"Toplumsal gelir zemini üzerinde hareketlenmenin zamanı; çelişkiler alanının yönetişimini, ortak olan (comune) üzerindeki, onun içinde yaşama hakkını kuracak olan bir yönetişimi yeniden ele geçirmenin uzun zamanıdır."
Yazar: Christian Marazzi
Finansal kapitalizmin krizini politik olarak yorumlamadan önce, gayrimenkul ve bankacılık balonunun patlamasından bir yıldan biraz daha fazla süre sonra ortaya çıkan makroekonomik ve küresel finans verilerinin bazılarını özetlemek yararlı olacaktır. Financial Times gazetesinden liberal küreselleşme taraftarı Martin Wolf’a atıfta bulunarak (7 Ocak 2009) hemen söyleyelim ki zorunlu olmakla birlikte ABD federal açığındaki ciddi derecede yüksek artışların ve merkez bankalarının kredi genişletmesinin bütün dünyada sadece geçici etkileri olacak, ancak uzun süreli ve normal büyüme oranlarına geri dönülemeyecektir. 2009 ve sonrasında yanlış yeni başlangıçların birbirini izlemesi ve hükümetin krizi etkisizleştirebilmek için ardı sıra müdahalelerini takiben borsanın düşe kalka hareketini görmemiz olasıdır. Dolayısıyla hiç kimsenin, en azından şimdilik, ikna edici bir şekilde tarif edemediği, temel değişiklikler gerektiren sistemik bir krizle karşı karşıyayız. Para politikası, ekonomiyi durgunluktan çıkarmakta etkili olsa da şu an yaşamakta olduğumuz gibi bir bunalıma yol açan bir krize girdiğinizde oldukça etkisizdir. Çünkü kısmen Japonya’nın 1990’larda yaşadıklarına benzeyen şu anki gibi bir kriz içinde parasal müdahaleleri iletim kanalları (faiz oranlarının düşürülmesi, likidite akıtılması, döviz kurlarına müdahale, banka rezervlerini artırma), tüketimi artırmak adına şirketlerin ve hanelerin kredilendirilmesi için gereken uyarıları iletemeyerek oyun dışı kalır. Ancak şöyle bir farkla ki Japonya örneğinde balonun patlaması, 80’lerin sonunda GSYİH’nin yüzde 17’sini oluşturan sermaye yatırımları üzerinde depresif etki yaparken, ABD’de ortaya çıkan kriz, Amerikan iç ekonomisinin tüketiminden oluşan, GSYİH’nin yüzde 70’i üzerinde doğrudan etkili olmuştur. “Amerikalıların dünyanın en geniş tüketici kitlesi olduğu [düşünülürse] balon sonrası ortaya çıkan depremin küresel etkileri Japonya’nın maruz kaldığından çok daha ciddi olacaktır” (Stephen Roach, U.S. not certain of avoiding Japan-style 'lost decade ', Financial Times, 14 Ocak 2009).
Maryland Üniversitesi’nden Carmen Reibhart ve Harvard’dan Kenneth Rogoff’un yaptığı bir çalışmaya dayalı olarak (The Aftermath of Financial Crises, December 2008, www.economics.harvard.edu / faculty / rogofff / files / Aftermath.pdf), bu krizin on yıllardan beri görülen en derin kriz olduğunu görüyoruz. Yazarlar, geriye dönüp bakarak bunun gibi banka krizlerinin GSYİH’de meydana gelen keskin düşüşlerle birlikte en az iki yıl sürdüğünü gözlemliyorlar. Hisse piyasalarındaki düşüş oldukça şiddetli, bunun yanı sıra gayrimenkul varlıkların fiyatlarındaki düşüş ise 6 yıl içinde yüzde 35’e çıktı ve menkul kıymetlerin fiyatlarında ise 3-4 yıl içinde yüzde 55’lik bir düşüş meydana geldi. İşsizlik oranı, yine ortalama olarak, 4 yıl içinde yüzde 7 artarken çıktı miktarı yüzde 9 geriledi. Üstelik kamu borçlarının reel değeri ortalama olarak yüzde 86 arttı ve bunun sadece küçük bir kısmı bankalarda sermaye artırımının maliyetinden kaynaklanıyor. Bunun nedeni daha ziyade mali gelirlerinin çökmesi.
Bu kriz ve yakın geçmiş arasındaki önemli farklardan biri, şu anki krizin diğerlerinin olduğu gibi bölgesel değil küresel olmasıdır. Daha önce de olduğu gibi, dünyanın geri kalanı ABD’yi finanse edebilecek pozisyona gelesiye kadar, ABD hükümeti, finansmanı fazla veren ülkelerin ABD Hazine Tahvilleri’ni satın alması yoluyla sağlanacak geniş bir finansal ve parasal itki programını harekete geçirebildiği oranda, krizin bölgesel bir ölçekte tutulması beklenebilir. Ancak bugün ABD’ye sürekli olarak kim yardım edebilir? Bugünkü zorluk, küresel olması itibariyle krizin, tam da küresel ekonominin büyümesine olanak veren gücü - yani talebin üretimde yapısal olarak açık veren (ABD gibi) ülkelerden yapısal olarak artı veren (bugün Çin, dün Japonya gibi) ülkelere kaymasını- son on yıllarda dengeleri alt üst ederek kırmış olmasıdır. Ancak özel harcamalar dünya çapında çöktüğünde ABD’yi düze çıkarma çabaları yeterli olmayacaktır. Bu, artı üretim yapan gelişmekte olan ülkeler dahil olmak üzere küresel ölçekte uygulanacak tedbirlere ihtiyaç var demektir. Krizin gelişmekte olan ülkeler üzerinde de bunalım niteliğinde etkiler yaratmış olmasından dolayı, şu an itibariyle bu ülkeler, gelişmiş ülkelerdeki talep kaybını telafi edebilir gibi görünmüyor. Bununla birlikte Dünya Bankası’nın bir tahminine göre, en azından orta vadede (2010-2015) ve Çin, Hindistan, Rusya ile Latin Amerika ülkeleri arasında önemli farklar olmak üzere, büyüme oranları ortalama olarak yüzde 4-5 civarında seyretmeye devam edecek. Bu olasılık, gelişmekte olan ülkelerin toplam ihracatının (son beş yıllık GSYİH’lerinin ortalama olarak yüzde 35’i) sadece yüzde 20’si gelişmiş ülkelereyken yüzde 15’inin gelişmekte olan ülke bloklarının kendi aralarındaki etkileşimlerden oluşmasına bağlıdır (Emerging markets: stumble or fall, The Economist, 10 Ocak 2009). Her durumda, küresel talebi yükseltmek için gelişmekte olan ülkelerin, içerde ücretleri artırmanın yanı sıra birikimlerini açık veren Batı ülkelerine değil iç talebe yönlendirmesi gerekiyor ki bu da küresel ekonomiyi derin yapısal eşitsizlikler yoluyla yıllardır çalıştırmakta olan mekanizma olan parasal ve finansal devrenin kesintiye uğratılması anlamına geliyor. Dolayısıyla krizden sonra, gelişmekte olan ülkelerin, gelişmiş ülkelerin birikimlerinin yatırıldığı hegemonik ekonomik güçler haline gelmesi ve böylelikle sermaye akışının yönünün terse dönmesi ve gelişmiş ülkelerdeki tüketim seviyesinin düşmesi olası görünüyor. Ancak hiç kimse bu krizin ne kadar süreceğini tahmin edebilecek pozisyona ve dolayısıyla halihazırda artarak ortaya çıkmakta olan toplumsal ve politik çelişkileri yönetebilecek, ekonomik gücün de ötesinde, politik güce sahip değil.
Dolayısıyla talebin gelişmiş ülkelerdeki, özellikle de ABD’deki seyrine odaklanmaktan kaçınılamaz. ABD’de 2007’nin üçüncü çeyreği ve 2008’in üçüncü çeyreği arasında GSYİH’nin yüzde 13’üne varan bir şekilde özel kredi talebinde bir düşme olduğunu düşünürseniz, net tasarrufların, sadece ABD’de de olmamak üzere birkaç yıl daha artıda kalacağı kesindir. Başka bir deyişle insanlar borçlarını azaltmak için ellerinden geleni yapacaktır ki bu da tüketimi yeniden canlandırmak için alınan parasal önlemleri sadece boşa çıkaracaktır. Şimdilik özel sektörün finansal artısının GSYİH’nin yüzde 6’sını, ticaret dengesindeki yapısal açığın ise GSYİH’nin yüzde 4’ünü oluşturduğunu kabul edersek, finansal açık, Wold’da alıntılanan bir tahmine göre, GSYİH’nin yüzde 10’unu oluşturacaktır hem de kesin olmamakla birlikte! Üstelik iş dünyası açısından, nominal faiz oranlarının sıfıra yaklaşması ve fiyatlardaki düşmenin (deflasyon) çakışmasından kaynaklı olarak borçların azaltılmasının (disindebitamento) önündeki engelleri unutmamalıyız. Böyle durumlarda reel faiz oranları ve dolayısıyla borçların geri ödenmesinin maliyeti çok yüksektir. Tam da bu nedenden dolayı ikinci bir banka krizi dalgası ihtimalini yok sayamayız. Michel Aglietta’nın dediği gibi, “Durum bu olduğu takdirde bankaların ikinci bir finansal şoka, şirketlerin batık kredilerinden kaynaklanan geri dönüş şokuna maruz kalmaları çok muhtemeldir. Dolayısıyla finansal olarak borçların azaltılmasının ve ekonomik deflasyonun birbirini karşılıklı güçlendirmesine varacak şekilde ekonomik bunalım daha da yayılabilir. "(La crise. Pourquoi en est-on arrivé là? Comment en sortir?, Michalon, Paris, 2008, s. 118).
Paul Krugman’a göre, Obama’nın 825 milyar dolarlık ekonomik destek programı, kriz zamanlarında GSYİH’nin potansiyel artışı ile gerçek artışı arasındaki “üretim boşluğunu” kapatmak için bile yeterli değildir: “Üretim kapasitesine uygun bir talebin var olduğu koşulda, Amerika 30 trilyon doların üstünde değere sahip mal ve hizmet üretebilir. Ancak tüketim ve yatırımdaki azalmayla birlikte ABD ekonomisinin üretebileceği ve satabileceği arasındaki devasa uçurum daha da açılmaktadır. Obama planı ise bu üretim açığını kapatmak için asgari düzeyde bile yeterli değildir.” Dolayısıyla Krugman Obama neden daha fazlasını yapmayı denemiyor diye soruyor. Elbette hükümetin geniş ölçekte borçlanmasının tehlikeleri vardır, ancak “atılacak yanlış adımların sonuçları”, alınan müdahaleci tedbirlerin uygun olmaması durumunda (yaklaşık 2.1 trilyon dolar) Japonya’nınkine benzer uzun süreli ve kaçınılmaz bir deflasyon tuzağına yakalanmaktan (yaklaşık 2.1 trilyon dolar) daha iyi değildir. Ya da Krugman’a her zaman sorulduğu gibi, harcama fırsatlarının yokluğu planı kısıtlayacak mıdır? “Halihazırda gerekli onayları almış ve finansmanı hazır sınırlı sayıda kamu yatırımı projesi var, başka bir deyişle ekonomiye kısa vadede yardımcı olmak üzere hızla başlatabilecek projelerin sayısı oldukça sınırlı. Bununla birlikte işe yarayabilecek ve aynı zamanda ihtiyaç duyulan zamanlarda ekonomiyi iyileştirebilecek, örneğin sağlık bakımında olduğu gibi, başka türden kamu harcamaları da söz konusu.” Yoksa Obama’nın kararının arkasında Cumhuriyetçilerin desteğini alabilmek için ekonomik planın son maliyetini 1 trilyon doların altında tutmaya çabalamak gibi politik bir ihtiyatlılık mı var? (Il piano Obama non basta, la Repubblica, 10 Ocak 2009).
