top of page

*İkinci Cumhuriyet ve Modernist Solun Krizi

  • Yazarın fotoğrafı: otonomdergi
    otonomdergi
  • 17 Kas 2008
  • 6 dakikada okunur
Egemen güçler arasında verilen iktidar kavgalarının biçimi ile yöneten ve yönetilenler arasında verilen sınıf savaşımının biçimi arasındaki fark, ezilenler açısından onur vericidir. Mülk sahibi egemen sınıfların kendi aralarında verdikleri güç savaşını sürdürme biçimleri komplo, mülksüzlerin mülk sahiplerine karşı verdiği mücadele biçimi ise isyandır.
Komplolarla sürdürülen iğrenç bir kavganın içinden geçiyoruz. Kirli ve mide bulandırıcı komplolar savaşına her gün tanık oluyoruz. Hollywood filmlerini aratmayacak ajanları ve istihbarat savaşlarını izliyoruz. Siyasal bir değerin toplumsal bir değere dönüşmesi, değeri elde edecek olan mücadelenin içerik ve biçimine bağlıdır. Bu kirletici savaş, bizim savaşımız ve bizim tarzımız değildir. Bu biçimde sürdürülen bir politik savaştan, ne “laiklik” ne de “demokrasi” bir toplumsal değer olarak çıkabilir. Peki, komplolarla sürdürülen bu egemenler arası güç savaşını, mülklüler ile mülksüzler arası savaşa dönüştürebilir miyiz? Komploya karşı isyan, bu sürece ağırlığını koyabilir mi? Bu süreçte, toplumsal değere dönüşerek kalıcılaşan politik bir değer oluşabilir mi?
“Güç” kavramı üzerine biraz düşünmemiz gerekiyor. Bu düşünmeyi iki temel alan üzerinde yoğunlaştırabiliriz. Birincisi, siyasi bir ağırlığın oluşması için toplumsal desteğin varlığı şarttır; bu toplumsal destek politik bir gücün göstergesidir. Bu bağlamda baktığımızda, Marksistlerin bu “güç”e sahip olduğu söylenemez. Bugün için Marksistler, toplumsal desteğe sahip politik bir ağırlık değildir. İkincisi ise, toplumsal bir desteği oluşturma bağlamında politik bir ağırlık olma konumudur. Bu konum, etkili bir politik söylemi gerektirir. Etkili bir politik söylem, ancak toplumsal destek yaratarak güce dönüşebilir. Marksistler, toplumsal destek oluşturabilme konumundadır. Birinci durum karşısında yapılacak bir şey yok; bu bağlamda konu dışı tutulması gerekiyor. İkincisi ise çok düşündürücüdür. Toplumsal desteğiniz olmamasına karşın toplumsal desteği oluşturabilecek bir politik söyleminiz yok ise, bu düşündürücü, vahim bir durumdur. Marksistler bunun üzerine düşünebilmelidirler. Söylem kavramını, bir cümlelik de olsa, başka bir boyut ile ilişkilendirmek gerekiyor. Söylem politik özneleşmedir. Eylemi kuran söylemdir. Özne eylemiyle kurulur. Söylem özneyi kuran eylemselliktir. Hareket, kendi kimliğine ters bir söylemin eylemi altına girdiğinde kendine yabancılaşır. Marksistler, bu süreçte söylemin yokluğu ve yabancılaştıran bir söylemin eylemselliğinde özneleşme tehlikesi altındadırlar. Bu süreç içinde Marksistlerin söylemi yoktur ve Marksistlik adına modernist sol’un kullandığı söylemler, Marksizmi kendine yabancılaştırmaktadır. Modernist sol, Marksizme yabancılaşmıştır.
 
Marksistlerin Söylemi Yok!
Marksist solun toplumsal güce sahip olamamasının en önemli nedeni, söylemsel dilini yitirmiş olması, yeni bir dil oluşturmada ise tıkanmasıdır. Bunun en önemli nedenlerinden biri geleneksel politik kültürdür. Ülkemizde, politik bir ağırlık olma anlayışı niceliksel güçle orantılıdır. Kim kitlesel olarak kalabalık ise güç ondadır. Pratik politikacılık, bizi her zaman bir yerlere toslatmıştır. Pratiğimizin aklı her zaman konjonktüreldir. Politiklik, söylemin toplumsal bir değer olarak kalıcılaştırılmasıdır. Ülkemizin tarihinde, solun toplumsal bir değer olarak kalıcılaştırdığı politik bir söylem yoktur. Direndik, dövüştük, bedel ödedik! Fakat toplumsal, politik bir değer üretemedik. Kendi tikel tarihlerimizi ürettik; fakat toplumsal olarak solun kazandırdığı politik bir tarih üretemedik. Onurumuz olan tarihimiz adına, kendi üzerimize düşünmek artık zorunludur.
