersiz görüp, ABD imparatorluğunun yapılanması olarak konuşturmaktalar ve savaşın nedenini petrol sorunuyla darlaştırmaktalar. Bu yaklaşım doğal olarak, NATO’da, BM’de ve AB’deki krizleri emperyalizm döneminin çelişki ve çatışkıları olarak görmekte; NATO’nun, BM’nin ve AB’nin paralize olduğunu ve dağılacağını ileri sürmekte ve yeni askeri-siyasi kutupların doğacağını öngörmektedirler. Fakat ne hikmetse, bu emperyalist çelişkiler, emperyalist devletler arası açık askeri çatışmaya dönüşmemektedir. Neden emperyalistler arası açık askeri bir savaş çıkmıyor sorusuna nükleer silahlar gerekçe gösterilerek, emperyalistler arası üçüncü dünya savaşı çıkmayacak, yanıtı veriliyor. Bu durum, emperyalist dönemde olduğumuzu söyleyen bütün yaklaşımların en zayıf noktasını ifade ediyor. Bu bağlamda “kahrolsun emperyalizm” söylemi, politik yol açıcılıktan daha çok, ajitatif bir söyleme dönüşüyor.
Kapitalizmin imparatorluk döneminde siyasetin ontolojik paradigmasını kuracak olan küresel tekelleri, küresel pazar üzerinde dengesiz gelişim yasasının nasıl yapılandığını; bunun sonucu yoğunlaşan rekabeti, pazar savaşını ve krizi, bu krizi yönetecek olan aktörler ve bu aktörlerin ilişkilerini iyi okumaktan ve imparatorluk sürecinin yarattığı devrimci imkanları görmekten geçiyor. Buradan durup baktığımızda imparatorluğun iktidar işleyişinde bazı noktalar netlik, bazıları ise sürecin belirginleştireceği belirsizlikleri taşıyor. Belirgin olan, küresel tekellerin, imparatorluğun iktidar ilişkilerini hukuksallaştırdığıdır. Sorun yalnızca petrol sorunu değildir, sorun, imparatorluğun bir bütün olarak içinde bulunduğu ekonomik durgunlukta, küresel tekellerin önünü açacak bütün toplumsal ilişki alanlarının ticarileştirilmesi, piyasalaştırılması ve şirketleştirilmesi ile emperyal merkezler dışında, imparatorluğu tehdit etmeyecek düzeyde dünyanın silahsızlandırılmasıdır.
Sovyetlerin yıkılmasından sonra, sorunlu jeopolitik öneme sahip coğrafyalar olarak Doğu Avrupa, Kafkaslar, Orta Asya ve Ortadoğu’yu sıralayabiliriz. Bu bölgelerde gelişecek sorunların bölgesel nitelikte kalmayacağı, dünyanın bütününü etkileyebilecek potansiyele sahip olduğu açıktır. Önemle vurgulamak istediğimiz nokta, imparatorluğun neo-liberal ekonomik politikası altında küresel sermayenin korkak, kırılgan ve panik oluşudur. Yaşayabilmesi ve kendini gerçekleştirmesi için siyasal gücün istikrarı şarttır. Siyasal gücün istikrarı altında güvenceye alınmamış küresel tekellerin yaşama şansı yoktur. Emperyalizm döneminde bu güvenceyi sağlayan güç ulus devlet merkezli emperyalist devletlerdi. İmparatorluk döneminde bu yetmemekte, çok merkezli yapılanan fakat tek merkezlerle işleyen küresel çapta bir iktidar gücüne ihtiyaç duyulmaktadır. İmparatorluk için bu durum yaşamsal, olmazsa olmazlardandır. Bu bağlamda, imparatorluk döneminin dünyayı daha demokratikleştireceği beklentisi yanlıştır. İmparatorluğun iktidar işleyişinde siyaset, emperyalizm döneminden daha çok askerileştirilecektir.
İmparatorluğu tehdit eden coğrafyalara müdahaleleri yapan kurumsal güçlere ve bu güçler içindeki dengelere kısaca değinmekte yarar vardır. NATO, AB, BM, Rusya ve Çin. BM’de veto yetkisine sahip beş ülke, ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin’dir. 1990 ve sonrası müdahaleler BM ve NATO üzerinden yapılmıştır. BM ve NATO arasındaki problem BM’de veto yetkisine sahip Rusya ve Çin’in NATO’da olmayışlarıdır. Kosova müdahalesinde görüldüğü gibi, BM’de Rusya ve Çin vetosunu by-pass etmek için NATO üzerinden karar çıkmıştır. Doğu Avrupa ülkeleri NATO’ya ve AB’ye üye edilerek, bu coğrafyada hem İmparatorluğun iktidarı hem de çok merkezli hiyerarşik yapısı güvence altına alınmıştır.
