top of page

*Geçmişten Günümüze Otonomist Marksizmin Yol Haritası

  • Yazarın fotoğrafı: otonomdergi
    otonomdergi
  • 14 Kas 2023
  • 25 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 9 Ara 2023

Otonomist Marksizmin son çeyrek yüzyıl içindeki hatları nasıl yorumlanabilir? 1979’dan önce, bu konuya ilişkin herhangi bir tartışma zorunlu olarak İtalyan deneyimine odaklanırdı. Ancak 80’lerin başıyla, daha önce emek süreci, hareket ve teori arasında var olan yakın ilişkinin görünüşte kırılmasıyla birlikte, İtalya’da “operaismo” (işçicilik) olarak bilinen proje “parçalara ayrılmış” görünüyordu. Sonuç olarak, hâlâ İtalyan “otonomist Marksizmi” olarak adlandırılabilecek olan şey, o zaman için, birkaç kişinin çalışmaları dışında, daha çok tarihsel bir merak ve ilgi konusu olarak görünüyordu. Valerio Evangelista’nın daha sonra hatırlattığı gibi, o zaman,
 
***“bütün iyi militanlar ya hapisteydi ya da kaçaktı, kuramcımız kalmamıştı…geriye kalan yoldaşların sayısı çok azdı; daha önce bizimle birlikte olan genç insanlar (hepsi olmasa bile) teker teker uzaklaşmışlardı. Bu duruma üretilen yanıt toplum merkezleri oldu; ancak negatif bir açıdan, neredeyse doğal bir eğilimin sonucu olarak toplum merkezleri, her açıdan doğru olmasa bile, çöldeki bir vaha haline gelmişti.”***
 
Ancak on yıl sonra, İtalya’da tablo ciddi bir değişikliğe uğradı. Pek çok toplum merkezinin kabuklarından çıkıp diğer toplumsal güçlerle buluşmaya hazır hale gelişi, genç aktivistlerden oluşan yeni kuşak içinde entelektüel merakın giderek büyümesiyle aynı anda gelişti; bunun nedeni, kısmen “operaist” deneyimden gelen pratikler ve görme biçimleri, ama daha da önemlisi bazı hareketten gelenlerin çalışmalarıydı. Bu yüzyılın başında genel olarak otonomist olarak adlandırılan -başta Antonio Negri olmak üzere, Paolo Virno ve Franco “Bifo” Berardi gibi- İtalyan kuramcıların çalışmalarına duyulan bu ilgi, ister “küresel karşıtı” hareketle sokaklarda, isterse İmparatorluk kitabının yayınlanmasıyla birlikte kitap tezgahlarında olsun, İngilizce konuşan dünyada da açık hale geldi. Enda Brophy’nin sözleriyle, “operaismo”nun eski katılımcılarından bazılarının çalışmalarına yeniden gösterilen ilgi,
 
***“anakronik olmanın ötesinde, otonomist düşüncenin zamanla dönüşebilme yönünde son derece esnek bir kabiliyete sahip olduğunun kanıtıdır.”***
 
Bu nedenle bu yazının amacı, İtalyan hareketinin 70’lerin sonundaki yenilgisinden bu yana “otonomist Marksizm” içinde neler olduğuyla ayrıntılı olarak ilgilenenlere birtakım ipuçları sağlayabilmektir. Görüleceği gibi böyle bir tartışma, İtalyan bağlamının ötesine bakmamızı zorunlu kılacaktır. Pek çok yazarın belirtmiş olduğu üzere, “otonomist Marksizm” hiçbir zaman salt bir İtalyan olgusu olmamış ve 1979’dan sonraki gelişiminin en ayırt edici yönü uluslararası düzeyde yaygınlaşması olmuştur. Elbette bu meseleyi bu yazının sınırları içinde yeterince ayrıntılı olarak ele almak olanaksızdır. Yine de en azından bir ön keşif yapmak, alanın geniş yüzeyini araştırmak, kuytulukları ve gizli yerleri bulmaya çalışmak ve tüm bunlardan bu meydan okumayı kabul etmeye hazır cesaretli yüreklere yakışır sorular oluşturmak mümkün olabilir.
Yalnız önce isimlendirmelere dair birkaç uyarıda bulunalım. Ancak bu soru karşısında hayrete düşüp İtalyan “otonomist Marksizmi”ni “operaismo”dan türeyen pek çok farklı kolla eşitlemeye çalışanlar varsa, 1) bu ismin bu dallar tarafından tipik bir biçimde benimsenmediğini, 2) bu dalların halihazırdaki kendi çalışmalarıyla 60’ların ve 70’lerin işçicilikleri arasındaki ilişkiye dair oldukça farklı görüşlere sahip olduğunu unutmamak gerekir. Örneğin Berardi (sınıf bileşimini okuma yöntemine göndermeyle) “bileşimcilik” (compositionism) diye bahsetmeyi tercih ederken, Negri kökten bir şekilde yeni toplumsal ilişki biçimlerinin farklı bir dönemde geliştirilmiş olan kavramsal çerçevelerden, “operaismo”dan başlamak üzere, bir kopuşu gerektirdiğini vurgular. Bu terimi ilk ortaya atan Harry Cleaver’a dönersek, onun da bu terimi kullanırken “operaismo” ve sonrasından daha fazlasını ima ettiğini görürüz:
 
***“Özgün bir gelenek olarak ‘otonomist Marksizm’ kavramına anlam veren şey, genel Marksist gelenek içinde işçilerin otonom gücüne ­-sermayeden, (sendika ve siyasal partiler gibi) resmi örgütlerden otonom- ve belli bir işçi grubunun diğer gruplardan (örneğin, kadınların erkeklerden) bağımsız hareket edebilme gücüne vurgu yapan çeşitli hareket, politika ve düşünürleri saptayabilmemizdir. ‘Otonomi’ ile işçilerin kendi çıkarlarını tanımlama ve bunlar için mücadele edebilme -sömürüye salt bir tepkiselliğin ya da kendi kendini tanımlayan ‘liderlik’in ötesine geçip sınıf mücadelesini şekillendirecek ve geleceği belirleyecek şekilde hücum pozisyonuna geçebilme- yetilerini kastediyorum.”***
 
O halde başka hiçbir şey olmasa bile, “otonomist Marksizm” teriminin kendisi, 1979’dan sonraki dönemde neler olduğunu anlama sürecinin bir parçası olarak yeniden gözden geçirilmeyi hak ediyor. Bu terim, değerlendirmekte olduğumuz süreçleri açıklamaya yardım ediyor mu, yoksa bu süreçler bu terimin sınırlarına mı işaret ediyor?
Öyleyse İtalyan işçiciliği, en parlak döneminde bile ne kadar türdeşti? Guido Borio, Francesca Pozzi ve Gigi Roggero tarafından, 90’ların sonundan itibaren yürütülen geniş ön tartışma, “operaismo”yu “ne bir homojen doktriner bir külliyat, ne de bölünmez bir politik özne”, daha ziyade “kökleri ortak bir kuramsal dölyatağından gelen çeşitli patikalar” olarak tanımlamalarını destekler. Bununla birlikte, belli ana unsurlar tanımlanabilir. Bu eğilimin dibe vurmuş gibi göründüğü bir zamanda, Sergio Bologna bu “ortak kuramsal dölyatağı” üzerine şunları söylemişti:
 
***“Her şeyin ötesinde ‘operaismo’nun işçi sınıfının -bazen eleştirel olmayan bir tarzda- yüceleştirilmesi, aynı zamanda da gücün aşırı yüceleştirilmesi olduğunu düşünüyorum. Operaismo’nun Operai e capitale (İşçiler ve sermaye) ile birlikte doğması bir tesadüf değildir. İşçi sınıfına düzülen övgünün mü, yoksa bu işçi sınıfını kendi bileşenleri açısından boyunduruk altına alma yönündeki kapitalist kapasiteye düzülen övgünün mü ağır bastığı belirsizdir. Öyleyse pek çok kuramcısının, sonradan devlet kuramcılarına şimdi ise yönetişim kuramcılarına dönüşmüş olması tesadüf değildir. Ve bu insanlara hain denebileceğini düşünmüyorum; çünkü sermayenin iktidarına düzülen bu methiye, sonradan politik olanın iktidarına, politik olanın otonomisine methiyeye dönüşen ‘operaismo’ içindeki bir risktir. Bu bence oldukça tutarlı bir sonuçtur. Bu bir sıçrama ya da bir dönüşüm uğrağı değildir, bana göre mantıksal bir sonucudur.”***
 
