top of page

*Faşizm, “Eksik Arzu” nun Temsilidir.

  • Yazarın fotoğrafı: otonomdergi
    otonomdergi
  • 8 Eyl 2023
  • 16 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 9 Ara 2023

Özne, etkinliğinin söylemi içinden kendini üretir. Türkiye devrimci hareketinin kendini ürettiği iki ana söylemin anti-emperyalizm ve anti-faşizm olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Anti-emperyalizm “ulus” kavramını, anti-faşizm ise “halk” kavramını öne çıkarır. Bu yüzden sol için devrim, “anti ”ye dayalı “ulus” ve “halk” kavramlarına dayanır. Bu bakış açısının ürettiği kurucu güç, sosyalizm adına “ulus devlet” tir. Bu söyleme göre yıkıcı devrimin kurucu devrimci gücü böylece “parti” ve “devlet”tir.
Türkiye Solunun teori ve pratiğinde anti-kapitalist gelenek ve birikim yoktur; anti-kapitalizm üzerine düşünme solun gündemine son 20 ya da 25 yılda girmiştir. Dolayısıyla “sınıf” kavramı, Türkiye solu için önemli bir kavram olmasına karşın bir “idea” olarak ideolojik boyutta kalmıştır. Türkiye’de Avrupa’da olduğu gibi köklü ve geleneksel bir sendikal ve siyasal işçi sınıfı hareketinden ve böyle bir hareketten beslenen sol sosyolojik bir gelenekten de bahsetmek mümkün değildir. Sınıf kavramı “ulus” ve “halk” kavramı üzerinden düşünülmüştür. Türkiye devrimci hareketi, tarihsel kök, toplumsal ve sosyolojik güç olarak, Alevilere dayalı mahalle ve gençliğe dayalı üniversite hareketinden beslenmiştir. Günümüzde, üniversite ve mahalleye dayalı gençlik hareketinin etkisizleştiği göz önüne aldığımızda solun beslendiği toplumsal “kurucu bir güç” ün yokluğu üzerine düşünmek önemlidir.
Bizi böyle bir düşünmeye davet edecek sorunsallaştırmalara ihtiyacımız var. Söylem bedenin ifadesidir. Bir pratik, harekete dönüştüğünde bedenleşebilir. Anti-emperyalizm, anti-faşizm ve sınıf söylemi günümüzde, pratiğe ve toplumsal bir hareket ve bedene dönüşememektedir. Ya da toplumsal bir pratik yada siyasal bir hareket, anti-emperyalizm, anti-faşizm ve sınıf söylemlerini devrimci kurucu bir güce dönüştürememektedir. Bu soyutlama, anti-emperyalizm, anti-faşizm ve sınıf söylemlerinin devrimci niteliklerini yitirdikleri anlamına asla gelmemekte; fakat bu kavramların devrimci niteliklerini güncellemek ve bu kavramları çalıştıracak paradigmatik bir makine üzerine yeniden düşünmeye bizleri zorlamaktadır.
Devrim kavramı, modernist solun genel zekâsında devrimciliğini yitirmiştir ve devrim kavramının yeniden devrimcileştirilmeye ihtiyacı vardır. Bu yüzden devrimciliğini yitirmiş devrim kavramı üzerine düşünmemiz gerekiyor. Zira devrim ancak devrimciliğiyle kurucu bir güçtür. Bu bağlamda yıkıcılığa dayalı kurucu devrim fikri devrimciliğini yitirmiştir, ancak kuruculuğa dayalı yıkıcı bir devrim fikri devrim kavramını devrimcileştirebilir. Krizlerin sonucunu yönetmek değil sonuçları üreten bir makinayı üretmek gerekmektedir.
II. Dünya savaşı sonrasına kadar anti-emperyalizm ve anti-faşizm söylemi yıkıcılığa dayalı kurucu bir işlev gördü. Bu dönem, ulus, halk ve sınıf kavramlarına temellenen devrim kavramının devrimleştirildiği önemli bir tarihsel süreçti. Bu dönemde “anti “ye dayalı yıkıcılığın kurucu gücü, siyasal bağımsızlık temelli “ulus devlet” ve faşizme karşı “siyasal demokrasi” idi. 19. ve 20. yüzyılın devrimci rüzgarı “uluslaşma” idi. Politik pratiği devrimcileştiren ise burjuva özlü sorunlardı. Emperyalizm ile ulus, faşizm ile halk ve sermaye ile ücretli emek arasında her zaman bir kılıç mesafesi, uzlaşmaz bir çelişki ya da suni bir denge olduğu düşünüldü. Ulus, halk ve sınıf kavramlarının aynı zamanda emperyalizm, faşizm, sermaye ve devlet kavramlarını da ürettiği hiç düşünülmedi. Demokrasi kavramı, bir devlet biçimi olarak siyasal demokrasi ile sınırlı bir düşünme biçimi içinde kaldı.