Obama’nın programının yüzde 60’ı kamu harcamalarından (sağlık bakımı, altyapı yatırımları, Sorunlu Varlıkları Kurtarma Programı’nın 350 milyar dolarlık ikinci dilimiyle 40-100 milyar dolara kadar mortgage kredilerinin satın alınması) ve yüzde 40’ı ise mali indirimlerden oluşuyor. Financial Times’daki söyleşisinde (Do not squander America's stimulus on tax cut, 16 Ocak 2009) Joseph Stiglitz, bu itkinin, bu krizde başarısızlıkla sonuçlanması kesin olan, mali kesintilerle çarçur edilmemesini şiddetle salık veriyor. Örneğin Şubat 2008’de uygulamaya konulan mali kesinti, harcamalarda sadece yüzde 50’lik bir artış için kullanılırken eldeki gelirin geriye kalan kısmı özel borçları azaltmak için kullanıldı. Tüketim eğilimi yüksek olan yoksul aileler dışında, bugün yapılan kesintiler nerdeyse tamamen borçları azaltmak için kullanılacak gibi görünüyor. Mali kesintiler üzerinden gitmeye devam edilecekse bu kesintileri tercihen yenilikçi yatırımları artırması için iş dünyasıyla sınırlamak daha iyi olacaktır. “Altyapı, eğitim ve teknoloji harcamaları gelecekteki üretkenliği artırarak varlıklar yaratır.”
Daha genel olarak, ister ABD örneğinde olduğu gibi devlet desteğinin temel olarak ihtiyari harcamalardan isterse Avrupa’da olduğu gibi sosyal harcamalarda az çok otomatik bir artıştan oluşmasından bağımsız olarak, devletin kriz yönetişimi son tahlilde hisse piyasasına başvurarak borç sermaye alabilme kapasitesine dayanmaktadır. 2009 için çıkartılması planlanan devlet tahvillerinin boyutu astronomik rakamlara varmaktadır: Amerika’da GSYİH’nin yüzde 14’üne karşılık gelen tahmini olarak 2000 milyar dolardan, İngiltere’de 215 milyar dolarlık (GSYİH’nin yüzde 10’u) tahvil satışlarına kadar ve başta Anglo Sakson tarzı bir mali itkiye direnen Almanya da dahil olmak üzere dünyanın bütün ülkelerinde ciddi miktarlarda tahvil çıkartılıyor (Bu uygulama Merkel tarafından ilk başta “kaba Keynesçi”lik olarak suçlanmıştı). Tahvil piyasasının, büyümekte olan açığı kapatabilmek üzere sermayeyi canlandırmak adına devletler tarafından kullanılması özellikle de faiz oranlarında sürekli bir düşüşün görüldüğü (bu tahvile yatırım yapanlar açısından gerçek sabit gelirlerin göreli olarak artması anlamına gelir) içinde bulunduğumuz gibi deflasyon dönemlerinde temel olarak bir sorun olmamalıdır.
Ancak piyasalarda enflasyonda bir düşüş beklentisi ve dolayısıyla (genellikle enflasyondan kaynaklı olarak) artan gelirlerle devlet borçlarının ödenmesiyle ilgili zorlukların artması olasılığı, ekonomik olarak en zengin ülkelerde bile hazine tahvilleri üzerindeki reel faizlerin artmasına neden olur. Hükümet tahvillerine yatırım yapmış olan uluslararası yatırımcılar, kendilerini devletlerin iflas etmesi riskine karşı daha iyi koruyabilmek için nominal ve reel gelirlerinin epeyce yüksek olmasını isterler. Analizcilere göre, fiyatlardaki değişimleri açıklayabilecek olan, tahvil piyasasında spekülatif bir balon yönünde işaretler olmasına rağmen, “hükümetler borç almaya başladığı anda reel faiz oranlarının artması tedirgin edicidir” (Chris Giles, David Oakley ve Michael Mackenzie, Onerous Issuance, Financial Times, 7 Ocak 2009). 2007’ye kadar dış ticaret dengesinde Almanya’ya göre biraz daha fazla açık vermiş olan İspanya, Yunanistan, İrlanda ve İtalya gibi ülkelerde kamu açıklarının finansmanıyla ilgili problemler Aralık 2008’den bu yana açıkça artmaktadır. Tek bir Avrupa para birimiyle geçen on yıla rağmen, piyasalar tek bir para biriminin geçerli olduğu bir alanda ülke riskleri arasındaki farklılaşmalar üzerinden işlemektedir. Bu ise üye ülkelerin tekrar para birimi yaratmaya yönelmeleri ya da Euro bölgesinde güçlü olan ülkelerin aleyhine olacak şekilde birlik tahvillerinin çıkartılmasıyla çözülecek kadar basit bir sorun değildir. AB içinde özellikle de sosyal politikalar alanında devlet politikalarının gerçekten birleştirilmesi sorunu, kendini tüm aciliyetiyle yeniden ortaya koymaktadır.
Bu aşamada, aşırı derecede yüksek devlet tahvillerinin çıkartılması karşısında hükümet bonolarını almaya hevesli çok az yatırımcı varken (özel tahvil piyasası çıktısı üzerinde) bir dışlanma etkisi riski çok gerçekçidir. Şirketlerin tahvil çıkartabilmeleri pahalı kaldığı oranda tahvil piyasalarında özel şirketler ve hükümetler arasındaki rekabetin krizden çıkışı engellemesi muhtemeldir. Bu noktada devletler, otomotiv sektörünün desteklenmekte olduğu ABD’de de yaşanmakta olduğu gibi, hisselerini satın almak yoluyla özel şirketlere doğrudan yardım etmek zorunda kalabilir. Bunun anlamı, son aylarda merkez bankalarının yardımıyla banka ve finans sektöründe çoktan başlatılmış olduğu şekilde, finanse edilemeyen şirketlerin yarı devletleştirilmesi sürecidir (ancak devlet hissedarlarının oy hakkı bulunmamaktadır). Diyelim ki küresel ekonomi yeniden başlatılacak olsa, ters dışlanma etkisi hareketi yani devlet tahvillerinden özel tahvillere doğru çıkış, borçlu olan ülkelerin borç servisini sadece daha da artıracaktır.
Karşımızda duran senaryo, işsizlikte devasa ve küresel ölçekte sürekli bir artış, toplam finans açığında keskin bir artış karşısında gelirlerde ve emekli aylıklarında genel bir düşüştür. Bankacılık, finans ve sigorta sisteminin sermaye artırımları, para akıtılması, bankalara el konulması ve döviz kontrolü yoluyla desteklenmesiyle birlikte liberal hükümetlerin “sosyalistleştirilmesi”, ellerinde beklenmedik oranda toksik senet ve tahvil bulunan batık bankalar zincirinin iflasını engelleyebilecek gibi görünmüyor. Her bir ülkenin, vergi mükelleflerini kamu açığını kapatmaya çağırmakla birlikte hesap vermeyi (rendering of accounts) mümkün olduğu oranda erteleyebilmek için devalüasyon ve korumacı tedbirler yoluyla kota uygulamalarını yeniden gündeme getirmesi (küreselleşmenin çözülüşü) söz konusu olabileceği için, ekonomiyi yeniden canlandırmak adına alınan bütün tedbirlere rağmen, iki yıl içinde bütün ülke ekonomilerinin hâlâ depresyon içinde (durgunluk-deflasyon) kalması muhtemeldir. Ekonomik ve parasal politikaların krizi etkin bir şekilde yönetebilme marjinleri çok sınırlıdır. Geleneksel Keynesçi tedbirler, reel ekonomiyi, mallar, hizmetler ve sermaye malları için talebi uyarabilme kanallarından yoksundur. Öte yandan uluslararası para sistemindeki ciddi dönüşümü, ulusal egemenliklerinin küreselleşmeyle birlikte yaşadığı krizi yansıtan değişiklikleri hesaba katmaksızın yeni bir Bretton Woods’tan bahsetmenin bir anlamı yoktur. Yeni bir New Deal’den, yani geliri, istihdamı ve kredi sistemini “aşağıdan” destekleme sürecinden bahsetmek istiyorsak o zaman krizden bu denli yenilikçi politik kaçışları gerçekleştirebilecek toplumsal güçleri, aktörleri ve mücadele biçimlerini analiz etmemiz gerekir.
Finansal mantık
Yaşamakta olduğumuz krize neden olan finansallaşma süreci, tarihsel olarak 1900’lerde ortaya çıkmış olan diğer bütün finansallaşma aşamalarından farklıdır. Geleneksel finansal krizler, P-M-P’ ekonomik döngüsünün belli bir uğrağında, uluslararası ölçekte kapitalist rekabetin ve aynı zamanda uluslararası işbölümü içindeki jeopolitik dengenin altını oyan toplumsal güçlerin bir etkisi olarak kâr oranlarının düşmesiyle çakışan bir şekilde, özellikle de döngünün sonunda gerçekleşmiştir. Yirminci yüzyıl finansallaşması, sermayenin reel ekonomi içinde toplayamadığını finansal piyasada telafi etmek yönündeki, belli bir ölçüde parazit ve umarsız bir çabayı temsil etmiştir. “Faiz getiren sermaye”nin birikimi ve özgün merkezileşmesi, Marx’ın da Kapital’in Üçüncü Cilt’inde söylediği üzere, temel olarak bankalar tarafından yönetilen, paranın para yoluyla üretimi anlamında “kurgusal sermaye” olarak tanımlanır. Bu tanım aynı zamanda yirminci yüzyıl finansallaşma süreçlerinin belirgin özelliklerinin iyi bir özetidir (ki Marx tarafından daha on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında vurgulanmıştır). Dolayısıyla finansal kriz, artık bu terimlerle tanımlanmayacak olsa da, reel ekonomi ve finansal ekonomi arasındaki bir zıtlık ilişkisine dayanır.
Finansal ekonomi artık yaygındır, başka bir deyişle başından sonuna eşlik edecek şekilde ekonomik döngünün bütününe yayılmıştır. Örnek vermek gerekirse, süpermarkete alışverişe gittiğinizde bile kredi kartıyla ödeme yaptığınız andan itibaren finansın içindesinizdir. Örneğin, otomotiv endüstrisi tamamen kredi mekanizmalarıyla çalışır (taksitli satışlar, leasing vs.). Finansın bütün mal ve hizmet üretimiyle aynı öze sahip olduğu bir tarihsel dönemdeyiz. Her bir ekonomi içinde sermaye araçlarına ve ücretlere yeniden yatırılmayan kârlara ek olarak, bugün finansallaşmayı besleyen kaynaklar çok çeşitlenmiştir. Doğrudan yabancı sermaye yatırımları sonucunda temettü ve imtiyaz gelirlerinin ülkeye geri dönmesinden, Üçüncü Dünya ülkeleri borç faizleri akışından, gelişmekte olan ülkelere verilen uluslararası banka borçlarının faiz akışlarından, ham maddelerden edinilen sermaye kazançlarından, bireyler ve zengin aileler tarafından biriktirilerek borsalara, emeklilik fonlarına ve yatırımlarına akan kaynaklardan doğan kârlar bu çeşitliliği yansıtır. “Faiz getiren sermaye”nin kaynaklarının ve aktörlerinin bu denli çeşitlenmesi ve yaygınlaşması yeni finansal kapitalizmin hiç kuşkusuz ayırt edici, olağan dışı ve sorunsal özelliklerinden biridir, özellikle de bu sistemin tersine bir şekilde değişimi, yani finansallaşmanın çözülüşü, reel ekonomi ve finans ekonomisi arasında daha dengeli bir ilişkinin kurulması ihtimalini düşünürsek.
