top of page

*Hegel’in Ontolojisinde Devlet: Diyalektik Reformizmdir

  • Yazarın fotoğrafı: otonomdergi
    otonomdergi
  • 17 Kas 2023
  • 9 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 9 Ara 2023

Hegel’in kendinden önceki metafizikten kopuşunun ve özellikle Marksist birikimde maddeciliğin sorunlarının çözümünde kritik bir uğrak olarak algılanmasının temel nedeni, onun Tin biçimi altında tarihsel ve toplumsal ilişkiler alanını felsefeye içermiş olmasından gelir. Sorun yalnızca, Hegel’in diğer idealistlerden farklı olarak döneminin ruhunu yakalamış olması ve ontolojinin yanı sıra birer doğa, tarih ve devlet felsefesi de geliştirmiş olması değildir. Daha önemlisi, Hegel’in politikayı ontolojik bir sorun olarak ele almış olması, başka bir deyişle politikayı tarihsel toplumsal ilişkiler alanına içkinleştirmesidir. Hâkim felsefe geleneğinin biraz dışından bakıldığında, politikanın ontolojik bir problem olarak ortaya konuluşu elbette Hegel’e ait değildir. Ondan önce Machiavelli’yi, Hobbes’u ve Spinoza’yı anmak gerekir. Ancak Hegel’in özgünlüğü, kendinden önceki bu birikimlerin eleştirisini arkasına alarak geliştirdiği egemenlik teorisiyle, modern sınıfsal güç ilişkilerinin çözümlenmesine ontolojik bir temel sağlamış olmasından gelir. Artık idealist gelenekte olduğu gibi söz konusu olan dünyanın Tanrı egemenliğinden türetilmesi değil, Tanrı’nın devlet biçimi altında yeryüzüne indirilmesidir. Hegel’de egemenliğin kuruluşu Tanrısal değil doğrudan maddi toplumsal ilişkilere içkindir. Bu politik ontolojinin temeli ise diyalektiktir. Onun diyalektik ontolojisinde, Tin’in tam gerçekleşmesine kavuştuğu Devlet ideası, politikliğin hem bir önvarsayımı hem de sonucudur. Hegel’de politikliğin üretimi, Tin biçimi altında devletin üretimi ve yeniden üretimidir. Devlet, kendini olumsuzlayarak olumlamanın politikliğidir. Hegel’in diyalektiği, aşkın bir iktidarın kendini devlet biçiminde olumlamasının felsefesidir.
Diyalektiğin modern sınıfsal güç ilişkilerinin kuruluşu olarak okunup konuşturulması ise Hegel’den çok Marx’a aittir. Sermayeyi diyalektik olarak işleyen bir ilişkisellik olarak soyutlayan Grundrisse’yi yazarken Marx’ın, Hegel’in Mantık’ını hiç yanından ayırmadığını hatırlayalım. Marx’tan sonraki Marksist gelenek bir olumsuzlama felsefesi olarak diyalektiği sınıflar mücadelesinin yasası olarak yorumlamıştır. Oysa Marx’ta Hegel diyalektiğinin güncellenmesinin bağlamı; sınıflar mücadelesinin temelini oluşturan bir antogonizma teorisi değil, sermayenin kendini olumsuzlayarak olumlamasının ilişkiselliğidir. Sermaye diyalektik çelişkiler üzerinden devinen öznelliktir. Bu anlamda sermayenin çözümlenmesi, diyalektik bir çözümlemeyi zorunlu kılar. Diyalektik, sermayenin kendini olumlamasının felsefesidir. O halde emeğin politikliği üzerinden sermayenin eleştirisi, önüne doğrudan diyalektiğin eleştirisini koymalıdır. Marksist birikimde Hegel eleştirisi, diyalektiğin eleştirisi olarak yeniden kurulmalıdır.