Afganistan müdahalesi, NATO güvencesi altında BM müdahalesidir. Bu süreçte Rusya’ya NATO’da statü verilmiş, Çin DTÖ’ye alınmıştır. Rusya ve Çin, imparatorluğun çok merkezli yapısının hiyararşisinde yer alma stratejisinde önemli adımlar atmıştır.
Günümüz Irak Savaşına, 91 Körfez Savaşı, Somali, Bosna-Hersek, Kosova, ve Afganistan müdahaleleriyle gelmiş bulunuyoruz. Bu müdahalelerin hepsi 12 yıllık kısa bir süreç içinde, imparatorluğun iktidarı tarafından gerçekleştirildi. 90’lardan günümüze dünya müdahaleler içinden geçmektedir ve kanıksanmış biçimde günlük yaşam devam etmektedir. Bunun nedeni emperyal güçlerin konsensüsüne dayanan imparatorluğun merkezi müdahaleleridir. Bu müdahalelerde ABD’nin öne çıkması, ABD emperyalizmi olarak okunmakta; imparatorluğun çok merkezli yapısı üzerinde tek merkezli işleyen iktidar bedeninin kavranılmamasına neden olmakta; bütünlükçü anti-kapitalist politik bir hat kurulamamakta ve ABD emperyalizmi öne çıkarılarak, diğer emperyal güçler meşrulaştırılmaktadır.
İmparatorluk, 91 Körfez Savaşıyla, küresel çıkarların yapılanması ve korunması için siyasal gücünü BM ve NATO gözetimi altında ABD’nin askeri gücüne devretmiştir. ABD, İmparatorluğun Bonapartıdır. Bonapartizm, kalıcılığı değil geçiciliği ifade eder. ABD, Irak savaşıyla geçiciliğini kalıcılığa dönüştürmek isteğindedir. Irak savaşıyla ABD, kapitalist imparatorluğa, imparatorluğun kralı olduğunu ilan etmek istemektedir. İmparatorluğun çok merkezli yapısı, ABD’nin merkezi krallık ilanına karşı çıkmakta ve ABD’nin askeri gücüne verilen siyasal destek geri çekilmektedir. Şu an ABD, imparatorluğun siyasal gücünden yoksun bir askeri güçten başka bir şey değildir. Süreç nasıl gelişirse gelişsin imparatorluk, ABD’yi, Bonapartın atından indirecek ve eşeğe binmiş bir kovboya dönüştürecektir.
BM’de ve NATO’da gösterilen Almanya, Fransa, Rusya merkezli ABD karşıtı muhalefet, Irak’a karşı açılacak bir savaşa karşı değillerdir. Karşı oldukları, ABD’nin ben merkezci krallık ilanıdır. Fakat karşı çıkışlarının arkasında siyasi bir akıl vardır. Bu akıl, küresel tekelleri paralize edecek olan uzun ve zor bir savaşın, imparatorluk iktidarını siyasi istikrarsızlığa sürükleyeceği riskidir. Bu risk, BM ve NATO zemininde imparatorluğun konsensüsüyle üstlenilebilir.
NATO’da, BM’de yaşanan kriz ve bu krizin AB’ye yansımasını iyi okumak gerekiyor. Ne NATO, ne BM, ne de AB dağılmayacaktır. Bu uluslararası kurumlar kapitalizmin emperyalist döneminin ihtiyaçları üzerinden kurulmuşlardır. İmparatorluğun ihtiyaçlarına göre yeniden işlevlendirilip, yapılandırılması gereği bilinmesine rağmen bu sorun sürece bırakılmıştır. İmparatorluğun Irak krizi, bu sorunu sürece bıraktırmadan iradi müdahaleyle çözülmesi gereğini açığa çıkarmıştır. NATO Türkiye krizini aştı, fakat sorun yerinde durmaktadır. BM’de Irak krizi aşıldıktan sonra sorun güncelliğini koruyacaktır. Irak krizinin aşılmasıyla NATO ve BM İmparatorluğun ihtiyaçlarına göre işlevlendirilerek yapılanacaktır.
Devrimciler için önemli olan, devrimci olanakları açığa çıkarmak ve bu devrimci olanakları yaratan tarihsel uğrakları iyi okumaktır. Bazı tarihsel uğraklar, devrimcileri konuşmak için kürsüye, sahneye ve sokağa davet eder: 1848 Avrupası, Ekim Devrimi ve 68 hareketi gibi... Seattle’la başlayan, 15 Şubatla devam eden küresel muhalefetin direnişi gibi... Artık iç dinamikler, dış dinamikler kalkmıştır. Dünya devrimci dinamiklerin politik konsepti ortaklaşmıştır: Kapitalizm ve savaş. Bütün orduların dağıtıldığı, bütün silah fabrikalarının kapatıldığı, bütün sınırların kaldırıldığı, herkesin birer dünya vatandaşı olduğu “başka bir dünya mümkün”dür.