Kendinden öncekiler gibi bu finansallaşma da kârların doğrudan üretim sürecine (sabit ya da değişen sermaye) yeniden yatırılmamasından doğan birikimdeki bir tıkanmadan ürer. Aslında kapitalizmin Fordist büyümesinin 70’lerden itibaren krize girmesiyle başlar. O yıllarda, sonuç olarak kâr birikimi olmaksızın büyümeyi sağlayabilmek adına kâr paylarına finansal piyasalarda el konulmasıyla birlikte, reel ekonomi (sanayi) ve parasal ekonomi arasındaki ikiliğe dayanan klasik finansallaşmanın yeniden ortaya çıkışının öncülleri mevcuttu. 80’lerin başından bu yana, “finansal balonların temel kaynağı, ikili bir hareketten ortaya çıkan biriktirilmemiş kâr yönündeki artan eğilimdi: bir yandan ücretlerdeki genel düşüş, öte yandan da kâr oranlarının yeniden sağlanmasına karşın birikim oranının durgunluğu, yani düşüşü (Michel Husson, Les enjeux de la crise, La Brèche, Kasım 2008). Birikim oranı net sermaye hacminin büyüme oranıyken kâr oranı, kâr ve sermaye arasındaki oran olarak tanımlanır: 1980’lerden bu yana görülen iki oran arasındaki farklılaşma, finansallaşmanın tek olmasa da kesin bir göstergesidir. Ancak daha önce belirtildiği gibi, yeniden yatırılmayan sanayi kârlarının finansal sermayenin başka “birikim” kaynaklarına eklenmesi, Fordizm sonrası gelişim-krizi modelindeki dönüşümleri anlarken göz önünde tutulması gereken bir olgudur. Bugünkü finansal kapitalizmin temelini oluşturan, Fordist üretim modelinden “yönetimsel borsa kapitalizmi”ne geçiş; özellikle sabit sermayenin üretim süreçlerinin ve politik olarak düşürülmesi zor olan ücretli emek katılığının bir sonucu olarak piyasaların kitlesel tüketim mallarına doyması ve böylelikle Fordizmin teknolojik ve ekonomik temellerinin aşınması nedeniyle 60’lar ve 70’ler arasında sanayi kârlarında meydana gelen (yaklaşık olarak yüzde 50 oranındaki) düşüş ışığında açıklanır. Sermayenin organik gelişiminin belli bir aşamasında (S/D) Fordist kapitalizm artan canlı emeği emebilme kapasitesinden artık yoksundu. “Dolayısıyla 70’lerin ikinci yarısından itibaren dünya ekonomisindeki motor güç, kapitalist işletmelerin, sahipleri ve yatırımcılarının itkisiyle, farklı araçlar kullanarak sürekli olarak kâr oranını yirmi yıl öncesinden daha yüksek düzeylere çıkartmak yönündeki çabasıydı” (Luciano Gallino, L'impresa irresponsabile, Einaudi, Torino, 2005). Neler olduğunu biliyoruz: emek maliyetlerinin azaltılması, sendikalara saldırı, bütün süreçlerin otomazisyonu, ücretlerin düşük olduğu ve güvencesiz çalışma koşullarının bulunduğu ülkelere taşeronluk işlerinin verilmesi ve tüketim kalıplarının çeşitlendirilmesi. Dolayısıyla sonuç finansallaşma oldu, ancak bu, kârlardaki artışın (Fordist imalat mantığında olduğu gibi) gelirlerin maliyetten yüksek olmasından kaynaklanan bir artı değere değil, borsada t1 zamanı ile t2 zamanı arasında karşılaştırmalı olarak (t1 ve t2 arasındaki fark sadece birkaç gün bile olabilir) elde edilen bir artı değere bağlı olduğu bir süreçti.
Aslında şirketlerin kârlarını yeniden sağlamak üzere finansal piyasalara yönelmesinin, faaliyetlerini yeni menkul kıymetler çıkartarak finanse etmeleriyle gerçekten bir ilgisi olmamıştır, çünkü şirketlerin her zaman kendilerini finanse etmeye yetecek kadar bir kapasitesi vardı. Dünyadaki hisselerin çoğunluğunu elinde bulunduran ülke Amerika, hisse senedi çıkarma yoluyla fonlamayı gerekli olanın sadece yüzde biri, Almanya ise yüzde ikisi oranında kullanmıştır. Ekonominin finansallaşması, kâr oranındaki düşüş döneminden sonra sermayenin kârlılığını yeniden sağlama süreci ve bu kârlılığı doğrudan üretim sürecinin dışında sağlamanın bir aracıdır. Bu araç, şirketlerin hissedar değeri (shareholder value) paradigmasını sorumsuz bir biçimde, yani menfaat sahibi değeri (stakeholder value) olarak tanımlanan “yarar sağlayanların” çeşitliliğine karşı (çalışanlar, tüketiciler, tedarikçiler, çevre, gelecek nesiller) hissedarın değerini önceleyen şekilde içselleştirmesine neden olmuştur. İşletmelerin toplam geliri içinde (sanayi) kârlarının payı, ABD’de 60’lar ve 70’ler arasında yüzde 24’ten yüzde 15-17’ye düşmüş ve o zamandan bu yana yüzde 14-15’leri aşmamıştır. Dolayısıyla finansallaşma, aslında çağdaş kapitalizmin motor gücü haline gelecek şekilde yapısallaşmıştır.
“Var olan bilgi üzerine kapsamlı bir araştırma temelinde Greta Krippner tarafından da ortaya konduğu üzere, ABD’li şirketlerin toplam kârları içinde finans, sigorta ve gayrimenkulden doğanların payı 1980’lerde imalat sektörünün payına nerdeyse ulaşmakla kalmamış, 1990’lara gelindiğinde aşmıştır da. Daha önemlisi ise, 1970’ler ve 1980’lerde finansal olmayan şirketler, tesis ve makinelerden ziyade finansal ürünlere yatırımı keskin bir şekilde artırmış ve giderek üretim etkinliklerinden ziyade finansal yatırımlarından türeyen ücret gelirlerine ve kârlara bağımlı hale gelmişlerdir. Krippner’in finansal olmayanın finansallaşması yönündeki bu eğilimle ilgili olarak bu süreçte imalat sektörünün niceliksel olarak ağırlık oluşturmakla kalmayıp aynı zamanda sürecin götüreni olduğu bulgusu özellikle önemlidir” (Giovanni Arrighi, Adam Smith a Pechino. Genealogie del ventunesimo secolo, Feltrinelli, Milan, 2007, s.159-60). Kârları finansal “kurgusal” kazançtan ayıran, reel ekonomi (sanayi) ve finans ekonomisi arasındaki ayrımı tavan arasına atmak ve aynı zamanda hem teorik hem de tarihsel açıdan kapitalizmi sanayi kapitalizmi ile özdeşleştirmeyi bırakmak için bu kadarı yeterlidir (Arrighi bunun, Ortodoks Marksizm tarafından temellendirilmesi hiç de gerekli görülmeyen bir iman eylemi olduğunu söyler). Geçmiş otuz yılda şirketlerin sahiplendiği hissedar değeri paradigmasını tanımlayabilmek için “sorumsuz şirketlerden” bahsedilecekse, Carlo Vercollene’nin güzel ifadesiyle söylersek, üretim sürecinin “kârın rantlaşması”na dayalı dönüşümünden bahsetmek faydalı olacaktır.
Ücretlerin düştüğü ve güvencesiz hale geldiği, sermaye yatırımının durakladığı finansal kapitalizmin Fordizm sonrası yapılanması içinde, kârın gerçekleşmesi sorunu (başka bir deyişle artı ürünün satışı) ücret olmayan gelir tarafından tüketimin rolüne gönderme yapar. Bu bölüşüm profili açısından, sermayenin yeniden üretimi (bunun tanımlayıcı bir unsuru olarak, zenginliğin kutuplaşmasıyla birlikte) kısmen rantiyecinin tüketimi, kısmense çalışanların tüketici borçlarıyla sağlanır. Finansallaşma, finansal geliri çalışanlara, oldukça eşitsiz ve güvencesiz olarak (örneğin, primin önceliği temelinde birleştirilmiş emekli aylıklarından türeyen emeklilik geliri) iki biçimde, menkul ve gayrimenkul olarak (ABD’de yüzde 20 ve yüzde 80’lik oranlarda) bölüştürür. Dolayısıyla rantın, kârın ötesinde bir tür ücrete dönüşmesi söz konusudur.
Özel olarak hane halklarının borçlanması, buna denk düşen ABD ya da Avrupa’daki tasarruflardaki az ya da çok belirgin düşüşle birlikte, finansal kapitalizmin daha genişlemiş bir ölçekte ve küresel düzeyde kendini çoğaltmasına olanak verdi. Refah devletinin yeniden dağıtımcı işlevinin azalmasına paralel olarak, bu süreçte Keynesçi açık harcamasının bir tür özelleşmesinden, özel borçlar yoluyla ek bir talep yaratılmasından (riskin göreli olarak özel hane halklarına kaydırılmasından) bahsedilebilir. Özel borçların patlaması, özellikle de 2000-2002 Nasdaq krizinden sonra, borca dayalı varlıkların menkul kıymetleştirilmesini teşvik eden bir politika olarak, çok yaygın bir parasal politika izlenmesi ve bankaların serbestleştirilmesiyle kolaylaştırılmış oldu: Kredi Temerrüt Swaplarına ek olarak Teminatlandırılmış Borç Yükümlülükleri ve Teminatlandırılmış Kredi Yükümlülükleri, yatırım risklerine karşı korunabilmek için işletenler arasında alınıp satılan (aslında değiş tokuş edilen) sigorta türevleri vs. Bu kredi türevlerinin tamamı, on yılda yüzde yüzlük bir artış göstererek 62 trilyon dolara kadar ulaştı (menkul kıymetleştirilmiş varlıklar ve türev finansal araçların bir sözlüğü için bkz. Charles R. Morris, Crack. Come siamo arrivati al collasso del mercato e cosa ci riserva il futuro, Elliot Edizioni, Rome, 2008). Menkul kıymetleştirme, kredi kurumlarının ya da ajanslarının bütçelerinin, müşterilere verilen kredilerin (mortgage, aynı zamanda da kredi kartları) bankacılık sektörüne satılarak temizlenmesine olanak verir. Bunlar farklı riskler içeren (iyiden daha kötüye) kredi havuzlarıdır ve bu temelde bu menkul değerler, kısa dönemli borçlar yoluyla alış fiyatlarını fonlamak üzere keyfi bir biçimde yaratılmış olan finansal yapılara (özel amaçlı kanallar ya da araçlara) satılır. Sonunda tahviller hedge fonları, yatırım bankaları ya da emeklilik fonlarına konulur. Bu karmaşık finansal mühendislik, bankaların bütçelerini bu kredilerden temizleyerek yeni krediler verebilmelerine ve böylelikle toplam kredi miktarını suni bir şekilde artırmalarına (kaldıraç etkisi) olanak verir. Bu bir çeşit dilimlerin çoğaltılmasıdır, çünkü yaratılmış bir artı değerin bir parçası üzerinde bir hak olarak menkul değerlerin akışı ile sadece parasal olarak katlanan faiz ve kazanç paylarının akışının ayrılması riski, menkul kıymetleştirme (kaldıraç etkisi) yoluyla kredilerin çoğaltılmasına içseldir.