Bu ikilik, Tronti ve diğerlerinin İtalyan Komünist Partisi’ni kucaklamasıyla ortadan kalkmaz. Berardi, bu iki ruhun Potere Operaio (İşçilerin Gücü) içinde nasıl karşı karşıya geldiğini oldukça ayrıntılı bir şekilde gösterirken; Bologna, 70’lerin ortalarında politik örgütlenme ile sınıf otonomisi arasında sürekli bir çelişkinin var olduğu sonucuna varır. Ve bu dönemde sınıf otonomisi projesini benimsemiş olan bazıları partiye vurgu yaparken, Yann Moulier Boutang gibi bazıları ise farklı bir bakışa sahipti: “Doğal olarak, görünmeyen Mirafiori partisinin en sevdiğim yanı parti değil, daha ziyade görünmezliğiydi.”
İronik olan şu ki “operaismo” geleneğini paylaşanları birbirine bağlayan en güçlü bağlardan biri gelenekleri -özellikle “devrimci gelenekleri”- azımsamadır. Sonuçta kuramsal gelişmelerde olduğu kadar örgütsel projelerde de, hem mücadelelerdeki hem de “işçi sınıfı bilimi”ndeki süreksizliklerin ve sıçramaların yüceltilmesi, 60’lar ve 70’lerdeki işçici literatür içinde ortak bir meseleydi. Tronti’nin Operai e capitale adlı klasik eserindeki sözleriyle söyleyecek olursak, “sıradan adamların bilim adamlarına çılgınlık gibi görünen fikirleri” “tehlikeli sıçramalar”la, “süreklilik çizgisi”nin kırılmasıyla oluşturulmuştu.
Ancak otonomi ve iktidar arasındaki ilişkiyle ilgili olarak, bu süreksizlikler anlayışı oldukça farklı yönlere gidebilir. Belki de bir uçta, Negri’nin 80’lerin başındaki “hafıza eksikliği olarak Komünist geçişi” (ve diyalektiğin toplumsal antagonizmayı açıklamaya yarayan kullanışlı bir araç olarak terk edilmesini) öven argümanı; diğer uçta ise, ABD’deki sınıf antagonizmasına referansla Peppino Ortoleva’nın bundan birkaç yıl önce yaptığı aşağıdaki vurgu yer alır:
 
***“Kapitalist kültürün hegemonyası ve bunun Amerikan tarihindeki versiyonu, Amerikan işçi sınıfının ‘kolektif hafızasının’ bir ‘tabula rasa’sına çevrilmez. İşçi sınıfı geleneklerinin hazinesi hâlâ durur; ancak bu bir bütün olarak Amerikan proletaryasının değil, daha ziyade bölünmüş olan tek tek işçi gruplarının, sendika efradının deneyimlerinin bir zenginliği olarak.”***
 
1979 öncesi ve sonrası için tüm bunlara anlam verebilmek adına, Borio, Pozzi ve Roggero’nun 2002’de yayımlanan ve “operaismo” üzerine olan çalışmasına sürekli bir referans vermeden bu zemini araştırmak imkânsız olacaktır. Futuro Anteriore[1] adlı kitapları, bu görüşmelerde sözü geçen temaların zengin (ve bazen de provakatif) bir değerlendirmesini sunarken, ekteki yaklaşık altmış görüşme içeren CD-ROM “operaist” deneyime ortak olanların düşüncelerini derleyen, belgesel niteliğinde bugüne kadarki en zengin kaynaktır. Sergio Bologna bu projeyi şöyle anlamlandırır:
 
***“Aramızda birbiriyle hiç konuşmamış olan, yıllar yılı hiçbir düzeyde kişisel ilişkisi olmamış insanlar olduğunu düşünürsek bu garip bir olaydı ve hepimizi şaşırtmıştı; kişisel yollarımız bu kadar ayrılmıştı. 2000 yılında bir gün, deneyimlerine eleştirel olarak baksalar bile geçmişlerini inkâr etmeksizin, kendilerini ortak bir gelenek içinde kabul etmek konusunda aynı fikri paylaşır hale gelmişlerdi.”***
 
Dolayısıyla aşağıda sadece 1980 ile 2005 arasında üretilmiş olan çalışmalara değil, aynı zamanda Borio, Pozzi ve Roggero’nun alan çalışmasında elde edilen bazı fikirlere de dayanarak ilerleyeceğiz. İlerledikçe de Enda Brophy’nin Operaisti after operaismo (Operaizmden sonra operaistler) adlı muhteşem çalışmasında dile getirdiği bir nokta da açıklık kazanmış olacak. Kısmen Futuro Anteriore’nin çıkışı için 2002 yılında Roma’da düzenlenen önemli bir konferansı naklederken, Brophy bize, 1979’dan sonraki “ortak gelenek”le ilgili tartışmaya dair şunları hatırlatır:
 
***“Teori ve pratiğe dair temel meseleler üzerindeki derin farklılıklar, o yılların önde gelen kişilerinden bazılarını birbirinden daha da uzaklaştırmıştı; bu, İtalya’da toplumsal çatışma düzeyinin yükselmiş olduğu 60’ların sonundan itibaren başlamış bir süreçti.”***
 
Haritalar
 
1960 ve 70’lerin “operaismo”sundan bu kopmaların haritasını nasıl çizmeli? Burada bir dizi farklı yaklaşım akla gelir: eğilimler açısından, ya da projeler açısından, ya da kategoriler açısından kurgulanmış haritalar. İlk yaklaşım için, Chris Wright’ın “liberter Marksizm içinde farklı eğilimlere” dair oluşturduğu son derece ilginç harita, otonomist Marksizmin daha geniş bir siyasal ve entelektüel tarih içine oturtulması konusunda son derece faydalıdır (bkz. Harita 1). Asıl olarak internette bir metin arşivine eşlik etmesi için tasarlanmış bu harita, “bunların mükemmel eşleştirmeler olmadığı ve ilişkilerin aslında çok daha karmaşık olduğunu” kabul ederek, “teori ve pratikteki eşsiz katkıların izini sürme”yi hedefler. Wright’ın haritası, Johnson-Forest Eğilimi gibi diğer akımların her biri üzerindeki etkiye de işaret ederek, “Operaismo” (1960-72), “Otonomi” (1972-1980) ve “Otonomist Marksizm” arasında bir ayrım çizer. Buna eşlik eden tartışma belgesine baktığımızdaysa, kimi ilişkilerin ne denli karmaşık olduğu çok net görülür. İngilizce konuşan dünyada “açık Marksizm” ve otonomist Marksizm arasındaki aşağıda ele alacağımız ilişkileri düşünün. Wright’ın kendisinin de belirttiği gibi,
 
***“Her ne kadar Hegel’in önemi ve diyalektik sorunu her iki eğilim arasındaki ayrımın temel zemini olsa da, kiminle konuştuğunuza bağlı olarak ya Açık Marksizmin otonomist Marksizmi içerdiği ya da otonomist Marksizmin Açık Marksizmi içerdiği söylenir.”***
 