Ulus, halk ve sınıf kavramları artık “yıkıcılığa dayalı kuruculuk” fikrinin politik pratiği içinde devrimci işlevlerini yitirmiş görünüyor. Bu kavramlar, “kuruculuğa içkin yıkıcılık” düşüncesinin etik-politikliği içinden yeniden devrimcileşecektir. Devrim, yalnızca siyasal iktidarın ele geçirilmesi ile değil pratiğe içkin toplumsal gücün etik-politik olarak kurulması ile mümkündür. Siyasal devrim toplumsal devrime içkinleşmiştir. Politik olanın sosyolojisi ve devrimin biyopolitik öznelliği, politik olarak kurulacaktır. Kapitalist modernite karşısında kuruculuk, komünalizmin içkin özgürlük sosyolojisinin kurulmasıyla mümkündür. Dolayısıyla kapitalizmin kurduğu “ulus” kavramından özgürlük sosyolojisinin kurduğu etik-politik “demokratik toplum” kavramına geçmiş bulunuyoruz. Çelişki daima birliğe gider; çelişki antagonizmaya yol açmaz. Antagonizma çelişkiden çıkmaktır. Yaşamı devrimcileştiren yalnızca toplumsal çelişkiler değil, kuruculuğa içkin kurulan antagonizmalardır. Böyle bir düzlemde demokrasi kavramının kurucu felsefesi değişmiş, demokrasi kavramı bir devlet biçimi olarak üst yapı kavramı olmaktan çıkmıştır. Böylece demokrasi, devleti tasfiye eden komünalist bir toplumsal alt yapı kavramı haline gelmiştir. Politik olan bağlamında kurucu güç, aşkın iktidar potestas ve devlet değil, tam tersi toplumsallığa içkin potentia ve politeia’dır. Ekonomik-demokratik mücadelelerin kurumu sendikalar ve akademik demokratik mücadelelerin kurumları dernekler, yerini kominaliiizme dayalı öz-örgütlenmeler ve öz savunma demokrasisine bırakmıştır. Devlet, toplumsal sermaye birikiminin yaratmış olduğu zenginliğine bağlı olarak sönümlenmeyecek, aksine toplumsal demokrasinin zenginliğine ve sürekli devrimciliğine bağlı çözülüp çökecektir. Kurucu olan, parti ve devlet değil, toplumsal demokrasinin komünalist öz-örgütlenmeleridir. Devlet asla devrimci olmaz, toplumsal olan devrimci ve siyasaldır. Modernizm değil alter-modernite devrimcidir.
Önümüzdeki dönemin en önemli devrimci söylemi demokrasi ve anti-faşizm olacaktır. Çok geç de olsa faşizm üzerine yeniden düşünmek önemli bir kuruculuğu üstlenecektir. Artık sosyalistler, demokrasi kavramını, tarihsel süreçte bir araç, geçici bir süreç olarak değil ontolojik, kurucu devrimci bir güç düzleminde sonsuz bir pratik ve komünalizm olarak düşünmelidir.
Faşizm, devletleşmiş halk ve tekleşmiş bir çoğunluk diktatörlüğüdür
Faşizm üzerine Marksist gelenek önemli çalışmalar yapmıştır. Bu Marksist çalışmalar, faşizm üzerine tartışmalarda etkin entelektüel bir güce de sahiptir ve kendi içinde farklılıklar taşımasına rağmen faşizme dair Marksist çalışmalarda genel eğilim, Dimitrov’un komünist enternasyonalin 1935 yılında yapılan kongresine sunulan ana rapordaki faşizm tanımına sadık kalmıştır.