 
Hegel’in Mantığı Ve Politika
Mantık Bilimi, Hegel’in hem kendinden önceki metafiziği içererek aşma hem de diyalektiği ister düşünsel ister olgusal bütün gerçeklik biçimlerinin içkin mantığı olarak formüle etme girişiminin temel ürünüdür. Bütünlükçülüğün bakış açısından, metafiziğin ortaya koyduğu bütün sabit belirlenimler diyalektik ilişkisellik içinde yeniden kavranmalı; ideal ve reel, görüngü ve öz olmak üzere konulan bütün ikili dünya tasarımları çelişkili bir bütün olarak yeniden konulmalıdır. Buradan bakıldığında, Hegel’in Mantık’ı mantığın bilinen anlamının çağrıştırdığı üzere bütün somut içeriklerden soyutlanmış salt biçimsel ve bilişsel süreçlerle sınırlı bir müdahale değil, rasyonellik ilkesi etrafında ontolojiyi diyalektik bir bütün olarak yeniden kurma girişimidir. Bu bütünlükçü ontolojiyle karşılaştırıldığında, Hegel açısından, duyulur dünyadan olabildiğince uzak ideler isteyen öznelci idealizmler kadar bilincin etkinliğinden olabildiğince uzak nesneler isteyen ampirizmler aynı tek yanlılıkla maluldür. Maddenin düşünceye indirgenmesi kadar düşüncenin maddeye indirgenmesi de eleştirilmelidir. Mantık, madde ve düşüncenin birlik olarak kavranmasına olanak verecek çelişkili ama bütünleştirici bir ontolojik zemine açılımdır. Nitekim Hegel’in ontolojisinin özgünlüğü, varlığın başından itibaren Bir olarak düşünülmesinin ötesinde, bu “Bir”’in birlik olarak nasıl kurulduğunu da sorunsallaştırmasından gelir. Bir varsayımının kendisi üzerine sessiz kalan kendinden önceki felsefelerden farklı olarak, Hegel “Bir”i kurulu olarak değil bir kuruluş olarak düşünür. Eğer Hegel’de Bir olarak düşünülmüş bir bilinç ya da Tin felsefesinden bahsedilecekse, bu düşünce ve maddeyi ya da diğer bütün ikilik ve çelişkileri bütünleştirici bir diyalektik üzerinden kavrayan bir Bilincin felsefesidir. Bilincin kuruluşu üzerinden soyutlanan şey Hegel’de diyalektik kuruluştur. Varlığın kendi içinde ve ilişkisiz bir varlık olarak şeyleştirilmesine karşı, Hegel diyalektik sayesinde varlığı yalnızca kendi olarak değil aynı zamanda bir olumsuzlama ya da başka olarak düşünerek onu oluşa açar. Ona göre, varlık ve hiçlik arasında, başka bir deyişle oluş halinde olmayan hiçbir şey yoktur. Yine de burada hiçbir olumsallığa yer yoktur. Çünkü Hegel’de varlığın oluş olarak kavranması, oluşun zorunluluk olarak kavranmasıyla aynı şeydir. Varlığın oluşu, başkada kendini olumsuzlayarak kendini olumlamadır. Diyalektik, varlığın zorunlu oluşunun soyutlanmış biçimidir. Çelişki kavramının Hegel’deki önemi buradan gelir. Varlığın kendini olumlamasının koşulu kendini başkada olumsuzlamak, başkayla çelişmektir. Burada söz konusu olan varlığın kendi içindeki çelişkisinden ziyade, içselleşebilmesi için dışsallaşarak çelişmek zorunda olmasıdır. Varlığın üretiminin ve yeniden üretiminin koşulu çelişkinin üretimi ve yeniden üretimidir. Bu haliyle her olumluluk, olumsuzlanmışlıktır. Tam da bu nedenle bütün farklılaşması içindeki gerçeklik, Bir’in Başka olarak olumsuzlaması, onun kendini çelişki biçiminde üretimidir. Bu anlamda Hegel’de oluş, mutlak varlık olarak konulan Tin’in açılımı, onun öz gelişimidir. Bütün tikellikler, Tin’in kendini olumsuzlamasının, kendine başkalaşmasının biçimlerdir. Diyalektik, Tin’in tikelleşme ve kendiyle bütünleşme hareketinin birliğidir. Tikelleşme Tin’in kendiyle çelişerek nesnelleşmesi, kendiyle bütünleşmesi ise çelişkisini olumsuzlayarak öznelleşmesidir. Olumsuzlamanın olumsuzlaması, olumlamadır. Hegel’in diyalektiği, kendini olumsuzlayarak olumlayan mutlak Tin’in öznellik üretimidir.