Bu şekilde bir harita hazırlamanın bir diğer sınırı, bir yanda “eğilimler” ve diğer yanda bireyler ya da kolektiviteler arasında bir bağıntı aradığımızda ortaya çıkar. Örneğin -özsel olarak liberter Marksist olan- Primo Moroni’yi böylesi bir şemanın neresine koyabiliriz? Siyasal yolculukları boyunca kimilerinin yaptığı gibi, bir eğilimden diğerine geçmek yerine, Moroni’nin çalışması, bir keresinde kendisinin dediği gibi “Bordigacılardan ilk-sitüasyonistlere, konseycilerden enternasyonalistlere, anarşistlerden anarko-komünistlere, liberter komünistlere uzanan bu tanımlanamaz alandan” ilham alır.
Bunların tümü, bizi ilk başlangıç noktam olan Primo Moroni’nin 80’lerin sonunda çizdiği bir haritaya (Harita 2) götürür. Moroni, bilginin görsel temsili konusunda özel bir yeteneğe sahipti. Bu haritada, Macaristan’daki işçilerin ayaklanmasını takip eden otuz yıl boyunca, İtalya’daki devrimci kitle iletişim araçları arasındaki ilişkileri göstermeye çalışır. Bunu yaparken, bu zamanın içinden mekânın öyküsünü anlatmayı hedefler. Bu, coğrafi bir mekân (kısmen buna da işaret edilse de) değil, daha ziyade mantar gibi biten otonomi “alanına” dair bir mekândır.
Şimdi Moroni’nin haritasına bir bakalım. Bu harita, onları görmüş olanlar için diğer kartografik çabaları anımsatacaktır: Bunlardan biri, 1969’ların L’Espresso dergisinin bir sayısındaki o dönemin öğrenci hareketinin içinde yer alan ya da yakınından geçmiş eğilimlerin haritasıdır. Benzer bir diğer şemada ise, 70’lerde İtalyan Komünist Partisi’nin hegemonyasına meydan okuyan siyasi örgütlerin ve yayınların cümbüşüne, bir de önde gelen militanların isimleri eklenmiştir (Working Class Autonomy and Crisis[2], Red Notes, 1979). Moroni’nin haritası ise, aksine sunumu açısından daha yalın ama daha ayrıntılıdır. Açıkça gösterdiği gibi, 60’larda kurulan geniş yelpazedeki dergiler üç ya da dört yıldan daha uzun sürmediyse de, 70’lerde bol miktarda yayın patlamasına zemin sağlamışlardır. Ok cümbüşünün de işaret ettiği gibi, bu projeler arasındaki çapraz dölleme, sürekli ve sıklıkla “erdemli” olmuştur (Yani, oklar hiçbir şekilde yalnızca kimi çevreler arasındaki yol ayrımına işaret etmeyip, ortak projeler yoluyla yakın ilişkilere ve hatta kesişen üyeliklere işaret eder).
Moroni’nin haritasını dikkatle incelediğimizde, bir dizi başka şeyi daha fark ederiz. Birincisi, sayfadan aşağı inen kalın sütunlara dairdir (Harita 3). Daha dikkatli bakıldığında, şemanın solunda İtalyan radikal solu içinde bir şekilde liberter ve/veya karşı-kültürel anlayışlarla ilişkilendirilebilecek projeleri ayırt etmek mümkündür: bir yanda sitüasyonistler ve “Collegamenti”den öte yanda “Re Nudo” ve Radio Alice-“A/traverso”ya. Sağdaki bir başka sütun ise, şeceresi İKP’den Il Manifesto ve sonra da Romalı otonomistlere (ve “Laboratorio Politico”nun Tronticileri, burada iyi bir varlık gösterir) çizilebilecek projeleri içerir. Ortadaki sütunda “Quaderni Rossi” ve “Classe Operaia”dan “Potere Operaio”ya geçip “Rosso”nun yanı sıra “Primo Maggio” ve (bir çoğu Moroni’nin kitapçısı Calusca ile ilişkili) diğer girişimler de dahil bir dizi otonomist yayını içeren “operaismo”nun “merkezi gövdesi” bulunur.
Buradaki ikinci nokta, en azından Moroni için, 80’lerin ortalarına doğru İtalya’da devrimci medyanın en önemli ifadesinin büyük oranda radyo yayınları cephesinde olduğudur. Kimi dikkat çekici istisnalar olsa da, Roma’da Radio Proletaria ve Onda Rossa, Padova’da Sherwood ve Brescia’da Onda d’Urto öne çıkar. Burada dikkate değer bir diğer şeyse, o yıllarda Moroni’nin de özel bir yakınlık duymaya başladığı bir hareket olan punkla bağdaştırılan “radikal metropol olayları”dır.
Peki niye bu harita üzerine böyle kafa yoruyoruz? Bunun bir nedeni, Moroni’nin haritasını içinde bulunduğumuz yıllara doğru bir yirmi yıl daha uzatırsak neleri görebileceğimizi düşünmenin anlamlı olabileceğidir. Böylesi bir çaba, doksanlarda oldukça önemli hale gelen radikal medyayı da içermek durumundadır: yalnızca interneti değil, ayrıca o zamanda (toplum merkezleriyle ilişkili) elektronik bülten ağlarının yanı sıra dolaşıma giren yeni yayınları da. 1990’ların başının parçalı bir haritası, Luogo Comune, Klinamen ve Padua’da Riff Raff (ayrıca Torino’da aynı isimde ama aynı içerikte olmayan bir diğer dergi), bunun yanı sıra Altreragioni, işyeri yönelimli Incompatibili, Torino’da Virus ve benzerleri Veneto’da Zeronetwork Collegamenti ve Autonomia (Padua) gibi kimi eski sadık üyeler de orada olacaktı. Ayrıca, daha önceki yılların hareketlerinin üyeleri ve genç kuşak aktivistler arasındaki yeni birliklerle, basın-yayın cephesindeki bu bolluk daha da zenginleşmişti. Sandro Mezzadra’nın anımsadığı gibi, seksenlerde bu tür insanlarla bağ kurmak “bir hayli güç” iken -“kısmen çoğu hapiste ya da ülke dışında olduğundan, kısmen de diğerleri (en azından benim kendi deneyimimde) buna özellikle eğilimli olmadığından”- şimdi toplum merkezleri ve diğer hareket alanları bu tür karşılaşmalara zemin sağlayan bir dizi seminere ev sahipliği yapıyordu.
Aynı zamanda, başka tür bir haritaya da ihtiyaç olabilir. Mesela bireylerin yörüngelerinin izini sürmek ya da yine kimi kategori ve kavramların gelişiminin haritasını çizmek oldukça ilginç ve faydalı olabilir. İşte burada, seksenlerden itibaren kategorilerin evrimini yansıtan başka bir tür harita var (Harita 4). Bu kavramlar, işçici deneyimden etkilenen kimi yazarların geçmiş kuşakların toplumsal öznelliğini anlama çabalarında kullandıkları kimi temel kategorileri gösterir. Geçen on yılı aşkın sürede, bu çerçevedeki hakim terim elbette çokluktur. Görüleceği gibi diğer anahtar kavramlar, bu kavramı yetmişlerde Negri ve diğerleri tarafından toplumsallaştırılan bir kategoriye bağlar: “toplumsal işçi”. Ve bunlar kullanılmaya devam etse ve kendi adına ilgi çekici olsa da, kitlesel zekâ ve genel zekâ gibi terimler de toplumsal işçi ile çokluk arasında bir köprü olarak görülebilir: özellikle 80’lerin sonu ve 90’ların başında, yüksek öğretimde Pantera gibi hareketler, kimi çevreleri entelektüel emeğin doğasına dair yeni kuramsallaştırmalara sevk ettirdiğinde.
Bu tür bir egzersizde büyük bir ihtilaf olması pek olası değildir; çünkü artık çoğu İngiliz dilinde okuyan kişi bu terimlere aşinadır. Burada benim vurgulamak istediğim asıl nokta farklı bir şey: Tartışmanın parametrelerini genişlettiğimizde ve “operaismo” ve ondan kopanlar tarafından ele alınan tüm o görme biçimlerini (bunu yaparken İtalya’nın ötesine de geçmek durumunda kalacağımızı da akılda tutarak) kucakladığımızda nasıl bir tablo ortaya çıkar?
Eğer buna girişirsek, önümüzdeki tablo biraz daha farklılaşır (bkz. Harita 5). Aslında son 25 yıllık literatürü incelediğimizde, karşımıza devasa bir toplumsal figürler geçidi çıkar. 1980’den itibaren bu cephedeki gelişimler hakkında bize söyleyecekleri çok şey olabileceğinden, bir sonraki bölümde her birini sırasıyla ele almak istiyorum. Şimdilik her ne olursa olsun, çoğunun sınıf figürü olarak tanınabileceğini belirtmekle yetinelim. Daha önceki kullanımında, “çokluk” bu anlamda belki daha muğlak olmuş olabilir -Negri son yıllarda çokluğun bir sınıf kategorisi olduğunun altını çizerken, bu kavramın sınıf doğası konusunda ısrarcı olan yorumcular her zaman vardı (örneğin, DeriveApprodi’nin editörleri).
Yetmişlerden beri emperyalizm, sermaye ve devlet gibi eskilerinin yanı sıra İmparatorluk, Savaş Devleti, Bütünleşmiş (Entegre) Dünya Kapitalizmi, Yerküresel İş Makinesi, bilişsel kapitalizm, postfordizm ya da Yeni Çitlemeler gibi terimlere dair farklı anlayışları yansıtan benzer bir kavramsal harita da çizebiliriz. Ve sermaye ile sınıf (ya da isterseniz Potere-iktidar ile potenza-güç) arasındaki ilişkiyi niteleyen süreçlere bakan üçüncü bir harita da oluşturabiliriz: kendini değerli kılma, öz-belirleme, yeniden yapılanma, işin reddi gibi eski kavramlar; exodus (kaçış), garip döngüler[3], elbirliği, ortak olan, temel gelir ve devlet-dışı kamusal alan gibi daha yeni kavramlar.
Yine de araştırılması en merak uyandırıcı olanlar patikalardır: tüm sapakları ve dönemeçleri ile tartışmanın çeşitli hatları; kesişimler, yankılar ve bu hatlarla hareketler ve bu hareketlerin kavramaya çalıştığı olaylar arasında yankılanan sessizlikler. Bu makalenin ikinci bölümü, bir kuşak önce “operaismo”nun çöküşünden doğan çeşitli hatların sınırlarının yanı sıra zenginliğini tam anlamıyla anlayabilmek için yapılacak daha çok şeyin farkında olmakla beraber, bu materyalin bir kısmını ele alacaktır.
 