GSYİH’nin yüzde 93’ünü oluşturan toplam hane borçlarına karşılık olarak GSYİH’nin yüzde 70’ine ulaşan ABD mortgage borçları, 2000’den bu yana artan tüketimin kaynağını ve 2002’den bu yanaki gayrimenkul balonunun motorunu oluşturmuştur. Tüketim; yeniden mortgage olarak verebilme, ev fiyatlarındaki enflasyon nedeniyle yeni krediler alabilmek için mortgage kredilerini yeniden pazarlık edebilme fırsatları sayesinde ateşlenmiştir. Home equity extraction adı verilen bu mekanizma ABD’nin ekonomik büyümesinde kilit bir rol oynamıştır. ABD Ekonomik Analiz Bürosu GSYİH’de bu mekanizma sayesinde kaydedilen büyümenin 2002 ve 2007 arasında ortalama olarak yüzde 1,5 olduğunu tahmin ediyor. Mortgage kredilerinin ve artan tüketimin pozitif etkisi olmasa ABD GSYİH’sinin büyümesi Euro bölgesine eşit ya da ondan daha düşük olurdu (Jacques Sapir, L'économie politique internationale de la crise et la question du “nouveau Bretton Woods”: Leçons pour des temps de crise, mimeo, sapir@msh-paris.fr). Alt gelir grubu (subprime) mortgage’lerin, büyümesi ve finansal kâr sağlayabilmesi için orta sınıfa ek olarak yoksulları da içermesi gerektiğini gösterdik. İşleyebilmesi için kapitalizmin hiçbir güvence sağlayamayan, kendinden başka verebilecek bir şeyi olmayan insanların çıplak yaşamına yatırım yapması gerekir. İnsanların çıplak yaşamını doğrudan bir kâr kaynağı haline getiren bir kapitalizm. Dahası finans, gayrimenkul fiyatlarının “sonsuz” artışı ve finansal kazancın sürekliliğini sağlamanın gerekli bir koşulu olarak, onsuz mülksüzleri içermenin mümkün olamayacağı bir koşul olan enflasyon artışı beklentisi temelinde çalışır. Aralarında bir sürü itibarlı finans kuruluşunun da bulunduğu kurum ve kişilerden 50 trilyon dolar gibi bir rakam toplamayı başaran, Nasdaq’ın eski başkanı Madoff’un tasarlamış olduğu zincir mektupları gibi, bu işleyiş adeta son girenin önce girene kazandırdığı bir tür Ponzi şemasıdır.
Bu kapsayıcı sürecin eşiği, piyasanın toplumsal ve özel mantığının gelişimi dahil olmak üzere, toplumsal mülkiyet hakları (ev gibi) ile özel mülkiyet hakları arasındaki çelişkidir. Sınıf mücadelesinin üzerinde gerçekleştiği, aynı zamanda da sermayenin bu krizden çıkma becerisinin dayandığı zemin bu eşiktir. Bu, örneğin subprime mortgage’lere özgü ipotek sözleşmelerinin mimarisindeki zamansal bir eşiktir. Sabit mortgage faizlerinin düşük olduğu ve daha ziyade ev sahiplerinin yararına olan ilk iki yıl ve daha sonra faiz oranlarının dalgalı olduğu ve dolayısıyla genel ekonomi ve parasal politikaya bağlı hale geldiği bir 28 yıl öngören 2+28 formülü, özel mülkiyet ve toplumsal mülkiyet hakları arasındaki çelişkinin bir örneğidir. Kullanım değerinin (ona erişimin) göreli olarak hakim olduğu iki yılın ardından aşırı şiddetli bir sürgün ve dışlama etkisiyle birlikte değişim değerinin kendini hissettirdiği bir 28 yıl geçiririz. Bu sayede finansal mantık, her türden yapay bir kıtlık yaratarak, finansal kaynak, likidite, haklar, arzu ve güç kıtlığı yaratarak “komünün (comune) sakinlerini” yerinden etmekle birlikte böldüğü ve özelleştirdiği bir kamu malı (bene comune) üretir. Bu, ortak mülkleri (bene comune) toprakları üzerinde yaşayan köylülerin, bölünmesi ve özelleştirilmesiyle birlikte bu ortak topraklardan sökülüp atıldığı, çıplak yaşamı içinde proletaryanın doğuşuna neden olan 17. yüzyıl toprak çitlemelerini hatırlatan bir süreçtir.
Spinoza’dan ve onun egemenliğin hukuku ve disiplinine direnişinden bahsederken Augusto Illimunati, çitleme süreçlerinin yasal-normatif doğasına aydınlık getirir: Spinoza “dünyanın farkındadır, ama onun toprağı, on yedinci yüzyılın hayvancılık ve avcılık yapmak için çitlenmiş, Eşitlikçilerin (The Levellers) deyimiyle, kuzuların insanları yediği topraklar değildir, onun toprağı insanların sadece hizmet etmesini bilen atıl kuzulara indirgendiği, barış ya da yurttaşlığın değil sadece yalnızlığın ve çölün olduğu topraklar değildir” (A. Illuminati, Spinoza Atlantic Ghilbi Edizioni, Milan, 2008, s.15). Sandro Mezzadra’nın ortaya koyduğu üzere ilksel ya da ilkel birikim, başka bir deyişle milyonlarca insanın ücretlendirildiği ve proleterleştirildiği süreç, sermayenin tarihsel gelişiminin, kapitalist sömürü yasalarından özgür olan ve toplumsal elbirliğinin ürettiği komüne/ortak olana (comune) çarptığında ortaya çıkan bir süreçtir (Mezzadra S., La “cosiddetta” accumulazione originaria, AAVV, Lessico marxiano, Manifestolibri, Rome, 2008). Dolayısıyla komünün/ortak olanın (comune) üretimi kapitalist gelişmeyi önceler, onu öngörür, aşar ve geleceğin eklemlenişini belirler.
Kârın rantlaşması üzerine
Finansın parazitik olmayan rolü, tüketimde artış sağlayacak şekilde gelir üretebilmesi sadece bölüşüm yönünden açıklanamaz. Finansın biriktirilmeyen, (sabit ya da değişken) sermayeye yatırılmayan kârdan beslendiği ve finansal mühendislik yoluyla katlanarak çoğaldığı doğrudur, çünkü kârdaki artışların, artı değer paylarının varlık sahiplerine dağıtılmasına olanak verdiği de doğrudur. Bu profilden (tekrarlayalım: bölüşüm profilinden) analiz, finansallaşmanın gerçek sapkın süreçlerini gösterir, öyle ki bu süreçte finansal sermayenin her türlü kolektif çıkardan özerkleşmesi (ücret istikrarı ve istihdam, emeklilik gelirlerinin ve borsaya yatırılan birikimlerin çöküşü, tüketici kredilerinden mahrum bırakılma, okul burslarının buharlaşması) ve hisse senedinden kazanç arayışı biçiminde içsel bir dinamik, her türlü kural ve denetimden bağımsız finansal araçların çoğalmasıyla birlikte kurgusal kârların artışını doğurur. Bu üretim tarzının gelişim-krizi, toplumsal ihtiyaçlar ile hiper kârlara dayalı finansal mantık arasındaki uçurumu derinleştirir: Gelişmiş ülkelerde, artan bir şekilde sosyal alanlara, sağlığa, eğitim ve kültür alanlarına yönelen tüketimi, önceden kamusal kriterlere göre yönetilen alanların özelleştirilmesiyle karşı karşıya bırakan antropogenetik bir model olumlanırken gelişmekte olan ülkelerde ise değerlenme alanlarının genişlemesi, aşırı sömürü ve yerel ekonomilerin yıkımı süreçleri daha da ilerletilir. Finansal kapitalizmin bir bütün olarak topluma dayattığı talepler, bölüşüm adına toplumsal uyumu ve hayat kalitesini bilerek feda eden bir büyüme modeli altında toplumsal gerilemeyi daha da pekiştirir. Ücret deflasyonu, çalışma stresine bağlı olarak (GSYİH’nin yüzde 3’üne varasıya) artan sağlık bakımı maliyetleriyle birlikte çalışmanın patolojikleşmesi, toplumsal bilançonun giderek kötüleşmesi, finansal mantığın ve finansal kapitalizme özgü yersizleştirmenin etkileridir.
Sorun şu ki, bölüşüm açısından analiz edildiğinde (ekonomik son mercii), finansal kapitalizmin gelişim-krizi ölümcül bir sona götürür. Kapı dışarı edilen, finansın parazitik doğası klişesi, gizlice bacadan içeri girer. Herkesin gözü önünde duran, teorik olmaktan daha ziyade pratik politik olan açmaz şudur: krizden çıkış stratejileri geliştirmenin imkânsızlığı ve bir yandan finansın kurtarılmasını gerektiren (ki buna gerçekten karşıyız) öte yandan ekonominin iyileşmesi ihtimalini zora sokan ekonomik canlanma tedbirlerine başvurulması.
Kapitalizmin finansal krizini eleştirel yani politik olarak analiz edebilmek için en baştan, finansallaşmanın kaynağını oluşturan, birikim olmadan kârın artışından başlamalıyız. Başka bir deyişle, finansallaşmayı, kapitalistin doğrudan canlı emekten, fabrikadaki ücretli emekten artı değer çekememesinden, Fordist modelin krizinden başlayarak kendini belli etmeye başlayan, değer üretim sürecinin diğer yanı olarak analiz etmemiz gerekir. Burada öne sürülen tez, finansallaşmanın artı değer ve kolektif tasarrufların giderek üretken olmayan/parazitik sapkınlaşması değil, yeni değer üretim süreçlerine simetrik bir kapitalist birikim biçimi olduğudur. Halihazırdaki finansal kriz, kapitalist birikimin olmadığı bir sürecin içe patlayan bir sonucundan daha ziyade kapitalist birikimin tıkanması biçiminde yorumlanmalıdır.
Son otuz yıldır, finansın tüketim alanındaki rolünün yanında, artı değer üretim süreçlerinde meydana gelen bir değişim söz konusudur. Artı değerin elde edilmesinin, malların ve hizmetlerin üretim alanlarıyla sınırlı kalmayıp fabrika kapılarının dışına taşması ve doğrudan sermayenin dolaşım alanına girmesi biçiminde, değerlenme süreçlerinde bir dönüşüm meydana gelmiştir. Bu, kadınlar tarafından uzun zamandır bilinmekte olan bir fenomen ya da bir geçiş olarak, artı değer elde etme süreçlerinin yeniden üretim ve bölüşüm alanlarına genişlemesidir. Daha açık bir biçimde, yönetim stratejileri ve teorilerinde bile, üretim süreçlerinin taşeronlaşmasından, “crowdsourcing”ten, yani yığınlara ve onların yaşam biçimlerine değer biçmekten bahsediyoruz (Jeff Howe, Crowdsourcing. Why the power of the crowd is driving the future of business, New York, 2008).
Üretim açısından finansal kapitalizmi analiz etmek, biyo’dan (Andrea Fumagalli, Bioeconomia e capitalismo cognitivo, Carocci, Roma, 2007) ya da “insanların yaşamlarıyla giderek bütünleşmesiyle ayırt edilen biyokapitalizm”den bahsetmek anlamına gelir. “Daha önceleri, kapitalizm temel olarak, makineler ve işçilerin bedenleri aracılığıyla ham maddelerin işlenmesine gönderme yapıyordu. Biyokapitalizm ise değeri, maddi bir emek aracı olarak işlev gören bedenin de ötesinde bedenin bütününden üretiyor” (Codeluppi Vanni, Il biocapitalismo. Verso lo sfruttamento integrale di corpi, cervelli ed emozioni, Boringhieri Bollati, Torino, 2008). Finansal kriz analizimizde son yıllarda geliştirilmiş bulunan biyokapitalizm ve bilişsel kapitalizm üzerine teorilere ve çalışmalara gönderme yapmamızın tamamen metodolojik bir anlamı vardır. Burada adı geçen yazarlar ve daha çok sayıdaki diğerleri tarafından zaten yapılmış olduğu için, bilişsel kapitalizmin daha doğru ve kapsamlı bir betimlemesini vermek yerine, burada yeni kapitalizmin gelişim-krizinin altında yatan, finansallaşma ve değer üretim süreçleri arasındaki ilişkiyi vurgulamak istiyoruz.