Söylem, toplumsal güce dönüştüğü oranda kurucudur ve güçtür. Politik kuruculuk gücü toplar, örgütler ve yönetir. İçinden geçtiğimiz politik süreci kuran, örgütleyen ve yöneten söylem iki ana kategoride toplanabilir. Birincisi, laik–anti-laik söylemidir. İkincisi, darbeye karşı burjuva demokrasisi, bir başka deyişle siyasal demokrasi, yani liberal demokrasi, yani devletin demokratikleştirilmesidir. Her iki durumu soyutlayıp tekleştirdiğimizde, liberal bağlamda karşımıza çıkan, devlet ve sivil toplum ikiliğidir. Bu bağlamda, gerek “laik–anti-laik” gerekse “darbeye karşı demokrasi” söyleminin her ikisinde de “sol” değerler bulunmaktadır. Ve bu sol değerler, karşı kamplarda konumlanmışlardır. Solu ayrıştıran ve saflaştıran durum buradan kaynaklanmaktadır. Peki, bu değerler Marksist solun değerleri midir? İşte burada durup samimi ve dürüst olarak düşünmemiz gerekir. Bu değerler Marksist değerler değil, burjuva özlü “sol” değerlerdir. Siyasal tarihimiz boyunca varlıkları pek hissedilmeyen liberalleri bugün konuşturan nesnel durum budur. Liberal solun Marksist sola yönelttiği eleştirileri iyi okumak gerekir. Liberallerin Marksist sola eleştirisi, bir ittifak çağrısıdır. Bu ittifak çağrısının AKP’nin desteklenmesi olarak okunması yanlış bir okumadır. Tam tersine, Marksistler ile yapılacak bu ittifak üzerinden liberaller, AKP’den kopmayı istemektedirler. Burjuva özlü sol değerler altındaki bu ittifak çağrısı, Marksist solu bölmektedir. Marksistler, bu durum karşısında politik taktik bağlamında teorik açıdan donanımlıdırlar; fakat politik pratik açısından böylesi bir postmodern durumla ilk defa karşılaşmaktadırlar. Geleneksel düşünme biçimini bozan bir durum karşısında bir şaşkınlık yaşanmaktadır. Taktik ve strateji gereği, “reform ve devrim”, “asgari program ve azami program”, “amaç ve araç” ikilikleri üzerinden, sorun teorik olarak çözülebilir. Fakat sorunu kilitleyen başka bir boyut vardır: Modernist sol, burjuva özlü sorunlar karşısında ittifak çağrısı yapacak önderliğin merkezinin her zaman kendileri olduğunu düşünmüşlerdir. Liberallerin ittifak çağrısı beklenmedik bir durumdur.
Modernist solu kilitleyen ve bölen başka bir boyut, solu kuran anti-emperyalizm ve anti-faşizm söylemleridir. Bu iki söylem, politik olarak bölünmüştür. Anti-emperyalizmi öne çıkaranlar, laik–anti-laik söyleminin altında saf tutmuşlar ve “ulusalcı” olarak konumlanmışlardır. AKP karşısında, gericiliğe karşı aydınlanma, emperyalizm ile işbirliği karşısında anti-emperyalist siyasal bağımsızlık söylemi altında konumlanmışlardır. Anti-faşizmi öne çıkaranlar, darbeye ve faşist devlet biçimine karşı siyasal demokrasi, devletin demokratikleştirilmesi söyleminin altında konumlanmışlardır. Solu kuran her iki değer, politik olarak farklı saflardadır. Modernist solu bölen ikinci nesnel durum budur. Bu siyasal diziliş, ittifakı zorunlu kılmaktadır. Fakat bu ittifak Marksistliğe toz konduracağı için, politik tutarsızlığa ve cesaretsizliğe neden olmaktadır. Modernist sol açısından, düne kadar söylediklerini gerçekleştirmek için, bu süreç mükemmel bir fırsattır. Düne kadar faşizme karşı demokrasi mücadelesini stratejik bir hat olarak kuranlar için, bu süreç fırsattan çok panik havası yaratmıştır. Oysa, gerçekçi bir liberal sosyal demokrat hareket yaratmanın tam zamanıdır. Herkes politik kimliğinde netleşmelidir. Söylediklerimiz, anti-emperyalist cephe için de geçerlidir. “Ulus devlet”e tutunan, Baasçı, Peronist, Bonapartist bir siyasal oluşumda netleşmelidirler. Bu dizilişlerin söylemi içinden, Marksizm adına üçüncü bir yol çıkmaz. Marksizm adına hareket eden modernist solun kendi özgücüyle pratik sergilemesini sağlamak üçüncü yol değildir. Burjuvazinin iç savaşında ortaya çıkan çatlaktan yararlanma adına Ergenekon’a karşı siyasal demokrasiyi radikal olarak savunmak üçüncü yol değildir. Mantık bildik bir mantıktır: AKP önderliğinde, bu iş sonuna kadar götürülmez. Bu süreci sonuna kadar götürecek olan Marksistlerdir. Bu mantıkla Marksizm adına üçüncü yol olunmaz; olsa olsa, darbeye karşı demokrasi safının sol radikal kanadı olunur. Bu kötü bir şey değildir; fakat gerçek budur.