1980’den Sonra
 
Bu patikaları takip etmenin, son haritada gösterilen toplumsal figürlerin her birini sırasıyla incelemekten daha kötü yolları vardır. Birincisi –bir çoğu, bunu Hegel kadar ölü kabul ettiği için üzerinde çok durmayacağımız- kitlesel işçidir. Bu konuda en çarpıcı çalışmalar, FIAT yenilgisinin sonrasında özellikle Primo Maggio (1 Mayıs) dergisi editörleri tarafından yapılan ve Marco Revelli’nin Lavorare in FIAT adlı muhteşem tarih kitabında doruk noktasına ulaşan çalışmalardır. Peki kitlesel işçi, salt tarihsel ilgiye layık bir özne olarak bir kenara atılabilir mi? Guido Bianchini, “bir yerde gelişmenin sonu başka bir yerde gelişmenin kendisidir” demişti ve son yirmi yıl, “kitlesel işçilerin” Kore’den Güney Afrika’ya, bir zamanların “çevre”deki toplumsal oluşumlarına damgalarını vurduklarına tanık olmuştur.
1980’den sonra yine kimi Primo Maggio üyelerinin başını çektiği bir başka önemli sınıf bileşimi incelemesi, ulaşım sektöründeki işçilerle ilgilidir ve derginin bu alandaki çalışmaları bugüne dek devam eden önemli mücadele döngülerini müjdeler. Primo Maggio seksenlerin sonlarında kepengini indirse de Bologna, Alman işçileri ve Nazizm ile İtalya’da sınıf bileşiminin gelişimi hakkındaki çalışmalarıyla işçi sınıfı tarihine dair araştırmalarını devam ettirmiştir. “Sınıf bileşimi ekolü” temsilcileri tarafından yürütülen tarih araştırmalarında, her zaman olduğu gibi, güncel siyasal kaygılar hep söz konusu olmuştur. Ama Bologna’nın en önemli emek eksenli araştırmaları, en görkemli günlerinde “operaismo”nun ele aldıklarından oldukça uzak bir toplumsal özneye hitap etmiştir: İtalya’da sayıları doksanların başında belirgin şekilde artan, kendi hesabına çalışan işçiler. Bologna’nın; Borio, Pozzi ve Roggero’nun araştırmalarını tartışmak üzerine düzenlenen bir toplantıda işaret ettiği gibi:
 
***“Kendi hesabına çalışan emek, benim yürekten sevdiğim bir temaya geri dönecek olursak, ‘operaismo’nun kavradığı o çatışmaya artık sahip değildir: yani ‘par excellence’ (mükemmel) çatışma olarak işyeri çatışmasına (‘conflitto sindacale’). Öznel olarak buna yatkın olmadığı için değil, üretim ilişkilerinin yapısı değiştiği için. Bu yüzden, safkan bir işçici kendi hesabına çalışan emeği özne listesinden silecek ve ona çokluğun bataklığı ve alıcısı muamelesi yapacaktır.”***
 
Seksenlerin ortalarında, temel olarak kamusal sektördeki gayri resmi taban gruplar ağının hem işverenlerine hem de sendikaların ücret ilişkisinde işçilerin çıkarlarını temsil etme rolüne meydan okuyan COBAS olgusu, çoğu İtalyan “safkan işçici”yi yüreklendirmişti. Dönemin eski-işçici ve sol liberter basınında COBAS üzerine makaleler bulmak mümkünken, hem bu yeni gruplaşmalara hem de doksanlarda bunların ardından gelen alternatif sendikalara en çok yer ayıranlar, özellikle ücretli işyerine odaklanan dergilerdi –Collegamenti ve daha sonra Incompatibili. Fransa ve İspanya’da ortaya çıkan benzer hareketlerde de bu işçilerin yeniden yapılanmaya karşı mücadeleleri sorusu -karşı karşıya kaldıkları korporatist tahrik olarak özel sektöre yayılma potansiyelleri- kamu sektöründe çalışanların koşullarının, seksenlerin ortalarından doksanların başına dek uzanan yıllarda yürütülen somut sınıf bileşimi analizlerinde genellikle öne çıktıkları anlamına geliyordu.
Paolo Virno’nun da belirttiği gibi, “77 Hareketi” deneyimleri büyük bir soru yumağını cevapsız bırakıyordu, ki bu sorular post-fordizm denilen dönemde toplumsal çatışma tartışmalarında yeniden su yüzüne çıkacaktı. Politik yeniden bileşim açısından bu sorular temsiliyet ve örgütlenme konularını içeriyordu; sınıf bileşimindeki değişimler açısından, kitlesel işçiyi meydana çıkaran fordist işyeri rejimleri dışındaki emek süreçlerinin kapitalist birikiminin artan önemini içeriyordu. 1977’de ortaya atılan ve ancak son on yılda belirgin bir şekilde yeniden dirilecek bu anahtar kavramlardan birisi güvencesizliktir. Bu konu, daha çok hükümet otoritelerinin hazırladığı kısa dönemli iş projelerine odaklanılan seksenlerin başına kadar Collegamenti ve Primo Maggio çevresinin ilgisini çekmeye devam etmiştir. İtalya’da bu kavrama dair devam eden bir pratik referans noktası anlamında seksenler boyunca güvencesiz işçilerin mücadeleleri, eğitim sektörüyle başlamak üzere bir dizi toplumsal çatışmanın içinde kendisini ördü. Doksanların ortalarında “güvencesizlik”, işçicilikten feyiz alan daha genç bir kuramcı kuşağının dahil olduğu toplum merkezleri hareketinin bir kesimi (Tute Bianche’nin erken dönem bir tezahürü, geçici çalışma koşulları etrafında örgütlenen aktivistlerdi) tarafından ele alınan bir tema haline geldi.
Geçici işçilerin deneyimlerinin araştırılması da, seksenlerde sınıf bileşimi analizini benimseyen bir Alman çevre içinde merkezi bir temaydı. Bir kısmının daha sonra John Holloway’e açıkladıkları gibi,
 
***“1980’li yılların başında fabrika işçisi mücadelelerinin döngüsü bitmişti; ama birçok genç insan için ücretli emeğe uyum sağlayıp emeklilik yaşına kadar bir işte çalışmak inanılması güç bir şeydi. Ayrıca, biz kendimiz de, bireysel olarak kapitalist hiyerarşide daha iyi bir yer için mesleki kariyer peşinde koşmayı reddediyorduk. Bundan, kendimiz için, politik mücadele için ve istediklerimizi yapmak için zaman ayırabileceğimiz şekilde, kısa bir süre rezil bir işi yaptığımız götürü usulü çalışma pratiği çıktı. Formel terimlerle söyleyecek olursak, daha sonra sosyologlar tarafından sermayenin tek-yönlü tedbirleri karşısında savunmasız olma anlamında ‘güvencesiz’ olarak tanımlanacak koşullarda çalıştık. Ancak o zamanlar, iş yasasının uygulamalarını ve refah devletini kendi ihtiyaçlarımız için kullanmak çok daha kolaydı.”***
 
Wildcat editörlerinin devamında daha ayrıntılı anlattıkları gibi, başlangıçtaki duruşları yıllar geçtikçe belirgin şekilde değişti. Seksenli yılların ortalarında Zerowork dergisinin eski bir üyesi enformel ekonomiyle eleştirel bir ilişkilenmenin “toplumsal otonomi için bir temel” sağlayabileceğini ileri sürüyordu. Oysa 1984 yılında, “operaismo” ve “otonomi” üzerine Kanada’daki bir konferansta Sergio Bologna’nın yorumları, “bir özgürleşme olarak güvencesiz emek” nosyonunun enformel ekonominin kendisinin iflası ile yok olmaya mahkum olan geçici bir aşamadan başka bir şey olmadığı yönündeydi.
Bilindiği gibi, geçici ya da güvencesiz çalışmayı kuşatan koşullar, Wildcat ile ilişkili daha genç bir kuşağın Avrupa’da başka yerlerde küçük gruplarla (örneğin, İtalya’da Precari Nati) bağlar geliştirerek call center işçilerinin koşullarına dair bir işçi araştırması başlattığı doksanların sonunda bir hayli farklı olacaktı. Çabaları, kimi çevrelerde tartışma yaratmış olsa da, Avrupa’da bir dizi ülkede son yıllarda girişilen yeni -ve memnunluk verici- bir işçi araştırması ve birlikte-araştırma devri için önemli bir dürtü olarak görülebilir. Hareketler açısından, güvencesizlik etrafındaki çalışmalar yakın zamanda EuroMayDay konusunda büyük bir başarı sağlayan ağlar için temel olmuştur. Mute’un yakın dönemdeki bir sayısında Angela Mitropoulos’un ileri sürdüğü gibi, eğer güvencesiz emek, sermaye ilişkisi tarihinde istisnadan çok bir kural olduysa, o zaman belki de kimi durumlarda “güvencesizliğin bu son dönemdeki yükselişi aslında”, ücretli ve ücretlendirilmeyen emek arasındaki hiyerarşilere dair uzun süredir devam eden körlüklerini düşünürsek, “onun, onu hiç beklemeyenlerce keşfidir”.
Yetmişli yıllarda göçmen işçi, “operaist” sözlükte neredeyse kitlesel işçi demenin bir başka biçimiydi ve Materiali Marxisti kitap serisinde ve başka yerlerde bu konu üzerine bir dizi çalışma çıkmıştı. Ancak Yann Moulier Boutang’ın da belirttiği gibi, işçiciliğin en parlak döneminde bile İtalya ve başka bir yer arasındaki koşulların farklılığı, bir anlayışı bir toplumsal oluşumdan diğerine mekanik olarak aktarma çabasını boşa düşürecekti (özellikle, göçmenliğin sınıfın yeniden bileşimi süreci için ne anlama gelebileceğini anlamak açısından):
 