Tin’in öznellik üretiminde, gerçekliğin diyalektik kavranışı aynı zamanda Tin’in kendini kendi olarak kavrayarak kendi bilincine varmasıdır. Bilinçte bulunan, kendini var olan bir nesne olarak bilen bu Tin Hegel’de Devlettir. Devlet, Tin’in dünyada kendini bilinçli olarak olgusallaştırmasının biçimi ve bunun üzerinden kendi ussallığını yakalayarak kendiyle bütünleşmesidir. Ancak burada maddeciliğin karşıtı olarak herhangi bir idealizm yoktur. Devlet, Tin’in ussallığının maddeleşmiş ve gerçekleşmiş biçimidir. O ancak ussal olarak kavranabilir olan, maddi ve toplumsal diyalektiğin kurucu gücüdür. Olgusallaşmış biçiminde diyalektik, Devlettir. Bu yüzden hâkim söylemimizde olduğu üzere, düşüncenin, maddenin bir yansıması olduğundan hareketle Hegel’in devletinin sadece totaliter bir organik devletin bir bilinç söylemi altında soyutlanması olduğunu öne sürmek yetmeyecektir. Bu hâlâ Hegel’in diyalektik ontolojisini görmeyerek onu bilinç ve olgusallık karşıtlaşması zemininden eleştiren tek yönlü bir tutumdur. Öyle ki bugüne kadar Hegel’in devleti Tin’in diyalektik işleyişinin bir uğrağı olarak koymasının arkasındaki düşünceyi, olgusal ve sabit bir devlet biçiminin ötesinde diyalektik bir kuruculuk olarak devletin kendisini eleştiri konusu haline getirememiştir. Oysa Hegel’in politika felsefesinin son büyük düşünürü olarak konumlandırılmasının nedeni, onun ister demokratik, isterse totaliter biçimler altında gelişen modern devlet biçimlerinde ortak olan diyalektik işleyişi çözümlemiş olmasıdır.
 
Hegel’in Devleti
Modern egemenlik biçimini kendinden önce gelen egemenlik biçimlerinden ayırt eden temel niteliği, onun devletin toplumsallaşması ile toplumun devletleştirilmesi arasındaki gerilim üzerinde şekillenmiş olmasından gelir. Nitekim modern politik teorinin uzun evrimindeki temel sorunsal alanı, devletin bir şiddet tekelinin ötesinde toplumsal bir güç olarak üretimi ve yeniden üretimidir. Modernizm, devletin aşkın bir egemenlik aygıtının ötesinde toplumsal bir iktidar ilişkisi olarak kuruluş sürecidir. Hegel, modernizmin ulus devlet egemenlik biçimi altında politik bir güce dönüşmesi sürecinin başlangıcına tanıklık etmiş biri olarak tam anlamıyla bir eşik filozofudur. Hegel’in devlet teorisi, toplumsal ve politik dinamikleri tanımlama biçimi dolayısıyla hâlâ modern öncesi etkiler taşır. Ancak aynı zamanda toplumsal öznelliklerin siyasal alanın bir dinamiği olarak nasıl örgütleneceğini çözümlemiş olması dolayısıyla da modern bir eğilimi ifade eder.
Hegel’de bu modern eğilim kendisini devletin diyalektik bir kuruluş olarak soyutlanmasında belli eder. Diyalektiğin bir sonucu olarak, en son söylenmesi gerekenin en başta söylenmesi meşrudur. Devlet, tikellik içinde çözünerek bireyselleşen evrenselliktir. Devlet ideası, birey-toplum-devlet diyalektiğidir. Buna göre, birey ve toplum devletin kendini açımlamasının uğraklarıdır. Bu tikel uğraklardan kendine yansıyarak kendi ussallığına varan evrensel bilinç Devlettir. Birey ve toplum, devletin olumsuzlayarak kendini olumlayacağı olumsuzluktur. Devletin bireyle ya da toplumla çelişmesi onun kendini üretimi ve yeniden üretimidir. Bu nedenle Hegel’de birey ve toplumun devletin bir uğrağı olarak soyutlanmasının arkasında yatan fikir, olduğu haliyle bireyi