Bu süreç, sol adına anlamlı ve gerçekçi bir politik süreçtir; politik kimliklerin iç içe geçtiği, kimin Marksist, kimin liberal, sosyal demokrat ya da Baasçı olduğu beli olmayan kaotik bir süreçtir. Türkiye siyasal tarihi, bu politik kimlikleri netleştirememiştir. Bu süreç, politik kimliklerin gerçekçi bir yerden kurulacağı tarihselliğin başlangıcıdır. Bu bağlamda anlamlıdır. Tartışmaların toplumsallaşması bile bir canlılıktır. Solun geleceği açısından sonuç öngörülebilir: Anti-emperyalizm adına siyasal bağımsızlık söyleminin varacağı yer, ulus devletin koruyuculuğu bağlamında sosyal şovenizmdir. Anti-faşizm adına demokrasi mücadelesinin varacağı yer ise liberal demokrasidir.
 
Sermayenin Sınıfsal Transformasyonu
Laik ve anti-laik, darbe ve demokrasi çatışması sahtedir ve politik krizin içkin nedenlerini açığa çıkarmaktan öte, krizin nedeni olan kapitalizmin yapısal dönüşümünü gizlemektedir. Bu kriz, içerisi ve dışarısı ikilemlerinin belirleniminden öte, sermayenin tarihsel olarak geldiği boyutta yapısal dönüşümün küresel çapta toplumsallaşmasının getirdiği krizdir. Sermayenin transformasyonunun toplumsal kuruluşunun politik sonuçlarıdır. Ezberlerimiz, bu transformasyonu anlamamıza engeldir. Bildiklerimizle gerçek okunamamaktadır.
Sermaye, sürekli bir devinim içinde sınıf üretme ilişkisidir. Sınıflar mücadelesi, bu sınıf üretme ilişkisine içkindir. Ezber olan, sınıflar mücadelesinin kurulmuş sınıflar arası mücadele olarak anlaşılmasıdır. Bu bakış açısı, ontolojik olarak sınıfların biçimini dondurur; sınıflar mücadelesi, sabitlenmiş sınıf biçimlerinin mücadelesi olarak anlaşılmaktadır. İçinde yaşadığımız kriz bu mantıkla okunamaz. Sınıf kavramı, değişimi ve dönüşümü içinde kavranmalıdır. Sermayenin tarihsel olarak gelmiş bulunduğu boyuta bağlı olarak küresel toplumsallaşması, aynı zamanda burjuvazinin sınıf olarak transformasyonunu içermektedir. Kriz, burjuvazinin sınıf olarak transformasyonunun krizidir. Sınıf, ekonomi-politiğe içkin politik bir kuruluştur. Burjuvazinin ekonomi-politiğe içkin politik transformasyonu egemenlik krizidir. Bu, bizi egemenlik ve devlet teorisine götürür. Bu bağlamda modernist solun krizi devlet teorisi krizidir.
Marksist teori, ajitasyona dönüştüğü zaman durup düşünmek gerek. Bu kriz, burjuva güçleri arasında bir iç savaş değildir. Eğer bu bir iç savaş ise, burjuva tarafların tanımı ajitasyondan uzak yapılmalıdır. Bu taraflar kimdir! Ulusal burjuvazi ile emperyalizmle işbirlikçi burjuvazi mi? Ticaret burjuvazisi, finans burjuvazisi ve sanayi burjuvazisi arasında bir iç savaş mı? Anadolu kaplanlarıyla TÜSİAD arasında mı? Nedir? Buradan, ajitasyondan başka bir şey çıkmaz. Gerçek olan, burjuvazinin çatışmaya içkin transformasyonudur. Bu, sermayenin bir egemenlik ve devlet krizidir. Bizim kullandığımız “ikinci cumhuriyet” kavramı, Mehmet Altan’ın anladığı “birinci cumhuriyet”in demokratikleştirilmesi bağlamında değildir. Bizim anladığımız ikinci cumhuriyet, burjuvazinin sınıf olarak transformasyonuna bağlı yeni bir egemenliğin kuruluşudur. Bu çatışmalı egemenlik kuruluşunun geldiği boyutta, ikinci cumhuriyet AKP üzerinden inisiyatifi ele geçirmiştir. AKP’nin iktidarı şimdi başlamıştır. AKP’nin geleceği türbana değil, bu kuruluşu gerçekleştirmesine bağlıdır. Birinci cumhuriyet, Bonapartizm ile kuruldu. İkinci cumhuriyet ise, Sezarizm ile kurulmaktadır. AKP Sezarizmdir.