***“Henüz benim için belirleyici öneme sahip bir karşılaşmadan bahsetmedim: göçmen yoldaşlarla karşılaşma. Aslında göç sorusu İtalyan yoldaşlarımızın, özelikle de Potere Operaio’dan olanların ilgisini çekiyordu. Ancak İtalyan göçü bir yayılma biçimi olarak ilginç olmuş olsa da, sınıf bileşimi içinde bir kırılma olarak teorik bir göç problemi değildi. FIAT’taki yoldaşlarımıza ya da Romano Alquati’ye, 22 milliyete sahip olmanın bir İtalyan işçi sınıfına sahip olmakla aynı şey olmadığını anlatmakta zorlandığımızı hatırlıyorum, Güney’den İtalyanlar olmuş olsa da, bu farklı bir şeydi. Ve 1973’te, FIAT’ta 300 Tunuslu işe alındığında Alquati, Toni [Negri] ve diğerlerine bu olgunun çok yakından izlenmesi gerektiğini, çok önemli olduğunu söylediğimi çok iyi hatırlıyorum. Bence bunu yapmamış olmaları çok büyük bir hataydı...”***
 
Moulier Boutang’ın çalışmaları göçü merkeze alır. Ve İtalya’da da özellikle doksanların başından itibaren, Altreragioni dergisiyle bağlantılı yazarlar başta olmak üzere, göçmen işçiler ve göçe dair bir dizi önemli çalışma yapılmıştır. Tanınabilir bir “postoperaista” (işçicilik-sonrası) anlayışın ortaya çıkışı anlamında, göçe yönelik ilgi, göçmenler arasındaki politik çalışma ile Avrupa’daki sürgünleri birleştirmiştir. Sandro Mezzadra için, koşullarının insafına kalmış edilgen kurbanlar yerine etkin failler yönündeki bir göçmen algısını İtalya’ya getiren, kendisinin Cenova’daki politik çalışması ile Moulier Boutang’ın çalışmalarının karşılaşmasıydı. Mezzadra’ya göre göçmen işçilerin koşulları, indirgemeci eğilimlerden kaçınıldığı koşulda, çağdaş sınıf bileşiminin temsilcisiydi:
 
***“Sınırlarının farkında olduğumuz için -ki bunlar canlı emeğin bileşimini tanımlayan özgül özne pozisyonlarının çoğulluğu uğruna vurgulanamayan bir ortaklığın sınırlarıdır-, ‘genelleştirici’ kavramlardan kurtulamayız. Bu şekilde, örneğin çağdaş canlı emeğin bütünü tarafından paylaşılan bir ortaklık öğesini gösteren öznel bir figür olarak göçmen işçiden, bu yüzden bir yandan göçmenlerin devingenlik deneyiminin öznel ve nesnel özelliklerini feda etmeden ve diğer yandan da göçmenlerin deneyiminin çeşitliliğini unutmadan, bahsedebiliriz (yani, örneğin David Harvey’in tarif ettiği ‘esnek birikim rejimi’nin öznel karşılığı olan, hareketlilik ve esnekliğe dair genel bir tavır).”***
 
Buraya kadar ele alınan toplumsal öznelerin her biri belli bir sektörel özgüllüğe sahipti. Çokluk kategorisine geçmeden önce, “operaist” geçmişe sahip diğerlerinin bugün sınıf bileşiminin daha küresel ve bütünlüklü bir okumasını yapma çabasıyla ortaya attığı iki kavramı daha ele almak istiyorum. Birincisi, Romano Alquati’nin icat ettiği hiper-proletarya terimidir. Torino’daki toplum merkezlerinde uzun süredir alttan alta bir etki olan Alquati’nin yazıları, seksenler ve doksanlarda büyük oranda küçük yayınevleri kanalıyla görünmeye devam etti. Birlikte-araştırma teknikleri üzerine detaylı düşüncelerin yanı sıra, çalışması, sınıf analizine, kökleri yetmişlerde entelektüel emeğin proleterleşmesi yönündeki düşüncelerine dek izi sürülebilecek, kesinlikle özgün bir yaklaşım kazandırmıştır. Alquati için, hiper-proletarya, anlar gösterisi içinde ortaya çıkan “büyük bir meta-sınıf” olarak anlaşılmalıdır. O kadar çok an, ki aslında kendilerini görünüşte çok çeşitli (ve bazen de karşı karşıya gelen) çıkarlardan oluşan “devasa bir çokluğun” parçası olarak algılayan üyelerinin kendi-farkındalıkları içinde ortadan kaybolmuş gibi görünür. Alquati’ye göre, işsizleri ve çoğu resmi olarak kendi hesabına çalışanı içeren hiper-proletarya, “işte bile araçlara (ve teknolojilere ve makinelere) hayran kaldıkları, onları yücelttikleri, taklit ettikleri, fetişleştirdikleri bir koşul içindeler. Araçların onlardan daha yetkin olduğuna ikna olmuş durumdalar. Yanılıyorlar.” Alquati için, “hiper-proletaryanın, çokluk olsa bile, bastırılması” için gereken, “hiper-komünizm”den başkası değildir...
Franco Berardi’nin “cognitariat” (bilişsel proletarya)[4] kavramının da Alquati’nin çalışmasıyla örtüşen kimi noktaları vardır, özellikle zihinsel kapasitelerin sermaye tarafından boyunduruk altına alınmasına yapılan vurgu ve bu boyunduruğun insan ruhu için ne anlama gelebileceğine dair merak açısından. Ancak diğer “postoperaist” yaklaşımlar gibi, Berardi’nin bakış açısını şekillendiren en önemli öncüllerin çoğu Alquati’nin, ne olursa olsun, değer gibi Marksçı kategorilerin belli bir okumasını sağlama çabasına oldukça yabancıdır. “‘Virtüel sınıf’, yani küreselleşmiş zihinsel emek döngüsü” üzerine daha önceki düşüncelerinden evrilen Berardi’nin bakışı, “dotcom çöküşü”nün[5] ve Irak’taki savaşa küresel muhalefetin ardından gelen “bilişsel emeğin” öz-örgütlenmesinin olanaklarını gören iyimser bir bakıştı. Onun bilişsel proletaryası, çokluktan daha dardı: Belki de, Lazzarato ve diğerlerinin tarif ettiği maddi olmayan emeğin “çevrimiçi” boyutuydu. Aynı zamanda Berardi’nin analizi, “virtüel” kültürün kutlanmasından çok uzaktı. 2002 yılındaki bir röportajında ileri sürdüğü gibi,
 
***“bilişsel proletarya ve onun bir üyesi olarak ‘bilişsel proleter’ fikri son yıllarda, belki de son on yılda, bedenimizle -toplumsal bedenimizle ve fiziksel, erotik bedenimizle- bağımızı kaybettiğimiz fikriyle yakından ilgilidir. İnternet kültürü ve tüm yeni dijital üretim ve yeni medya biçimleri toplumsal bedenimizle ilişkimizi silip atmıştır. Ama toplumsal ve ekonomik kriz zamanında, bir bedenimiz olduğu, aslında toplumsal ve fiziksel bir bedenimiz olduğu gerçeğini dikkate almak zorunda kalırız. Bilişsel proleterler, virtüel üretimin işçileridir. Salt virtüel olmadıklarının, salt ekonomik olmadıklarının aynı zamanda fiziksel bedenler olduklarının farkına varabilecekleri bir an gelecektir.”***
 