Değer üretiminin taşeronlaştırılmasının, bunun yeniden üretim alanına genişlemesinin çok sayıda örneği mevcuttur (Marie-Anne Dujarier, Le travail du consommateur. De McDo à eBay: comment nous ce que nous achetons, La découverte, Paris, 2008). Dolaşım alanının kapitalizm tarafından sömürgeleştirilmesi, ikinci nesil serbest çalışmanın atipik biçimlerinin ortaya çıktığı ilk aşama olan taşeronlaşmadan, tüketicinin ekonomik değerin gerçek üreticisine dönüşmesine hiç durmaksızın ilerlemiştir. Analizi basitleştirmek riski taşısa da paradigmatik örnekler üzerine düşünmek faydalı olabilir. Bir dizi fonksiyonu tüketiciye devreden Ikea’yı düşünelim (istenilen nesnenin özelliklerinin belirlenmesi, raftan alınması, arabaya yüklenmesi vs.). Billy kitaplığının montajı işini tüketiciye verir, böylelikle sabit ve değişken maliyetleri çok az bir fiyat indiriminden yararlanan tüketici üzerinden dışsallaştırır, şirket ise maliyetlerden ciddi şekilde tasarruf etmiş olur. Başka örnekler de verilebilir: Microsoft ve Google başta olmak üzere yazılım şirketleri programlarının yeni versiyonlarını çoğunlukla tüketicilere test ettirir, üstelik açık kaynak yazılım programları bir insan çokluğunun, “üretken tüketiciler”in yarattığı bir yeniliğin sonucudur.
Sermayenin yeni değerlenme süreçlerinin ilk sonucu şudur: yeni değer elde etme araçları ile yaratılan katma değer devasa büyüklüktedir. Doğrudan ve dolaylı ücretlerin (emekli maaşları, sosyal güvenlik, bireysel ve kolektif tasarruf getirileri) baskılanmasına, esnek ve ağsal iş sistemleri (güvencesiz ve geçici istihdam) ve çok daha geniş bir serbest meslek tabanının yaratılmasına (tüketim ve yeniden üretim alanındaki işler ve de bilişsel emeğin yoğunlaşması) dayanır. Katma değerin yani karşılığı ödenmemiş emeğin büyüklüğü; üretim alanına yeniden yatırılmayan kârın, başka bir deyişle artışı büyümeyi, istihdamı ya da ücreti artırmayan kârların kaynağıdır.
Bu yönüyle, krizin nedenleri üzerine dönen Marksist tartışmaya referansla, Alain Bihr’in şu an “aşırı artı değer” durumunda bulunduğumuz yönündeki tezine kısmen katılmak mümkündür ama Bihr ve Husson’dan farklı olarak, bunun birikimin olmamasının, kârların sabit ve değişen sermayeye yatırılmamasının bir sonucu olmadığını söylemeliyiz. Aksine artı değer fazlası, Fordizmin krizini takiben, sermayenin dolaşım ve yeniden üretim alanında verili olan yeni bir birikim sürecinin sonucudur. Amerikan ve Avrupalı çokuluslu şirketlerin büyük bir kısmının yurtdışı doğrudan yatırımlarını (Çin, Brezilya ve biraz zor da olsa Hindistan’da) arttırdığı düşünüldüğünde, François Chesnais’nin artı değer fazlasının yeni piyasa fırsatları arayışına yol açmakla kalmadığı yönündeki itirazının genişletilmesi gerekir: Tipik kâr hırsının bir yansıması olarak, doğrudan yatırımlar sadece ekonomik olarak gelişmiş ülkeler dışında gerçekleştirilmekle kalmadı, aynı zamanda içeride açık bir şekilde dolaşım ve yeniden üretim alanlarına aktı. Ve beğenelim ya da beğenmeyelim, bu durum, sermayenin, kendisiyle hiç de mutlu bir birlikteliği olmadığı Fordist işçi sınıfına karşı uzun yürüyüşünün bir sonucudur.
Bilişsel kapitalizm üzerine çalışmalar, katma değerin üretiminde bilişsel/maddi olmayan emeğin merkeziliğini aydınlatmanın yanı sıra, sabit sermayenin (fiziksel araçlar) stratejik önemini giderek yitirdiğini ve bir dizi üretici-araçsal işlevin emek gücünün canlı bedenine aktarıldığını ortaya koyar. (Christian Marazzi, Capitalismo digitale e modello antropogenetico del lavoro. L'ammortamento del corpo macchina, JL Laville, C. Marazzi, M. La Rosa, F. Chicchi (ed.), Reinventare il lavoro, Sapere 2000, Rome, 2005). “Bilgi ekonomisi ilginç bir paradoks içerir. Yeni ürünün ilk birimi şirketler açısından çok maliyetlidir, çünkü üretimi ve pazarlanmasından önce araştırma aşamasında büyük yatırımların yapılmasını gerektirir. Sonraki birimleri üretmek nispeten daha ucuza gelir, çünkü orijinal bir şeyi kopyalamak basittir, üretimin yersizleştirilmesi, var olan teknoloji ve dijitalleşme süreçleri sayesinde bunu ekonomik bir şekilde yapabilirsiniz. Bunun sonucu olarak şirketler çabalarını ve kaynaklarını fikir üretimine yoğunlaştırır, ancak maliyetlerin giderek artma eğilimiyle yüz yüze gelir” "(Codeluppi, op. Cit., s.24. bkz. E. Rullani’nin çok önemli çalışması, Economia della conoscenza. Creatività e valore nel capitalismo delle reti, Carocci, Roma, 2004). Artan kazanç teorisine gönderme yapan, bilişsel kapitalizmin bu özelliği; bütün etkinlik düzeylerinin emeğin maliyetinin düşük olduğu ülkelere taşeronlaşma yoluyla aktarılma biçiminin, başlangıç maliyetlerini tekel fiyatlarıyla amorti etmek için gerekli kıtlığı yaratma süreçlerinin (patentler, lisanslar, telif hakları) ve son olarak sermaye mallarına doğrudan yatırımın azalmasının kaynağıdır. Buna ek olarak, başlangıç maliyetlerini düşürebilmek için şirketler “daha fazla sermaye malı almayı değil ihtiyaç duydukları fiziksel sermayeyi türlü kiralama sözleşmeleri yoluyla ödünç almayı, böylelikle faaliyet maliyetleriyle aynı biçimde, uygulama maliyetleri gibi göreli maliyetlerini de hafifletmeyi düşünürler” (Jeremy Rifkin, L'era dell'accesso. La rivoluzione della new economy, Mondadori, Milan, s.57). Birikim, kâr ve finansallaşma arasındaki ilişkinin Fordizm sonrası üretim süreçlerinin belirgin özellikleri temelinde yeniden yorumlanması gerekir. Finansallaşmayı tetikleyen kârlardaki artış mümkün olabilmiştir, çünkü biyokapitalizmde sermaye birikimi kavramı dönüşüme uğramıştır. Artık sermaye birikimi, Fordist dönemde olduğu gibi, sermayenin sabit ya da değişen sermayeye (ücretler) yatırılmasına değil üretim dispozitiflerine yatırıma ve doğrudan üretim sürecinin dışında üretilen değere el konulmasına dayanıyor. Bu crowdsourcing teknolojileri sermayenin yeni organik bileşimini oluşturur, başka bir deyişle bu, topluma yayılmış olan sabit sermaye ile yeniden üretim, tüketim, yaşam biçimleri, bireysel ve kolektif imgelem alanlarında yersiz yurtsuzlaştırılmış, yersizleştirilmiş ve bu alanlara nüfuz etmiş olan değişen sermaye arasındaki orandır. Fordist döneme özgü makineler sisteminden farklı olarak, enformasyon teknolojileri ve enformasyona ek olarak bir dizi maddi olmayan organizasyon sisteminden oluşan yeni sabit sermaye, işçileri hayatın her anında kovalayarak artı değeri emer ve sonuçta işgünü, canlı emek zamanı artar ve yoğunlaşır. Canlı emek miktarındaki artış sadece stratejik üretim araçlarının (bilgi, yetenekler, elbirliği) emek gücünün canlı bedenine aktarılmasını yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda geleneksel üretim araçlarının ekonomik değerindeki düşme eğilimini de açıklar. Dolayısıyla son yıllarda borsaya yönelişlerin, istihdamı ya da ücretleri artıracak doğrudan yatırımların artışıyla değil de hisse değerleri artışıyla sonuçlanmasının gizemli bir yanı yoktur. Yatırımların kendi kendini finanse etmesi, birikimin kaldıracının, finansallaşma kadar üretim dispozitifleri ve toplum içindeki değere el konulmasıyla ilgili olduğunu gösterir.
O halde son otuz yıldır kârlardaki artış, klasik üretim süreçlerinin tamamen dışında olduğu oranda, birikimle birlikte bir artı değer üretimine atfedilmelidir. Bu açıdan, “kârın (kısmen de ücretin kendisinin) rantlaşması” fikri doğrudan üretim alanlarının dışında üretilen değere el konulmasının bir etkisi olarak onaylanmış olur. Halihazırdaki üretim sistemi ilginç bir şekilde Fizyokratlar tarafından teorileştirilen, çiftçiliğe dayalı 18. yüzyıl ekonomisini andırır. Quesnay’in Ekonomik Tabloları’nda rant, tarım işçisinin üretmiş olduğu net miktarı gösterir (geliri işçilerin ücreti ile aynı biçimde yani kâr olarak düşünülmeyen kapitalist rantiyenin emeği de dahil olmak üzere) ve fiziksel üretim araçları hesaba katılmaz. Quesnay, sermaye mallarının (sabit sermayenin) üreticilerini, kısır bir sınıfın, yani ürün üretmeyenlerin bir parçası olarak tanımlar. Birinci sanayi devriminin doğuşunda ekonomi politiğin kurucularının sonradan da gösterdiği üzere, sabit sermayeyi, sermaye mallarını, net ürünün üretim faktörlerini dışarıda tutmak yanlıştı. Ancak sabit sermayenin ekonomik değerinin ve onun değişen sermayeden niteliksel farkının sonradan keşfinin, kapitalizmin radikal modernliğini ayırt eden bu epistemolojik sıçramanın, yani emek ve sermaye arasındaki ayrılmanın; doğuş halindeki kapitalizmin gelişim-krizinin kaldıracı olarak üretim faktörlerinin karşılıklı otonomlaşmasının temelinde yattığını düşündüğümüzde, bu hata üretim bilincinin bir hatasıydı.
Toplumsal bedeni canlı kılan hayat biçimlerinin Ricardo’nun teorisindeki toprağa denk düştüğü söylenebilir. Ancak Ricardo’nun (mutlak ya da farklılaşan) rantından farklı olarak, bugün rant, finansallaşma süreçleri sayesinde kâr olarak asimile edilebiliyor. Finansallaşma, özgün bir mantıkla birlikte, özelde para araçlarıyla para üretiminin doğrudan üretim süreçlerinden özerkleşmesi olarak, biyokapitalizme özgü biçimde değer üretiminin taşeronlaşmasının başka bir yüzüdür. Finansallaşma, yalnızca artı değerin gerçekleşmesi için gerekli efektif talebi yaratmakla, başka bir deyişle olmadığı koşulda GSYİH’nin vasat bir seviyede ve durgun kalacağı gelir ve borç kitlesini yaratmakla kalmaz. Finansallaşma sürekli yeniliği, biyokapitalizmin sürekli üretim atılımlarını önemli bir şekilde belirler ve borsada kayıtlı olsun ya da olmasın bütün girişimlere ve toplumun bütününe, hisse değerlerinin önceliğine odaklanan hiper-üretim mantığını empoze eder. Finansallaşmadan kaynaklanan üretim kaymaları, sistematik bir biçimde sermayenin “yaratıcı yıkımı” yoluyla, yani araçsal bir şekilde teşvik edildikten sonra toplumsal servete erişimin kırıldığı giderek sıklaşan krizler aracılığıyla yürütülür.