ve toplumu devlete tabi kılan tahakkümcü bir mantığın ötesinde, bu tahakkümün işlemesinin temel koşulu olarak bireyin birey, toplumun da toplum olarak üretimidir. Bireyin ve toplumun üretiminin ve yeniden üretiminin temeli devlettir. Evrenselliğin bireyleşerek kendiyle özdeşleşmesi, başka bir deyişle Devletin öznelliğinin üretimi, birey ve toplum olarak özneleştirmektir. Evrensel Devlet ideasının tikelleşmiş biçimleri olarak birey ve toplum, devletin öznelliğinin özneleşmiş biçimleridir. Birey ve toplum öznelliği, devlet öznelliğini üretir. Bu yüzden bireysel ya da sınıfsal çıkarlarla evrensel çıkarı temsil eden devlet arasında herhangi bir uzlaşmaz karşıtlık yoktur. Bunların birbirleriyle çelişmesi tam da devletin yeniden üretiminin koşuludur. Devlet, tikellik ve evrenselliğin diyalektik birliğidir. Hegel’in sözleriyle söylersek:
 
“Devlet somut özgürlüğün edimselliğidir, somut özgürlüğü oluşturan şey ise bir yandan kişisel bireyselliğin ve onun tikel çıkarlarının tam gelişimlerini ve kendileri için haklarının tanınmasını kazanmaları, öte yandan bunların bir ölçüde kendiliklerinden evrenselin çıkarı içersine geçmeleri ve bir ölçüde bilgi ve istenç ile o evrenseli ve hiç kuşkusuz kendi tözsel tinleri olarak tanımaları ve son erekleri olarak onun uğruna etkin olmalarıdır; öyle ki ne evrensel yan tikel çıkar, bilgi ve istenç olmaksızın geçerli olabilir ve tamamlanabilir ne de bireyler özel kişiler olarak yalnızca kendi erekleri için yaşayabilir ve aynı zamanda evrensel olanda ve evrensel olan uğruna istemeyi ve etkinliklerinde bilinçli olarak bu biricik ereği amaçlamayı göz ardı edebilirler. Modern Devletlerin ilkesi bu muazzam güç ve derinliği taşır.”[1]
 
Devletin muazzam gücü ve derinliği, onda tikel çıkarların devletin yaşamına katılımla evrensellik biçimini alması ile evrensel çıkarın bireysel bilinç ve istenç olarak örgütlenmesinden gelir. Devlet, tikel bilinç ve istencin edimselliğine ulaşmasının yegâne yolu olduğu gibi devlet de ancak tikel bilinç ve istençler yoluyla evrenselliğinin edimselliğine ulaşabilir. Devlete karşı ödevini yerine getirirken haklarının ve çıkarlarının gerçekleşmesini bulmasıyladır ki bireyler, evrensel sorunu ve çıkarı kendi tikel sorunu ve çıkarı olarak almanın bilincini edinir. Devlet, tikel çıkarların evrensel bir biçim alması, evrenselin ise tikel bir içerik kazanmasının ilişkiselliğidir. Bu nedenle ne birey ve toplum tarafından temsil edilen tikellik ucu ne de hükümet gücü tarafından temsil edilen evrensellik ucu keyfi belirlenimler değildir. Bu ikisini birbirini ön gerektiren uçlar olarak konumlandıran, bir üçüncü olarak devlettir. Devletin karşısında toplum ve bireyi tehdit olarak ilan eden egemenlik teorilerinde devlet çoğunlukla toplumsallığa dışsal ve yabancı bir güçtür. Oysa Hegel için birey ve toplum devletin kendine yabancılaşmış biçimleridir. Ama bu yabancılaşma ussal bir zorunluluk olarak devletin gerçekliğinin de kendisidir. Devletin öznelliğini üreten, bu yabancılaşmanın üretimi ve yeniden üretimidir. Bu, devletin toplumsallığa dışsal kendi içinde bir şey ya da aygıttan daha ziyade toplumsal ilişkiler üzerinden devinen ve onları devindiren bir kuruculuk olarak söylemleştirilmesidir. Görüngüsel biçiminde ya da kronolojik olarak sivil