Şimdiye dek değinilen tüm terimlerin içinde şüphesiz en iyi bilineni olan çokluk kategorisini ele almak başlı başına ayrı bir makale konusudur. Michael Hardt ve Antonio Negri’nin bu terimi formüle etme ve toplumsallaştırma konusundaki merkezi rolleri de tartışılmazdır. Taydaşı İmparatorluk kavramının yanı sıra bu kavram da, hem Avrupa hem de daha ötesindeki anti-kapitalist hareketler içindeki etkili çevrelerce açıklayıcı bir araç olarak benimsenmiştir. Hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde ve yine İmparatorluk gibi, çokluk kavramı da hatırı sayılır derecede tartışmanın konusu olmuştur: yalnızca Marksist-Leninist ortodoksinin gözlüklerinden dünyaya bakmaya devam eden sol akımların gözünde değil, aynı zamanda liberter ya da antagonist sol diyebileceğimiz çevrelerde de. Bu konu hakkında, daha şimdiden devasa bir literatür vardır. Buradaki tartışma için daha anlamlı olan, çokluğu toplumsal işçiden kitlesel zekâya, daha önceki bir dizi kategoriyle ilişkilendiren bazen karmaşık, ama yine de anlaşılabilir bağlardır. Böylesi bir şecereyi çözmeye çalışırken, okur hem İtalya hem de ötesindeki sadece Hardt ve Negri’yi değil aynı zamanda Paolo Virno ve DeriveApprodi dergisi ile bir şekilde bağdaştırılan birçok yazarı ilgilendiren bir dizi tartışmayı kavramaya başlar. Mesela Virno’da Hardt ve Negri’nin çalışmalarının merkezindeki kimi vurgulardan farklı tınlayan kimi nüanslar görürüz: diğer şeylerin yanı sıra Arianna Bove ve Erik Empson’ın “çokluğun karanlık yüzü” dedikleri şeyi düşünmeye başlarız. Bu noktada Nick Dyer-Witheford’un çokluk, genel zekâ ve maddi olmayan emek kavramlarını Marx’ın türsel varlık kavramı prizmasından yeniden okumasından bahsetmemek büyük bir ihmal olacaktır.
Toplumsal öznelliğe dair son kategori, en azından İtalya’da, diğerlerinden daha az meşhurdur. Yetmişlerin sonundan itibaren, Maria Rosa Dalla Costa ve Silvia Federici gibi işçici feministlerin yanı sıra ve yeniden üretim ve toprak üzerine kitlesel mücadelelerin ışığında, Zerowork ve sonra da Midnight Notes’la ilişkili Amerikalılar, (ister evde ister geçimlik tarımda) ücretlendirilmeyen işin merkeziliğini öne sürerek borç, enerji, ve çitlemeler üzerine mücadelelere özel bir ilgi gösteren sınıf bileşiminin özgün bir okumasını önermişlerdir. Bu, daha sonraki “postoperaismo” gibi, sermayenin değer ilişkisinin boyunduruğundan kurtulduğunu ileri süren Zerowork içindeki kimi duruşların bir eleştirisidir de. Zapatistaların küresel sahneye beklenmedik çıkışları ise, The Commoner gibi web sitelerinde bulunabilecek bu perspektifteki çalışmaları daha da canlandırmıştır. George Caffentzis’in Yunan TPTG çevresine açıkladığı gibi,
 
***“İşçi sınıfının ücretlendirilmeyen kısmının aslında birikim sürecinin temeli olduğunu gördüğünüzde, ister istemez bir öncelik gelişir... Ücretlendirilmeyen işçilerin dahil edilmesi kimin ‘daha çok ya da daha az önemli’ olduğu ya da kimin daha az ya da daha çok sömürüldüğüne dair bir çekişme meselesinden çok, kapitalizmi neyin canlı tuttuğunu daha iyi anlamaya dair bir meseledir. Bir kez emek gücünün ücretlendirilmeyen yeniden üretim döngüsüne odaklanır odaklanmaz, siyasetiniz çarpıcı bir şekilde değişir. Derhal, işçi sınıfı hareketleri tarafından sıklıkla göz ardı edilen ve hatta işçi sınıfı örgütlerince mühendisliği yapılan bölünmeler ve hiyerarşilerle uğraşmak durumunda kalırsınız. İşin özünü görmek için, sadece işçi sınıfı ırkçılığı ve cinsiyetçiliğinin utanılacak tarihine bir göz atmak yeter.”***
 
İşte size, birçoğu içerik olarak örtüşse de vurgu anlamında sıklıkla farklılaşan bir toplumsal figürler takımı. Ki bu bir başka soruyu daha gündeme getirir: Tüm bunlar, sınıf bileşimi içinde, bir bütün olarak sınıf üzerinde hegemonyasını kuracak ayrıcalıklı bir katmanın arayışı için mi? Monty Neill ve Midnight Notes’un diğer üyeleri, bu konunun altını önemle çizerler: Altmışlarda ve yetmişlerde “operaismo”nun çoğu üyesi “sınıf öncüsünü analiz etme ya da bulup çıkarma” çabasına giriştilerse, bugün “sınıf bileşimi analizi yapmak”, “yeni bir öncüyü tespit etmek” değil, “proleter olmayı sonlandıracak sınıf mücadelesi” içinde “birçok sınıf kesiminin bir araya gelmesini sağlamak” anlamına gelir. Bu yüzden faydalı bir egzersiz, yukarıdaki toplumsal öznelere dair çeşitli açıklamaları bu perspektifle sorgulamak olacaktır. Bir diğeri ise, eski işçici bir kategori olan “mücadelelerin döngüsü” ve onun “gelişme” ile ilişkisinin günümüzdeki anlamını araştırmaktır. Kimi dünya sistemi kuramcılarının yaptığı gibi, bu ikisi arasında süregiden bir diyalektik hâlâ ileri sürülebilir mi? Yoksa bu ikisini birbirine bağlayan bağ ebedi olarak kopmuş mudur? Her iki durumda da, sermaye ilişkisi içinde olabildiğince uyumlu bir şekilde yaşamaya çalışmak yerine, tamamen sermaye ilişkisinden kaçmayı hedefleyen bir toplumsal otonomi projesinin açılımları nelerdir?
 
Sadece Bağlan
 
***“Uluslararası iletişim kanallarını açarak ‘sadece bağlan’. Bu, en az 1960’ların başında olduğu kadar 1980’lerde de, İtalya gündemi için aciliyet içerir -kitlesel tutuklamalar, otoriter tehditler ve kolektif çıkarları atomize etme çabalarına inat.”***
 
Ferruccio Gambino bu sözcüklerle, Socialisme ou Barbarie (Ya Sosyalizm Ya Barbarlık) ve Correspondence günlerinden beri İtalya’nın diğer devrimci deneyimlerle bağlarına dair 1981 tarihli kısa açıklamasını bitirir. Bu ve diğer metinler sayesinde bugün bu bağlara dair bir şeyler biliyorsak, 1979 öncesi ve sonrasında teori ve pratik üzerine düşüncelerin İngilizce konuşan dünyaya girip çıkabildiği kapıları açan Gambino, Ed Emery, Harry Cleaver ve John Merrington gibi bireylerin rollerinin izini sürmek için daha çok çalışma yapılması gerekir.
Yetmişlerde, diğer ülkelerde “operaismo”dan feyiz alan yazarlar tarafından ilginç çalışmalar yapıldıysa da, bunlar yine de İtalya’daki gelişmelerin gölgesinde kalmaya yüz tutmuştu. Bu durum 1979’da değişti. Seksenlerin başında belli başlı İtalyanca materyaller tercüme edilirken -birçok örnekte, hapisteki yazarlarla dayanışmanın bir parçası olarak- 7 Nisan’daki baskının sonuçlarından birisi de “operaist” perspektifin damgasını vurduğu kuramsal düşünce ve araştırmanın artan şekilde coğrafi yayılımı oldu. Bu, kısmen sürgündeki aydınların diyasporasından kaynaklanıyordu: en başta Fransa olmak üzere, Avrupa’nın başka yerleri ve Amerika’da. Ama aynı zamanda, İtalya içinde otonomist Marksizmin temsilcilerinin yaşadığı yenilgi de, diğer yerlerdeki hemşerilerinin çalışmalarına dikkat çekti.
Elbette Fransa, özellikle Negri ile Deleuze ve Guattari arasındaki uzun süren ilişki sayesinde, “operaismo”nun teorik akıbetinin gelişiminin merkezi olarak belirgin bir rol üstlendi. Seksenlerin sonunda geçmişi Fransız Troçkizmine giden (Jean-Michel Vincent) gibi diğerlerini de içeren Futur antérieur dergisinin kuruluşu ile, Fransız bağı yeni bir düzeye taşındı. Alisa Del Re’nin anlatımıyla, “Yetmişlerin sonunda içselleştirdiğimiz farklardan kaynaklı olarak” sürgünde başlatılan diğer girişimler daha az verimli olmuştu.
İngiltere’de seksenlerin sonu ve doksanların başında, John Holloway’in “açık Marksizmi” ile kimi tınlamalar vardı. Werner Bonefeld ve diğerleri, daha önceki konsey komünizmi geleneğine açık referanslar yapmaktaydı. Bugünden bakıldığında, seksenlerin başında İtalya’da Otonomi örgütü zamanında yolları oldukça ayrı olan birçok kişiliği bir araya getiren Metropoli dergisi “postoperaismo”nun müjdecisi olarak görülebilir. Hapishane de, politik gruplaşma ya da yaşa bağlı daha önceki mesafeleri kapatarak, Sergio Bianchi ve Luciano Ferrari Bravo arasındakine benzer dostlukların oluşması gibi, yeni entelektüel ve kişisel bağların kurulmasını sağlayan bir mekân olmuştu.
Bir on yıl kadar sonra internet erişimin yaygınlaşması ise, tabloyu daha da karmaşıklaştıracaktı. Artık, başka yerde geliştirilen otonomist Marksizm anlayışlarının İtalya sahnesinde etkisi yönünde çabaları görmek mümkündü. Massimo De Angelis Vis-à-vis dergisinin ilk günlerini şöyle anımsar:
 