Fordizmin 70’lerdeki krizinden başlayarak, ortaya çıkan balonlar kapitalizmin “dolaşım alanını sömürgeleştirmesi”nin uzun süreci içindeki kriz uğrakları olarak değerlendirilmelidir. Bu, küreselleşme sürecini, yerel ve küresel sosyo-ekonomik meselelerin giderek artan bir kısmının finansal biyokapitalizmin mantığına tabi kılınması olarak açıklayan bütünsel bir süreçtir. Emperyalizmden imparatorluğa geçiş, başka bir deyişle Güney ekonomilerinin temel olarak dış pazar ve bununla birlikte ucuz hammadde kaynağı olarak kullanıldığı, gelişmiş ülkeler ile az gelişmiş ülkeler arasındaki bağımlılık ilişkilerinden, içerisi ve dışarısı arasındaki ikiliğin giderek ortadan kalktığı emperyal küreselleşmeye geçiş de değer üretim süreçlerinin taşeronlaşmasını öngören kapitalist mantığa atfedilmelidir. Finansallaşma, yeni kapitalist birikimin uygun ve sapkın tarzını temsil etmektedir.
Küresel yönetişim krizi
Ağustos 2007’de alt gelir grubu mortgage kredilerinin patlamasıyla birlikte başlayan finansal kriz; likidite krizi, banka iflasları, paranın kurmaylarının krizin yapısını etkileyemeyen sürekli müdahaleleri, ekonomiyi iyileştirmek için alınan maliyetli tedbirler, ülkelerin borçlarını ödeyemez hale gelmesi, deflasyonist baskı ve enflasyonun şiddetli bir şekilde artması olasılığı, artan işsizlik ve gelirlerin düşmesiyle ayırt edilen uzun dönemli bir krize dönüşmekte. Esas itibariyle, bu kriz, Fordist birikim modelinin kriziyle birlikte başlayan artan finansallaşma sürecinde biriken bütün çelişkileri içermesi itibariyle, tarihsel bir krizdir (Yine 70’lerde başlamış olan, bankaların deregülasyonunun analizi için bkz. Barry Eichengreen, Anatomy of the financial crisis, Vox, http://www.voxeu.org/index.php?q=node/1684).
Bununla birlikte, halihazırdaki krizin belirlenişi ve hızlanışı 1997-1999 Asya krizinde bulunabilir. Asya krizi; gayrimenkul spekülasyonuna ve yerel para cinsinden aşırı sanayi yatırımına neden olan dolar cinsinden aşırı borçlanmayla krizi aşmak isteyen Güneydoğu Asya ülkelerinin, o andan itibaren dünya para ve finans sisteminin istikrarsızlığı içinde örtük olarak bulunan daha yıkıcı kriz riski karşısında kendilerini korumak adına uluslararası rezervlerini nakit para olarak biriktirmeye karar verdikleri anda başlayan, uluslararası finans sisteminde meydana gelen bir değişikliği ifade ediyordu. Asya ülkeleri iç talebe dayalı büyümeyi terk ederek ihracata dayalı bir ekonomi modelini benimsediği oranda bu, ekonomik modelde radikal bir değişiklik anlamına geliyordu. Bu yolla, dolar cinsinden borç alan bir konumdan, özellikle ABD’ye olmak üzere borç veren ülke konumuna geldiler (M. Aglietta, op. Cit., s. 33-37).
Döviz kazanabilmek için, Asya ülkeleri uluslararası ticarette, ağır devalüasyon, rekabetçi deflasyon ve iç tüketimi daraltma yoluna giderek “yırtıcı” bir politika izlediler. Buna bir de Çin ve Hindistan gibi ülkelerin uluslararası ticarete açılmasını eklersek, Asya’daki dönüm noktasının net etkisinin nasıl tipik bir deflasyon olduğunu anlayabiliriz: Aniden dünya aktif işgücü hacmini ikiye katlayan ücret deflasyonu ve aynı zamanda Çin’den ve daha az ölçüde olmakla birlikte niteliksel bir önem arz edecek şekilde Hindistan’dan ihraç edilen sanayi malları ve tüketici mallarındaki deflasyon. Öte yandan ücretlerdeki deflasyon; şirketlerin yeniden satın alınması gibi borçlanmanın kaldıraç etkisi yaratacak şekilde kullanılmasına olanak veren prosedürler (kaldıraçlı satın alma) yoluyla, finansal mantığın reel ekonomi içindeki endüstrileri istila etmesiyle daha da ağırlaştı (Sapir, op. cit., s. 5).
İnternet balonunun krizinden sonra deflasyon riski daha da gerçek hale gelmiştir. Aslında, 2002’den bu yana, internet balonunun genişleme döneminde (1998-2000) borçlanan girişimlerin borçlarının silinmesi, Amerikan Merkez Bankası (FED) Başkanı Alan Greenspan’i genişlemeci bir para politikası izlemeye zorladı. 90’larda Japonya’nın içine düştüğü kısır döngüden kaçabilmek için ABD’li para otoriteleri uzun bir zamana yayılan düşük faiz oranları (yüzde 1 civarında) uygulamaya karar verdi, çünkü 2002’den bu yana bazı şirketlerin iflasıyla birlikte (mesela Enron), genişlemeci para politikaları borsalara güveni tesis etmekte başarısız olmuştu. Her koşulda, negatif reel faiz oranları; özel borçları artırırken aynı zamanda bankaların, bugün kredi hacmini artırmakla suçlanan çeşitli finansal ve menkul kıymetleştirme araçlarını (şu meşhur toksik varlıklar) geliştirmesini teşvik etti.
Alt gelir grupları için gayrimenkul balonu burada başlar. Şirketler bir bakıma, negatif faiz oranları sayesinde borçtan kurtulmayı başardı, oysa Amerikalı haneler (sıkça buna davet edilerek) katlanan bir şekilde borçlandı. Borçlanma yoluyla tüketimde meydana gelen artış, Amerikan ticaret açığını daha da kötüleştirdi ve sonuç olarak Asya merkantilizminin para politikalarını daha da güçlendirdi (daha önce belirttiğimiz üzere bu ülkeler, devalüasyonu engellemek için devasa miktarlarda dolar elde ederek gerçekleşmiş kârları sterilize ettiler ve bütçe fazlası yoluyla Devlet Fonları oluşturdular). Ayrıca Asya ülkelerinin ticaret fazlası (sterilizasyon tedbirlerine rağmen) ihracatçı ülkelerdeki yatırımları, yani sadece düşük emek maliyetleri dolayısıyla değil aynı zamanda ürün kalitesi ve daha yüksek katma değer dolayısıyla gelişmekte olan ülkelerin rekabet gücünü yükselten bu yatırımları artırdığı için, deflasyon eğilimi devam ediyor.
Ne kadar şematik olsa da, alt gelir grubu mortgage balonunun patlamasına neden olan dinamikler, krizin küresel kapitalist birikim sürecinde belirgin bir yapılanmaya doğru ilerlediğini gösteriyor. Bu yapılanma içinde finansallaşma, küresel sermayenin, uluslararası ticarete sistematik bir tutarlılık veren, finansal gelir ve tüketici borçlarının üretimi sayesinde büyümesine olanak vermiştir. Özellikle de internet balonu ve akabinde şirketlerin borçlarının silinmesinden de sonra küresel büyüme; sabit sermayeye yapılan yatırım oranındaki artışa bağlı olmaksızın elde edilen sermaye kazançlarındaki artışla birlikte, canlı emek maliyetlerini azaltmak için taşeronlaştırma süreçlerinin yoğunlaştırılması yoluyla sermayenin yeniden yapılanmasına tanık oldu. Aslında, özellikle 1998 ve 2007 arasında, büyük şirketlerin (S&P 500 listesindekiler) yeniden yatırılmayan kâr paylarında (serbest nakit akış marjlarında) oldukça yüksek bir artış, borçlanmayı kullanan hane halklarının yüksek tüketimleri ve tasarruflarının azalmasıyla doğrudan paralel olarak bir nakit birikimi meydana geldi.
Her zaman olduğu gibi, sermayenin krizi onun büyümesine neden olan aynı nedenlerden doğuyor (palindrom iş döngüsünün tipik hareketi). Ancak bu kriz, önceki krizlerle karşılaştırıldığında yeni olan bir şeyi, yani Amerikan para otoritelerinin, 97-99 krizinden sonra Asya ülkelerinin uygulamış olduğu “merkantilist” para stratejisinin bir sonucu olarak, piyasada var olan likiditeyi yönetme kapasitesini yitirdiğini açığa çıkardı.
Alan Greenspan’in bir muamma olarak bahsettiği, halbuki Michel Aglietta ve Laurent Berrebi tarafından aydınlatılmış bulunan (Désordres dand le capitalisme mondial, Odile Jacob, Paris, 2007) bu özgünlük, gelişmekte olan ülkeler, petrol üreticisi ve ihracatçısı ülkelerden Amerikan tahvil piyasasına, özelikle de Hazine tahvillerine ve Fannie Mae ile Freddie Mac hisselerine likit akışının sonuçlarına işaret eder. ABD Merkez Bankası’nın 2004 ile 2007 arasında kısa dönemli kredilerin faiz oranlarını artırarak (yüzde 1’den yüzde 5.25’e yükselmiştir) kredi hacmindeki artışı sınırlandırmak yönündeki bütün çabalarına rağmen, gelişmekte olan ülkelerden devasa ve sürekli likit akışı aslında devlet tahvillerinde olduğu gibi uzun dönemli faiz oranlarını düşürmüştür. “Uzun dönemli faiz oranlarının kısa dönemlilerin altına düştüğü –böylesi uzun bir dönem için atipik bir durum- bu çok özel ters çevrilmiş eğri, çok daha sınırlayıcı bir para politikasına rağmen ABD’de borçlanma maliyetlerinin uzun zaman çok düşük kaldığı anlamına gelir.” (Aglietta, op. cit., s. 39). Toptan para piyasasında borçlanabilen bankalar böylelikle riskli durumdaki hane halklarına daha fazla borç verme araçlarına sahip olabildiler. Sonuç olarak, gayrimenkul fiyatları ABD’de 2006 sonbaharına, pek çok Avrupa ülkesinde ise 2008’e kadar arttı (Fransa’da on yılda yüzde 60’tan 80’e, İngiltere ve İspanya’da ise yüzde 50 artış oldu).