toplum devleti önceleyebilir, ancak Hegel için devlet salt görüngüsel bir biçim değil, kendini sivil toplum ve devlet çelişkisi biçiminde gösteren ontolojik bir özdür ve kuruculuğu bu ontolojik statüsünden gelir. O yüzden Hegel’de burjuva mülkiyet sahibi birey ile bu bireylerin biraradalığından oluşan sivil toplumun belirlenimleri yadsınmamış tersine içerilmiş olarak bulunur. Hegel için de sivil toplum herkesin bireysel çıkarının başka herkesin çıkarlarıyla karşıtlaşmasının ve savaşımının alanıdır. Önemli olan bu bireysel çıkarların evrensel olarak tanımlanmış çıkar adına bastırılması değil bu savaşımın özgürleştirilerek denetim altına alınacağı dolayım organlarının kurulmasıdır. Hem hükümet ve genel çıkarın hem de sınıflar ve özel çıkarların duygusuna sahip olması gereken bu organ, meclislerdir. Meclislerde temsiliyet yoluyla özel çıkarlar siyasal alanın bir dinamiği olarak özneleşirken, evrensel çıkar toplumsal bir güç olarak nesnelleşecektir. Bu yönüyle meclisler, devletin kendi olumsuzlaması olan birey ve toplumu olumsuzlayarak kendini olumlamasının kurumsal biçimleridir. Özel çıkarların birbirleri arasında ya da özel çıkarların genel çıkarla çelişmesi, devletin üretimi ve yeniden üretimine içkindir. Devleti var eden bu çelişkili devinimin kendisidir. Çelişki, varlığı yok eden değil tersine üreten ve yeniden üreten ussal zorunluluktur. Bu nedenle siyasal alan ve toplumsal alan çelişkisi devletin diyalektik ontolojisinin hem bir önvarsayımı hem de sonucudur. Bu ikisi devlet tarafından ortaya konmuş çelişkiler oldukları kadar her çelişmelerinde de devleti yeniden üretirler.
Hegel’de diyalektiğin bu şekilde devletin işleyişinin mantığı olarak konulmuş olmasının nedeni mantıksal bir zorlama değildir. Hegel’in sivil toplumu Devlet ideasının tam gerçekleşmesine varmasının bir uğrağı olarak soyutlamasının arkasında yatan, sivil toplumu devletten türetmekten daha çok sivil toplum ve devlet arasındaki diyalektiği çözümlemektir. Bu diyalektik itibariyle sivil toplum devlete karşıt bir toplumsallıktan daha çok adeta devletin toplumsal olarak yabancılaşmış biçimidir. Çünkü yukarıda gösterildiği üzere Hegel’de özel çıkarın genel çıkar, genel çıkarın özel çıkar olarak örgütlenmesi özdeştir ve devlet bu özdeşliğin sürekli bozularak yeniden kuruluşunun devinimidir. Devlet, özel çıkar ile genel çıkar arasındaki çelişkilerin açığa çıkarttığı çatışmalar içinde kendini sürekli reforme eden bütünlüktür. Devlet, hükümet ve yasama gücü yoluyla sivil toplumun kendi içindeki ya da sivil toplumun devletle çelişkilerinden doğan çatışmaları hem disiplin altına alarak reforme eder hem de bunlar üstünden reforme olur. Hegel’de evrensel çıkarın tikelleşmesi, tikel çıkarın evrenselleşmesinin birliği bu reform sürecinin ifadesidir. Kendinin olumsuzlanmış biçimi olan başkayı olumsuzlayarak kendini olumlama diyalektiği, varlığın çelişkiler üzerinden kendini reformu, kendini yeniden üretimidir. Devlet, birey ve toplum olarak örgütlenmiş başkada sürekli kendini olumsuzlayarak kendini olumlayan diyalektik bir politik öznelliktir. Hegel’in devlet kuramının önemi, farklı tarihsel dinamiklere göre şekillenmiş devlet biçimlerinden önce politikliğe devlet biçimini veren bu diyalektik ontolojiyi çözümlemiş olmasından gelir.