***“Nasıl ki ‘operaismo’ ve İtalyan Marksizminin etkisi öznellik sorunsalını açarak, Amerikan Marksizmi için taze bir soluk getirdiyse, (bizim bir kenara attığımız bir dizi sorunsala duyarlı ve açık olan) Amerikan otonomist Marksizminden gelen çalışmaların da, İtalya’da eski küflenmiş eleştiriler ile katı siyasal ve teorik tavırların ötesine gitmek için olumlu bir katkı yapabileceğini düşünmüştüm.”***
 
Öte yandan, Enda Brophy’nin de dikkat çektiği gibi, on yıldan fazla bir süre iletişim araştırmalarındaki kimi İngiliz dilinde yazanlarla “postoperaismo” ile ilişkili kimi İtalyan kuramcılar arasında da bir etkileşim olmuştur. Belki de İngilizce cephesinde bu konuya en iyi örnek, Nick Dyer-Witheford’un 1999’da yayımlanan Cybermarx[6] kitabıdır. İtalyan cephedense -düşünceleri Telestreet ve diğer yerlerdeki çalışmalarıyla ilgilenen aktivist medya kanalları yoluyla İngilizce’ye süzülen- Franco Berardi, Dyer-Witheford’un yazılarına benzer bir ilgi göstermiştir. Christian Marazzi’nin çağdaş üretim, kolektif kimlik ve mücadelede dilin yeri üzerine çalışması ise, İngilizce okuyanlar arasında daha az bilinmesine rağmen bu konuda çok önemli bir yer tutar.
Otonomist Marksizmin hatları doksanlarda daha da dağınıklaştıysa da, karşılaşma noktaları işlevi gören kimi forumlar da vardı. Hiç şüphesiz bunlardan en başarılısı, kökleri “operaismo”ya giden ve birçok daldan çok farklı bakış açıları arasındaki karşılaşmalar için önemli bir kesişim noktası ve bunlar ile diğer deneyimler arasında belli bir karşılıklı diyalog zemini olan DeriveApprodi dergisi (ve şimdi de yayınevi) idi. Yakın zamanda DeriveApprodi, “hareketlerin hareketinin” ardından dünya çapında toplumsal çatışmaları incelemek üzere gözünü İtalya’nın ötesine çevirdi. Akademi içinde Negri’nin çalışmalarına dair yeni ilgi, Arianna Bove, Tim Murphy, Alberto Toscano, Matteo Mandarini ve Damiano Palano da dahili yeni bir yazar/çevirmen/yorumcu kuşağına zemin açtı.
“Operaismo” değerlendirmelerinde Borio, Pozi ve Roggero, eğilimin doruk noktasında, küçük bir teorisyen çetesinin düşüncelerinin yaygın bir kadro katmanından geçerek geniş bir kitlesel harekete yayıldığı bir mekanizma oluşturduğunu ileri sürerler. Bu saptamalarının tam doğru olup olmadığı bir yana, İtalyan otonomist Marksizminin kuramsal şeridi ile seksenlerden sonra ortaya çıkan hareketler arasındaki ilişkiye dair bu tür bir iddiayı kimse ciddiyetle ileri süremez. Yine de zaman zaman, özellikle doksanlardan sonra, kimi bağlar kurulabilir. Ancak doksanlarda kimi otonomist Marksist çerçeveler arasındaki farklar canlanan İtalyan hareketi arasındaki farklarla paralellik taşısa da, bu konulara dair kişisel deneyimi olan herkes bu paralellerin bazen ne denli noksan olduğunu bilir. Gelişigüzel bir şekilde iki örnek alalım: Doksanların ortalarında, Antonio Negri ile yirmi yıl önce Veneto’daki hakim otonomist klikten gelen siyasal oluşum arasında artan bir yakınlık görülebiliyordu. Ancak bir temel düzeyde, yani kendini hangi siyasal kimlikle tanımladığına dair belirgin bir zıtlıkla beraber: Negri komünizm paltosunu çıkarmazken, Radio Sherwood ve “rete autonoma del nord-est (kuzeydoğunun otonom ağı)” açıkça bu ismi terk etmişti. Benzer şekilde, Vis-à-vis dergisi genellikle sol liberter çizgide materyaller basmasına rağmen, editörlerinin büyük çoğunluğunun ilişkili olduğu siyasal eğilimin -“Autonomia di Classe” (Sınıfın Otonomisi)- bileşimi daha genişti (derginin kendi içindeki sitüasyonist ve konseyci tınısına ters yeni-Leninist pozisyonlara kayıyordu).
Sonuç olarak, 1979’dan sonra kurulan ya da yeniden kurulan çoğu bağın, yalnızca “operaismo”nun ana gövdesinden çıkan hatların eseri olduğu düşünülmesin. Seksenlerde Collegamenti, yalnızca Almanya’daki Wildcat dergisinden değil, aynı zamanda ABD’deki Processed World’den de materyaller çevirdi. Afrika’daki mücadelelere atfettiği önemin yanı sıra ABD’nin Doğu Kıyısındaki Midnight Notes İsviçre otonomist hareketine ilgi gösterirken, derginin İsviçreli editörü tarafından yazılan Bolo’Bolo[7] kitabı Batı sahilindeki Processed World’de belli bir yankı buldu. Ve İngiltere’de “operaismo” ve sonrasıyla en istikrarlı diyaloğa girenlerden biri, anlayışı başka şeylerin yanı sıra sol komünizmden oldukça etkilenen Aufheben dergi kolektifiydi.
 
Şimdilik Toparlarsak
 
***“Benim yanıtım, ‘bu, duruma göre değişir’…” (R. Alquati)***
 
Provakatif bir notla sonlandırmak istiyorum: önce birkaç başka temel terim ve metin hakkında değişen algılara dair kimi düşünceler, sonra da Futuro Anteriore için yapılan röportajlardan alınan kimi yorumlar. Kaç yıl geçerse geçsin, 1979’dan sonra otonomist Marksizmde neler olduğunu anlamaya dair kritik damga olmaya devam eden bir dizi referans noktası bulunur. Marx’ın İtalyanca’da Quaderni Rossi’nin sayfalarında ilk kez görünen “Makineler Üzerine Parça”sı ile başlayalım. Burada şunu söylememek elde değil: “‘Makineler Üzerine Parça’ hakkındaki görüşlerini söyle, senin diğer her şey hakkındaki görüşünü söyleyeyim.” Bu metnin farklı “postoperaist” yorumlarına aşina olanlar, bu yorumlardan türeyen siyasal sonuçları da kolaylıkla ayırt edebilir. Her şeyden öte, Marx’ın “sermayenin komünizmi” kategorisi okumasına tamamen uyan Paolo Virno’nunki. Ama dikkate değer daha az bilinen başka okumalar da vardır. Marx’ın Grundrisse’nin bu bölümündeki argümanının temel sonucu olarak, sermayenin kendi değerlenmesinin merkezindeki toplumsal olarak gerekli emek zamanın işlevinden kaçamayacağı yönündeki, Alquati’nin devam eden ısrarını kimileri biliyor olabilir. Peki onun, 1977’deki şu saptaması ile ne yapacağız:
 