Artı-değer, artı-emek zamanın belirlenmesine bağlıdır. Sermaye, tarihsel olarak artı-emek zamanın, üretim zamanının krizlerine bağlı olarak belirlenmesi dönemini aşmıştır. Üretim zamanı içerisinde, cansız emeğin canlı emek üzerinde tam tahakkümü gerçekleşmiştir. Cansız emeğin canlı emek üzerindeki tahakkümünde, emek verimli kılınarak artı-emek zaman artırılmıştır. Artı-emek zamanın üretim zamanının krizleriyle belirlendiği dönemde, sermayenin çözümlenmesi özel üretim sürecinin koşullarıyla ilişkisinin çözümlenmesidir. Politik alan çözümlemesi, bu temele göre yapılır. Bu dönemde, genel toplumsal üretim koşullarının üretimi sermayeleşmemiştir. Devlet, vergiden ve gelirden genel toplumsal üretim koşullarını üstlenir. Keynesçilik, bu durumun en gelişmiş biçimidir.
Günümüzde artı-emek zamanın belirlenmesi, dolaşım zamanının krizine bağlıdır. Dolaşım zamanının krizi, genel toplumsal üretim koşullarının sermayeleşmesiyle aşılır. Kamusal alanın ticarileşmesi ve özelleştirilmesi bunun bir ifadesidir. Keynesçilikten neo-liberalizme geçiş bunu ifade eder. Bu bağlamda, sermaye, özel sermayenin, özel üretim sürecinin koşullarıyla ilişkisi üzerinden değil, genel toplumsal üretim koşullarıyla özgül ilişkisi üzerinden çözümlenebilir. Artık, artı-emek zaman, üretim zamanının belirlediği toplumsal gerekli-emek zaman üzerinden değil, dolaşım zamanının belirlediği toplumsal gerekli-emek zaman üzerinden belirlenmektedir. Sorun emeğin üretim zamanındaki verimliliği değil, sermayenin toplumsal üretiminin, sermayenin toplumsal dolaşımının verimliliğidir. Üretim zamanındaki emeğin verimliliği, toplumsal emeğin verimliliğine, toplumsal ilişki üretiminin genel koşullarının sermayeleşerek üretken güce dönüşmesine bağlıdır. Bu bağlamda “burjuvazi” kavramı, üretim zamanının krizlerine bağlı sermayenin kişileşmiş biçimi olan kapitalist olmayı aşmış, toplumsal ilişki, toplumsal hayat biçimine dönüşmüştür. Sermayenin gelmiş olduğu bu boyutta, devlet görece bağımsızlığını yitirmiştir. Sermaye, devleti ele geçirmiş ve devletleşmiştir. Artık sermaye politik bir kavramdır. Toplumsal emek, sermayenin küresel tahakkümü altına girmiştir. Sermaye, toplumsal ilişki üretimidir ve biyo-politik üretimdir. Sermayenin içerisi dışarısı yoktur; küresel sermayenin organik bir parçası olmadan artı-değer üretimi mümkün değildir.
Birinci cumhuriyet, üretim zamanının krizine bağlı sermaye–devlet ilişkisinin ürünüdür. İkinci cumhuriyet ise, dolaşım zamanının krizine bağlı olan sermayenin toplumsal üretimi ve yeniden üretimine bağlı sermaye–devlet ilişkisinin ürünü olacaktır. Birinci cumhuriyet, ikinci cumhuriyet sürecine girmiştir.
Artık politik antagonizma, hayata karşı hayattır. Sınıf siyaseti, sınıflaştırmaya karşı sınıfsızlaşmanın politikliğidir. Bizim durduğumuz yer, hemen şimdi anti-kapitalizm, toplumsal demokrasi ve komünalizmdir. Üçüncü yolun söylemi ancak buradan çıkar.

Yazar: Cengiz Baysoy
Ekim-Aralık 2008
bottom of page