O halde, ABD para otoritelerinin yönetişim krizi, dünyanın geri kalanından, özellikle de gelişmekte olan ülkelerden likidite akışının sonuçlarıyla başa çıkmaktaki yetersizlik olarak açıklanabilir. Aslında Asya krizi sonrası küreselleşme, gelişmiş ülkelerdeki iş döngüsüne içsel kriz riskindeki artışı gizledi, çünkü tahvillerin (uzun dönemli tahvillerin) riskleri üzerindeki baskının azalması, finansal sektörü varlıkların değerlenmesine açık hale getirdi. Bir kez daha bu süreç içinde, kriz açısından merkezi olan zamansal boyut söz konusudur. Gayrimenkul krizinin işaretleri daha FED’in faiz oranlarını yükseltme hızına girdiği 2004’te görülmeye başlanmıştı. Ancak dışarıdan içeriye likit akışı para politikası tedbirlerini etkisiz kıldı, böylece balon Ağustos 2007’ye kadar büyümeye devam etti. Gayrimenkul fiyatlarının artışı 2006’nın ortalarından durmakla kalmadı, hatta o yılın sonunda düşmeye başladı. Ama balon ancak Ağustos 2007’de patladı, çünkü derecelendirme kuruluşları, kredi üzerinden çıkartılan tahvillerin (şimdi toksik varlıklar) notunu iş döngüsünün terse dönmesinden ancak bir yıl sonra düşürdü (Asya krizi sonrası yeniden yapılanmayı doğrulayan bir yorum için bkz. The Economist, When a flow becomes a flood, 24 Ocak 2009).
Başka bir deyişle, para yönetişiminin krizi, birincisinin ikincisinden daha kısa sürede gelişmesi anlamında, ekonomik döngü ve para döngüsü arasındaki uçurumu açığa çıkarıyor. Bütün iş döngülerinde olduğu gibi, reel ekonomi döngüsünde de kriz, fiyatlardaki enflasyonist artışın (örneğin gayrimenkulde olduğu gibi, ancak sadece orda da değil) artan talebin azalmasına götürecek şekilde sonlanmasıyla başlar. Talep daha yavaş artar, çünkü gelecek gelir akışının azalması, balonun yoğunlaşmış olduğu malların “irrasyonel” fiyatlarını artık artırmaz. “Eski” ekonomik döngülerde, bu yavaşlama genellikle tam istihdama yaklaşma olarak ifade edilir. Bankacılık sistemi açısından bu, döngünün tırmanış aşamasında verilen kredilerin geri ödenme oranlarında düşüş anlamına gelir. Yani borç içindeki şirketler ve tüketiciler, borçlarını geri ödemekte zorlandıkları sinyalini verir, çünkü (şirketler açısından) satış hacmi ve/veya (hane halkları açısından) gelirler daralmaya başlar. İkincillerden tutun da merkez bankalarına kadar, bütün bankalar için faiz oranlarını yükseltme zamanı gelmiştir.
Finansal küreselleşme hesap vermeyi, döngünün terse çevrimini erteler, çünkü şirketlere ve tüketicilere verilen kredilerin hacmi ulusal reel ekonomi döngüsü içindeki terse dönüş (gayrimenkul fiyatlarında düşüşün başlaması) sinyallerine rağmen artmaya devam edebilir. Buna rağmen Amerikan ödemeler dengesi, yaklaşan krizin semptomlarının gizlenmesine katkıda bulunan bir seyir izlemiştir. Aslında daha fazla kâr peşinde olan gelişmekte olan ülkelerden tasarruf kitlesinin içeriye akışı artmayıp ABD’nin dışarıya doğrudan yatırım akışı tarafından dengelenesiye kadar (bu dış yatırımların, özelikle de dolar diğer para birimlerine göre daha düşük olduğunda, içerdekilere göre daha yüksek geri dönüşü olur ve ABD şirketlerinin kârlarını artırır) ABD para otoriteleri, bariz bir süre boyunca, uluslararası ticaret dengesizliği problemini ele almaktan kaçınabilir.Üstelik ABD’nin para yönetişimi krizinin gecikerek ortaya çıkması, bölgesel bir krizin derhal küresel bir krize dönüşmesinin de kaynağıdır. Elbette bunun nedeni, böyle bir dönemde dünyanın dört bir yanındaki bankaların portföylerine, sigorta şirketlerine, hedge ve ortak yatırım fonlarına, emeklilik fonlarına ve diğer yatırım fonlarına bulaşacak şekilde risklerin ve toksik menkul değerlerin yayılmasıdır. Sonuçta, şimdiye kadar hükümetler tarafından bankacılık ve sigortacılık sistemini yeniden sermayelendirmek üzere alınan tedbirler ve devasa ölçekte gerçekleşen likidite enjeksiyonlarının tamamen etkisiz kalmasının da gösterdiği üzere, bu gerçekten de toksik menkul kıymetlerin küresel olarak yayılmasının ötesine geçen bir krizdir. O halde para yönetişimi krizinin yaşamakta olduğumuz krizin sadece bir kısmını açıkladığı söylenebilir. Herkesin beklediğinin aksine, finansal krizin en kötü döneminde, Ekim 2008’de doların diğer paralar karşısında yeniden değerlenmesi bunun kanıtıdır. “Doların son haftalarda diğer birçok para karşısında güçlenmesi bir anomalidir” (Eichengreen, cit.). Ancak Ağustos 2007’de (alt gelir grubu mortgage kredileri krizinin ortasında) doların yeniden değer kazanmasından sonra olduğu gibi, enflasyonun küresel düzeydeki kaçınılmaz etkileriyle birlikte doların yeniden değer kaybetmeye başlaması olasıdır (tıpkı 2007-08 aralığında petrol ve gıda fiyatlarında meydana gelen yüksek artışların yol açtığı gibi). Bu gösteriyor ki yapısal olarak açık veren ABD ve İngiltere gibi ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler ve de Almaya ve Japonya gibi yapısal olarak fazla veren ülkeler arasındaki küresel dengesizlikler uzun bir süre devam edecek. Internet krizinden sonra ve alt gelir grubu kredi balonunun patlamasına kadar alınan kurtarma tedbirleri ile bankacılık ve finans düzenlemelerinin yeniden tanımlanması, gördüğümüz üzere, kredilerde kaldıraçlama sonucunu verecek şekilde ABD’ye likit akışını mümkün kılmıştır.
Provokatif görünen bir soru sormak yeterli olacaktır: ABD para otoriteleri ve dünyanın geri kalanı başka ne yapabilirdi? Elbette, sonradan anlamış olmanın avantajını kullanarak, yapılabilecek tek şeyin, örneğin (aslında sonuca bakarak), sıkı para politikalarına, banka rezervlerindeki artışa, çıkartılan tahvillerin kalitesini yükseltmeye, alt gelir grubu mortgage kredilerinin menkul kıymetleştirilmesiyle ilgili daha sıkı kuralların getirilmesine vs. bel bağlamak olacağını söyleyebiliriz. Pekiyi ama deflasyon riskiyle karşılaşmış olan ABD para otoriteleri ve 96-97 krizinden tükenmiş bir biçimde çıkan gelişmekte olan ülkelerin merkez bankaları ne yapabilirdi? Yanıt, onların yaptığı şeyden farklı olmayacaktır. FED bütçenin dış açığını azaltmak için daha sıkı bir para politikası uygulamış olsaydı sonuç ABD’de ve dolayısıyla da gelişmiş ülkelerde resesyon olurdu. Üstelik sorun enflasyon değil de deflasyonken FED sıkı para politikasını nasıl haklı gösterebilirdi?
Güncel kapitalist finans ve para politikasının özgün niteliğinin, ekonomik-finansal döngünün içinde olanları dışarıdan yönetmenin imkânsızlığı olduğunu hatırlamak yerinde olacaktır. Önde gelenlerini saymak gerekirse, Orléan André, Michel Aglietta, Robert Shiller, George Soros, Frédéric Lordon’un teorik analizleri, finansal modellerin davranışlarını riskli değerler temelinde yorumlayabilmek adına, manipulatif işlevle bilişsel işlevi, ekonomik rasyonalite ile çoklu aktörlerin kamufle davranışlarını ayırt etmenin nasıl imkânsız olduğunu ortaya koyar. Neoklasik teorinin mükemmel ve saydam piyasa bilgisi üzerine kurulu rasyonel beklentileri çoktandır bir kenara atıldı, çünkü bu bakış açısı finansal piyasaların kilit bir unsurunu, onları niteleyen içsel belirsizliği, reel ekonomi ve finans ekonomisi, küresel ekonomik sistemin içerisi ve dışarısı arasındaki ikiliğin zayıflamasına dayalı belirsizliği ortadan kaldırır. Finansal işlemcilerin etkileşiminin içsel niteliği dolayısıyla, risk değerlendirmesi yapmak için kullanılan olasılık hesabı modellerinin belli bir ontolojik zayıflığı vardır (bkz. André Orléan, La notion de valeur est-elle fundamental indispensable à la théorie financière?, Regards croisés sur l'économie. Comprendre la finance contemporaine, 3 Mart 2008). Bu modeller, risk değerlendirme hatalarının, derecelendirme kuruluşlarına özgü skandal çıkar çatışmalarından kaynaklanan hatalardan daha ziyade ya da aynı zamanda da (Basel I ve Basel II’de denendiği üzere) piyasayı sözde rasyonel ilkelerine göre disipline edebilecek kurallar ya da meta-kurallar koymanın (ontolojik) imkânsızlığının bir ifadesi olduğunu gösterir.
İlk bakışta, yönetişim krizinin kökeninin ikili bir direnişte bulunduğu öne sürülebilir: Bir yandan gelişmekte olan ülkelerin onlara gelişmiş ülkelerin daha altında bir pozisyon biçen her türlü girişime karşı ve onları Asya krizinden sonra büyüme modellerini değiştirmeye yönelten direnişleri. Asya’nın ihracat yönelimli modeli aslında içeride yeniden yatırıma dönüşmeyen tasarrufları, likidin yurt dışına yönlendirilmesiyle, finansal gelire dönüştürmüştür; öte yandan ekonominin finansallaşmasının bir tür “içinde ve karşısında” bir pozisyonla, sosyal gelir kartlarını oynayan Amerikan hane halklarının direnişi. Belli bir süre boyunca, Amerikan hane halkları, finansal olarak istikrarsız bir biçimde, toplumsal mülkiyet hakları, barınma hakkı, malların ve hizmetlerin (borçla) tüketimi alanında etkin oldu. Unutmamalıyız ki bu dönem, devletin eğitim gibi temel alanlara yatırım yapmadığı, böylelikle de eğitimin maliyetini inanılmaz derecede yükselterek aileleri çocuklarını okutabilmek için borç almaya iten bir dönemdi. Özel açık harcamaları, sahip olduklarının ötesinde bir yaşam sürmek yönündeki Amerikan eğilimin bir yansıması olmaktan çok, kökü 80’lerin başındaki liberal dönüşümde ve onu takiben refah devletinin krizinde yatan bir fenomendir.
Jeo-parasal senaryolar
Bu kriz, kapitalist modelin döngünün tırmanış aşamasında ortaya çıkan direnişlerin toplumsal ve potansiyel olarak politik boyutlarını ekonomik düzene eklemlemesinin krizidir. Ancak kriz, Keynesçi müdahalelerle bölgesel ölçekte çözülemeyecek olan, küresel ölçekte somut çelişkiler ve katılıklar temelinde patlamıştır. Açık olan şu ki krizden çıkış, ancak ekonomik iyileştirme tedbirleri belirli jeopolitik ve jeo-parasal stratejiler bağlamına yerleştirilebilirse mümkün olabilir.
Halihazırdaki krizden orta dönemli (beş on yıl arası) çıkış senaryoları temel olarak üç tanedir: “Birincisi, ABD-Çin ikilisine ve sonra da dolar ve yuan arasında bir anlaşmaya dayanır. İkincisi ise oyunu, avro ve ruble arasında özel bir anlaşmayla bağlı olmak üzere Rusya ile başta Almanya ve Fransa olmak üzere Batı Avrupa güçlerine taşır (Avrasya). Dolayısıyla bu senaryo, Çin-Amerikan eksenine paralel olarak, bütün büyük güçler arasında bütün dünyayı kapsayacak bir anlaşma olarak süper-Bretton Woods’un öncüllerini belirler. Üçüncü senaryo, bütün bir sistemi yönetilemez hale getirecek şekilde (eski kıta içindeki ayrılıkların çığırından çıkmasını ve ardından gelen çatışmaları başlatacak şekilde) dengesizliklerin daha da kötüleşmesidir. Bir de buna felaketi ekleyin: Ağustos 1914’ün ama bu sefer nükleer olarak ve bütün bir dünya üzerinde tekrarlanması” "(L'empire senza credit, in Limes, 5, 2008).