***“Her şeyden öte Marx, burada gelecekten değil, zamanının kapitalist sisteminden bahsediyor, o zaman halihazırda işleyen fabrikadan. Aslında kapitalist değerlenmenin sonundan değil, on dokuzuncu yüzyılın ortalarına doğru tekstil endüstrisinin gerçek boyunduruğu içindeki bir geçişten söz ediyor.”***
 
Araştırmaya değer bir diğer tema ise, “operaismo”nun enkazından çıkan damarların diğer toplumsal kuramcılar tarafından ödünç alınmasıdır. Bu zeminin bir kısmı, özellikle Fransız kuramı ile irtibat açısından gayet iyi incelenmiştir (peki kaç yorumcu, 1979’un öncesine gidip “ayrıntılı” bir şekilde Bolonya’daki “mao-dadaizm” ile Fransa bağını incelemiştir?). Diğer zemin ise daha az bilinir. Örneğin; 1979’dan sonra postfordizm, eski-işçici damarın birçoğu için nasıl açıklayıcı bir aygıt haline geldi? İngilizce konuşan (birçoğu özellikle radikal coğrafya dünyasındaki akademi içinde yer alan) sol içinde bu terimi kullanışlı bir açıklayıcı araç olarak benimseyenlerin, sıklıkla postfordizmi işçiler için olumlu bir gelişme olarak gördükleri tartışmanın aksine, Avrupa’daki eski işçiciler büyük oranda negatif anlam yükleyerek bu kategoriye sarılmışlardır. Bildiğim kadarıyla, yalnızca Ferruccio Gambino bu terimi “oldukça kör bir alet” olarak reddetmişti. Diğerleri İmparatorluğun “pürüzsüz dünyası”nı görürken o, içinde “emek faktörünün” tahakkümünü güvence altına almak için çok çeşitli stratejilerin uygulandığı kapitalist blokların artan bölgeselleşmesini görür:
 
***“...post-Fordist bir modele geçiş değil, emek gücünü yeni esnekleşmiş üretim sistemi içinde politik olarak çözmek için eski ve yeni tahakküm öğelerinin sürekli bir yeniden bileşimi.”***
 
“Operaist” maceranın İtalya dışında daha çok bilinmeyi hak eden birçok katılımcısından biri olan Dario Dalmaviva, 2001 Şubat’ında Futuro Anteriore projesi için yapılan röportajda durumu şöyle tanımlar:
 
***“Kanımca İtalya’da çok büyük bir toplumsal devrim oldu. İstediğimiz gibi siyasal bir devrime dönüşmedi, ama yine de oldu ve karşı tarafta bugüne dek devam eden şiddetli bir tepkiyi harekete geçirdi. Onlar kazandılar; fakat nereye gittiklerini bilmemekle kalmayıp nerede olduklarını da bilmiyorlar. Sorun şu ki, biz de bilmiyoruz.”***
 
İkinci yorum ise, büyük oranda erkek bir girişimin içindeki sayılı kadın seslerden olan Alisa Del Re’den gelir. Politik ve teorik çalışması yetmişlerden kendine özgü ayrı bir hatta devam eden işçici bir feminist olan Del Re, meşhur “7 Nisan davası”na dahil olarak hapis yatanlardan birisidir. Geçen 25 yıla bakarak şunları söyler:
 
***“Bugün emeğin kadınlaşmasını, duygulanımsal emeği, ya da maddi olmayan emeği duyduğumda gülüyorum: Sanki dalga geçiyorlar gibi geliyor; çünkü ne ölçülebilir ne de hesabı tutulabilir olan, ama yine de emek-gücümüzü yeniden üretmemizi ve maddi üretimin gerçekleşmesini sağlayan, onsuz maddi üretimin mümkün olamayacağı bir emek biçiminin varlığını düşündüğümüz 1970’lerde her gün bunları söylüyorduk. Bu ortaya çıkmaya başladığında hareketin bu meseleleri kendinin kılmamış olması, kapitalist üretim yapısına şu anda peşinde koştuğumuz büyük bir avantaj sağladı; çünkü maddi olmayan emeğe dair tüm güncel tartışmalar ve ısrarcı olduğum üretimdeki duygulanımsallık (Toni bunu, “şefkat”in yanı sıra böyle de tanımlar) sermayenin halihazırda işlevli kıldığı şeylerdir. Burada, kadınların uzun süredir tartıştıkları ve bence bu maddi olmayan üretim analizini teorik bir bakış açısından düzeltebilecekleri bir başka mesele daha vardır: beden meselesi. Bu, “sağlıklı olmamız gerektiği, bedenimizle mutlu olmamamız vs. yüzünden bakmamız gereken bir bedenimiz olduğu” falan demek değildir. Sermaye zaten bundan bahsediyor. Bizim argümanımız, üretimin kesinlikle gayri maddi olduğu ve bunun bedenlerimizden bağımsız bir şekilde gerçekleşemeyeceği yönündedir.”***
 
Son söz Paolo Virno’nun. Luogo Comune ve Futur antérieur’ün, farklı ama kısmen tamamlayıcı toplumsal analizler -Ferrari Bravo’ya has bir özenle ayrıntılandırılan analizler- geliştirdiği doksanların başları üzerine düşünen Virno, daha önceki “postoperaist” projenin kimi katılımcılarının sınırlarını tanımlamıştı:
 
“Muğlaklıkları ve sıklıkla tıkanan niteliğiyle sınıfın yeniden bileşimi süreçlerini ciddiyetle ele almak yerine, ilgisi daha çok kimi ilham kaynağı meşhur isimleri anlamaya yönelmişti.”
 
Borio, Pozzi ve Roggero ile yapılan röportajda ise Virno, Seattle’dan beri, küresel sermayeye karşı hareketlere en yakın olan toplumsal emek-gücü katmanlarının artan bir “temsiliyet ve kendini tanımlama” süreci içinde olduğunu söyler (“kitlesel entelektüel emek, dilsel emek, güvencesiz emek”), her ne kadar sıklıkla “etik-sembolik” anlamda da olsa. Virno, bu katmanların geleneksel olarak “operaismo” tarafından tanımlanan sınıf figürleri zincirini (profesyonel işçi, kitlesel işçi vs.) “patlatmış” olduğunu belirterek, dikkatimizi tekrar şuna çeker:
 
***“Pek bu şekilde tematize edilmese de, tüm işçici gelenek içinde en ilginç sorulardan birisi şudur: Mücadele biçimi, sınıfın teknik bileşimini politik bileşimine bağlayan eşikti; çok çeşitli örgütlenme teorilerinin merkezinde bu yatar. Bu yüzden sorun, hareketin üretim ilişkileri alanına nasıl dönebileceği ve dolayısıyla -göçler, fikri mülkiyet, toplumsal iş günü düzeyinde- nasıl düşmana zarar verip onu alt edebileceği sorunudur.”***
 
İmparatorluk kitabının -birçok tepki uyandıran- tezi, bilindiği gibi günümüz dünya sisteminde iktidarın merkezsizleştiği yönündedir. Bunun doğru olup olmadığı bir yana, önemli olan, “operaismo”dan çıkan çok çeşitli ve farklı hatları da benzer şekilde merkezsiz olarak inceleme zamanının geldiğidir. Her şeyden öte, bu -sadece “kimi ilham kaynağı meşhur isimleri” değil- her birini, çağdaş küresel güç ilişkilerini bir bütün olarak kavramaya dönük katkıları açısından ve her bir hattın “düşmana zarar verme ve onu alt etme” kolektif projesine en iyi katkıyı nasıl sunabileceği açısından değerlendirmek anlamına gelecektir.
 
 Yazar: Steve Wright

[1] Otonom Yayıncılık tarafından Türkçe’ye çevrilmekte.
[2] İşçi Sınıfı Otonomisi ve Kriz, Otonom Yayıncılık tarafından Türkçe’ye çevrilmekte.
[3] Strange loop: Genelikle paradoks yaratacak şekilde, bir şeyin kendisini etkileyerek ve hatta zarar vererek kendine referans yapmasıdır. Escher’in resimleri, kendi kendine program yazan bilgisayar programları, ya da “Bu kitabı çalın” isimli kitap garip döngü örnekleridir (ç.n.).
[4] Cognitive (bilişsel) proletariat (proletarya) sözcüklerinin birleştirilmesi ile icat edilmiş bu sözcük, bilişim sektöründe çalışanlara yönelik kullanılır. Metin boyunca, bunu bilişsel proletarya olarak kullandık (ç.n.).
[5] 1990 yılında, Amerikan Borsası’nda internet şirketlerinin hisse senetlerinin ani düşüşü (ç.n.).
[6] Sibermarx: Yüksek Teknoloji Çağında Sınıf Mücadelesi, çev. Ali Çakıroğlu, İstanbul, Aykırı Yay., 2004.
[7] Bolo’bolo, Kaos Yayınları, 2002.
bottom of page