 
Marksizm Ve Devlet
Hegel diyalektiği, devletin politik öznelliğinin soyutlanmasıdır. Hegel’in diyalektik olarak işleyen Tin’inin en yetkin olgusallaşmasını Devlette bulması tesadüf değildir. Çelişkiler üzerinden kendini üreten ve yeniden üreten varlık, Devlettir. Devlet, diyalektik bir kuruluş ve kuruculuktur. Bu noktadan itibaren emeğin politikliğinin olumlanmasında devletin eleştirisi, diyalektik eleştirisi olarak yeniden kurulmak zorundadır. Bunun için yüzümüzü yeniden döneceğimiz birikimimiz, Marx’tır. Hegel’de devletin kendisini olumlamasının felsefesi olarak soyutlanmış olan diyalektiğin sermayenin kendini olumlamasının felsefesi olarak kuruluşu Marx’tır. Ancak Marx’tan kalan herhangi bir bütünlüklü devlet teorisinin yokluğunda, sermayenin kendini olumlama politikliğinde devletin ne olduğu sorusu Marksizm için bitmemiş bir tartışmadır. Bugüne kadar Marksizm içinden geliştirilen araçsalcı ya da işlevselci devlet kuramları, devleti sermayenin ontolojisinin içkin bir eğilimi yerine, ister sermayeyi belirleyen isterse onun tarafından belirlenen dışsal bir faktör olarak konumlandırır. Marx’ın ölümünden önce Kapital’in Devlet cildini tamamlayamamış olması Marksist birikim açısından çok ciddi bir şansızlıktır. Ancak bu boşluğun giderilmesi yönündeki çabalar yine Marx’ın kuramlaştırmış olduğu sermayenin öznelliğinin diyalektik işleyişini temel almak zorundadır.
Marx’ta sermaye, ücretli emek ve sermaye çelişkisi üzerinden devinen diyalektik öznelliktir. Ücretli emek, emeğin sermaye tarafından sınıflaştırılmış biçimi, sermayenin olumsuzlayarak kendini olumlayacağı olumsuzluktur. Burjuvazi, sermayenin kişilikleşmiş tikel bir biçimidir. Hem sınıfsal bir özne olarak burjuvazi hem de ücretli emek sınıfı sermayenin kendine yabancılaşmasının biçimleridir. Onun kendini gerçekleştirmesinin tikel dolayımlarıdır. Sermaye, bu tikel biçimler arasındaki yabancılaşmanın üretiminin ve yeniden üretiminin diyalektik ilişkiselliğidir. Burjuvazinin ücretli emeği olumsuzlaması, ücretli emeğin burjuvaziyi olumsuzlaması bir ilişkisellik olarak sermayeyi yeniden üretir. Kapitalizmde sınıflar sermayenin öznelliğinin tikelleşerek özneleşmiş biçimleridir. Sermayenin politikliği ve varlık koşulu, kendisine sınıfsal tikel biçimler altında yabancılaşmak ve bu biçimlerin çelişkisi üzerinden kendini var etmektir. Sermaye, sınıf üretmenin ve üretmiş olduğu sınıflar arası çelişkileri devindirmenin politik öznelliğidir. Devlet, bu politikliğin egemenlik olarak örgütlenmiş biçimidir. Sınıflaştırmanın ve sınıflar arası çelişkilerin özgürleştirilerek denetim altına alınmasının siyasal alanı, devlettir. Bu anlamda, devlet kavramı sermayenin ontolojisine içkindir. Sınıflar arası çatışmalar üzerinden kendini var eden sermayenin devindirici politik gücüdür. Emeğin ücretli emek biçimi altında sermayenin çelişkisi olarak sınıflaştırılmasının, ücretli emek ve sermaye arasındaki diyalektik çelişkinin üretiminin siyasal dolayımıdır. O halde emeğin politikliğinin gözünden, devleti salt sınıflar arası bir uzlaşma alanı ya da bir sınıfın başka bir sınıf üzerindeki tahakkümü olarak okumak yanlış olmamakla beraber eksik okumalardır. Bu hâlâ devletin sermayenin sınıflaştırmış olduğu sınıfların gözünden bir eleştirisidir ve devleti emeği ücretli emek olarak sınıflaştırma politikliği olarak göz ardı eder. Emeğin politikliği ücretli emek olarak sınıflaşmanın politikliği değildir. Ücretli emek olarak sınıflaşmak, sermayenin ve devletin yeniden üretimidir. Ücretli emek olarak sınıflaşmak, sermayenin diyalektik işleyişinin öznesi haline gelerek reforme olmaktır. Diyalektik, reformizmin felsefi temelidir. Olumsuzunu olumsuzlayarak kendini olumlayan sermayenin öznellik işleyişidir. Emeğin politik öznelliğinin kuruluşu diyalektiğin reformizminden kurtarılmalıdır. Sermayenin ve devletin olumsuzlanmasının politik teorisi, emeğin politikliğinin antagonistliği üzerinden yeniden kurulmalıdır.

Yazar: Sinem Özer

[1] Hegel, Tüze Felsefesi, İdea Yayınları, 2006, s. 287
bottom of page