Tüm bu senaryolar, Amerikan hegemonyasının çöküşünün, dünyanın en borçlusu durumundaki dünyanın en büyük gücünün paradoksunu açıklayan bir formül olarak, kredisiz İmparatorluk’un çöküşünün kaçınılmazlığına dayanır. Kriz temel olarak Çin’den Singapur’a, Japonya’dan Güney Kore’ye Asya’yı vuruyorken (Asia's suffering, The Economist, 31 Ocak 2009), ABD’nin hâlâ, ne kadar paradoksal görünse de, tasarruflar için hâlâ tek güvenli liman olduğunu düşünürsek, apaçık görünen bu Amerikan çöküşü hipotezi şüphe götürür hale gelir.
Güncel kriz, her biri birbirine kendi çıkarıyla bağlanmış olan bir aktörler çokluğuna işaret eden, karmaşık bir jeo-parasal yapıya dönüştü. Çin Amerikalıların daha çok tasarruf etmesi gerektiğini öne sürebilir, ancak bu tasarruf artışı ABD’ye olan ihracatını etkileyecek bir noktaya gelesiye kadar. Amerikalılar da Çinlilerden, daha önce pek çok kez yaptıkları ve her zaman utangaçça olsa da daha fazlasını istedikleri gibi, paralarını yeniden değerlendirmeleri ve iç tüketimi artırmalarını isteyebilir, ancak Amerikan Hazine tahvillerini almalarına engel olmaması konusunda dikkatli olmaları şartıyla. Öte yandan kriz, gelişmekte olan ülkelere net özel sermaye akışında keskin bir düşüşe çoktan yol açmış durumda (2009’da bu rakam, 2008’de kaydedilen 466 trilyonluk hacmin yarısından azına ve 2007’deki akışların sadece beşte birine denk gelecek şekilde 165 trilyon doları bile aşmayacak). Bununla birlikte, finansal teşvik tedbirleri ve batan Batı bankalarının kurtarılması, gelişmekte olan ülkelerde dışlanma etkisi sonucunu yaratmamakta ve kamu borçlarını daha da artırmaktadır. Dilerseniz bu “geçiş” diyelim, bazı Asya ülkelerini döviz rezervlerini artırmak ve tasarruflarını en gelişmiş ekonomilerin borçlarına yatırmak yoluyla, böylece de ABD’de kredi patlamasını tetikleyen dinamikleri tekrarlamak üzere kendilerini daha fazla koruma altına almaya itebilir.
Dolayısıyla küresel dengesizlikleri daha iyi yönetebilmek için uluslararası işbirliği yoluna gitmeyi teşvik eden, Amerikan İmparatorluğunun çöküşü değil, küresel ekonomiyi yönetme rolünü üstlenebilecek herhangi bir ülkenin yokluğunda bu krizin daha da uzun sürecek olmasıdır. David Brooks’un 2 Ağustos 2008 tarihli Herald Tribune’deki makalesinde söylediği gibi, küresel sistem içinde bugün kapitalizmi paralize eden şey karar vermenin imkânsızlığıdır. Gücün dağılımının “teoride iyi bir şey olmasına rağmen, pratikte çok kutupluluk, kolektif eylemleri veto edebilme gücü anlamına gelir. Pratik olarak, bu yeni çoğulcu dünya küresel-skleroza, ardı sıra çıkan sorunları çözmede zafiyete yol açmıştır.” Başka bir deyişle, kriz tek taraflı ya da çok taraflı ekonomik-politik hegemonya kavramının altını radikal bir şekilde oymuştur, bunun anlamı yeni küresel yönetişim biçimleri arayışıdır.
Bu yöndeki ilk adım, likidite krizi durumunda gelişmekte olan ülkelerin kendi başlarına kalmamasını sağlamaktır. Rezerv bolluğuna sahip olmalarına rağmen, FED’in Ekim’de gelişmekte olan dört ülkeye kredi kanallarını açmış olması bu yöndeki bir yenilik olarak yorumlanabilir. Buradaki amaç, dolar ve diğer paralar arasındaki parasal dengelerden ödün vermeden, gelişmiş ülkelerde iç talebi canlandırmak üzere sermaye akışlarını yeniden yönlendirebilmek için ekonomi politikası tedbirlerinin daha iyi koordinasyonunu sağlamaktır. Almanya’nın da yapısal olarak ticaret fazlası verdiği ve dolayısıyla dış talepteki düşüşü telafi etmek üzere iç talebi yeniden canlandırma tedbirlerini almak için her türlü koşula sahip olduğu düşünülürse, bu strateji Avrupa Birliği ülkelerini de içerir.
Son olarak, şu an için bu jeopolitik-parasal stratejinin uygulanmasında IMF’nin çok marjinal bir rol oynadığına dikkat çekelim. Söz konusu meblağlar IMF’den sağlanabilecek fonları hayli aşıyor. Gerçek şu ki orta vadeden uzun vadeye IMF’nin operasyonel olarak yenilenmesi zorunlu olacak, şu basit nedenden ötürü: ABD “tedbir niteliğindeki” kredi kanallarıyla gelişmekte olan ülkelere orta vadede bir destek sağlayamaz. Başbakan Sarkozy tarafından yüzeysel olarak sıklıkla dile getirilen, Süper-Bretton Woods’un ve IMF’nin onun yeni askeri kanadı olarak kuruluşu, IMF’nin son yıllardaki neoliberal Amerikan politikalarının çekirdeğini oluşturan özelliğini dikkate almak zorunda. ABD’nin de çok istediği üzere, Fonun kuralları arasına, eskiden sadece cari hesap konvertibilitesi yükümlülüğü varken, bir de sermaye hesabı konvertibilitesinin (Bretton Wood anlaşmasının hazırlanma sürecinde Keynes bu tür bir konvertibiliteye şiddetle karşı çıkmıştı) alınmasından bahsediyoruz. “İki kavram arasındaki fark çok temeldir. Cari hesap gerçek ticari işlemlerden, malların ve hizmetlerin değişiminden ya da turist akışı, göçmen işçilerin gelirinin yurt içine dönmesinden elde edilen döviz akışlarına odaklanır. İkincisi ise portföy işlemlerini, izin verilen bütün spekülasyon araçlarını içerir.” (Sapir, op. Cit., s.3).
Süper-Bretton Woods fikri, 80’lerden bu yana uluslararası piyasaların serbestleştirilmesi ve son otuz yıldaki finansal krizlere neden olan küresel dengesizliklerin birikim süreçlerinin öncülü olan, sermaye hesabı konvertibilitesi kuralını ortadan kaldırmak anlamına gelecektir. Bugün IMF, sermayenin bu dolaşım özgürlüğünün ticaret ve uluslararası finans akışları sisteminin istikrarsızlığını artırdığını görmüş durumda. Ancak temel olarak ulusların ekonomik egemenliğini yeniden tesis etmeyi ve ulusüstü bir para sisteminin güvencesi altında değişim ilişkilerinin simetrisini sağlamayı amaçlayan, hipotetik yeni bir IMF’nin maddeleri arasından sermaye hesabı konvertibilitesini çıkarmak yönündeki bir girişim; kaçınılmaz olarak biyokapitalizmin gelişimini ve olumlanmasını, çelişkilerin ve finansal itkinin inanılmaz derecede birikimiyle birlikte bile olsa, güvence altına alan dispozitifleri engellemek anlamına gelecektir. Başlangıç olarak, Amerikan hane halklarının borçlanması yoluyla Amerika’da tüketimin patlamasına neden olan, gelişmekte olan ülkelerden kitlesel likidite akışlarından ABD artık faydalanamıyor. Yeni bir Bretton Woods hipotezi ne olursa olsun, bu yöndeki bir reform, refah devletinin çözülüşüyle birlikte tüketimi ve borçlanmayı işleyişinin motoru haline getirmiş olan bir toplum modeli üzerinde çarpıcı bir etki yaratacaktır. “Eski para düzensizliğinin savunucularıyla para sisteminin ciddi bir şekilde yeniden yapılanmasını savunanlar arasındaki kırılma noktası iki meseleye odaklanır: sermayenin kontrolü ve bazı ülkelerin politikalarının depresif etkilerinin ithalinden kaçınabilmek için korumacılık biçimleri” (Sapir, op. cit., s. 32). Bu bakış açısından, eli kulağında olmasa da gerçek olasılık, bu krizden ekonomik olmanın ötesinde politik olarak çıkılabileceğidir. Sermaye birikiminin küresel ölçekte tıkanması bu çatışan güçler ışığında, bir yandan krizin çok uzun sürmesi ya da sistematik olarak benzer krizlerin devam etmesi olasılığı, diğer yandan krizi aşmak için uluslararası para sisteminin ulusal egemenlik ve ticaret simetrisi adına yeniden tanımlanması olasılıklarıyla birlikte yeniden yorumlanabilir (Martin Woolf, Why President Obama must mend a sick world economy, Financial Times, 21 Ocak 2009). Bu arada Obama yönetiminin yeni New Deal’in ne kadarını gerçekleştirmeyi başarabileceğine bakmak da politik olarak makul olabilir. İç ekonominin iyileştirilmesi için alınan çeşitli tedbirlerin arasında, özellikle takip edilmesi gereken bir tanesinden bahsedilebilir: İflas Durumunda Ailelerin Evlerini Kaybetmemesine Yardım Yasası tasarısı, yani iflas yargıçlarına borçlarını ödeyememiş ev sahiplerinin borçlarını yeniden yapılandırma yetkisi veren yasa (Top 10 Business Battles, Business Week, 2 Şubat 2009). Bu tasarı yasalaşırsa, temel konut kredilerinin iflas mahkemeleri tarafından değiştirilemeyen tek krediler olduğu düşünüldüğünde, tarihte bir ilk olacak. Bu aynı zamanda, bankacılık ve sigorta sistemini kurtarmak için alınan ancak şimdiye kadar iflas eden diğer müdahalelerin yanında tamamen yenilikçi bir finansal tedbir olacak. Amerikan ailelerin mortgagelerini yeniden finanse etmek üzere bir bankanın oluşturulması, bugün dünya bankacılık sistemini tıkayan türev varlıkların değerini yeniden sağlayabilecek teknik tek tedbir, üstelik de otuz yıllık mortgage sözleşmelerinin yeniden finansmanıyla birlikte, kamu açıkları üzerinde doğrudan etkisi olmayacak tek müdahale tedbiridir. Yani bankaları kurtarmak için aileleri kurtar. Daha iyi bir ifadeyle söylersek, parasal sistemi aşağıdan reforme etmeye başla (bkz. Frédéric Lordon, Jusqu'à quand? Pour en finir avec les crises financières, Raisons d'agir, Paris, 2008).
Her zaman olduğu gibi yeni New Deal’imiz yine aşağıdan gelen itkiler, finansal kapitalizmi krize sokan ama aynı zamanda da krizin geçmesinin ön şartını oluşturan, toplumsal gelir planı için direnişlerden hareket ediyor. Toplumsal gelir zemini üzerinde hareketlenmenin zamanı; çelişkiler alanının yönetişimini, ortak olan (comune) üzerindeki, onun içinde yaşama hakkını kuracak olan bir yönetişimi yeniden ele geçirmenin uzun zamanıdır.