Bahsedilen rapora göre faşizm, finans kapitalin açık terörist diktatörlüğüdür. Bu tanım, faşizmi bir devlet biçimi olarak sınırlamıştır. “Halk” ve “işçi sınıfı” kavramı, devlet biçimi olan faşizm karşısında her zaman mesafesini ve ezilenler ve sömürülenler olarak masumiyetini korumuştur. Felsefi düzlemde düşünürsek “halk” ve “sınıf” kendinde “İyi’dir. Buradan bakıldığında, faşizm demagojiye ve yalana dayalıdır, yani halk ve sınıf kandırılmıştır. Kendinde iyi ve hatta devrimci olan fakat kandırılan halk ve sınıf, “kendisi için” varlığa dönüşsün diye bilinçlendirilmelidir. Kendinde varlık ile kendisi için varlık arasında her zaman bir çelişki, bilinç bağlamında bir dolayım vardır. Parti, sınıfsal kimliklerini reddetmiş komünist kadrolardan oluşmuştur ve sınıfsızlaşmış kadrolar tarafından sınıfa dışardan bilinç aktarım esprisi her zaman olduğu gibi yine devrededir. Güç ilişkileri arasında sağa sola çekiştirilen kendinde iyi ve devrimci olan fakat uyutulan, kandırılan bir halk ve sınıf vardır. Sonuç olarak sosyalistler, faşizmin bir parti örgütlenmesine dayalı ideolojik, politik ve toplumsal bir halk hareketi, bir öznellik üretimi olduğu gerçeğini göz ardı etmişlerdir.
“Bilinç varlığı değil varlık bilinci belirler” ifadesi Hegel metafiziğini yıkan en önemli materyalist bir darbedir. Fakat bu materyalist darbe Hegel’in dolayım diyalektiği üzerinden yeniden çalıştırılmıştır. Ezilenlerin ve sömürülenlerin varlığı kendinde devrimcidir; ancak varoluş diyalektiğinin yabancılaşmasından geçerek kendisi için varlığa bilinç dolayımı ile geçecektir. Halk ve sınıfın devrimci varlıkları yabancılaşma içindedir, zira yanlış bilinç olan ideoloji ile bilinçleri çarpıtılmıştır. Ama burjuva ideolojisi ile kandırıldıkları için kendinde devrimciliklerine de helal gelmez. Bu yabancılaşma içindeki kendinde devrimci sınıfsal varlık, bilinç cephanesi partinin varlığına rağmen bir türlü devrimci bilince ulaşamaz. Bir yabancılaştırma illüzyonu içinde halk ve sınıf ezilmekte ve sömürülmektedir. Fakat ne yazık ki Masum halk ve sınıf, yanlış bilinçle faşizmi arzulayarak ürettiğinde kendisi için varlık olamadığı için sınıf çıkarlarına ters düşmekte, kendine sürekli ihanet etmektedir. Bu bağlamda sınıf, sınıf olduğu için değil, sınıf bilincine sahip olmadığı için faşizmin kandırılmış kitlesidir.
Bilinç varlığı değil varlık bilinci belirler soyutlaması, Hegel’in bilinç dolayım diyalektiğinin köklü reddedilişidir. Varlık, varoluşa içkindir, varoluşun dışında bir varlık yoktur ve varlık ancak varoluşunda özneleşir. Pratiğin dışında aşkın bir özne yoktur. özne bilinç değil pratiktir. Etkinlik ve pratikte dolayım ve yabancılaşma yoktur; fark ve farklanma’nın hakikati vardır. Hiçbir şey kendinde iyi ve aşkın devrimci değildir. Dolayısıyla halk ve sınıf kavramları masum değildir. Sınıf ve halk tarafından faşizmin arzulanması yabancılaşma değil, halklaşmaya ve sınıflaşmaya içkin bir dolayımsız öznellik pratiği hakikatidir. Faşizmi arzulamak, “halk”laşma, “ulus”laşma ve devletleşme dispozitifidir. Bugüne kadar Faşizmi, tekelci sermaye ve devlet üzerinden bir azınlığın diktatörlüğü olarak düşündük… Artık bu makine bizi düşündürmeye yetmiyor. Makro faşizmi üreten mikro faşizmin sonsuz küçüklükte kendini ürettiği dispozitifleri üzerinden yeniden düşünmemiz gerekmektedir. Halkı, ulusu ve çoğunluğun diktatörlüğünü faşizm olarak düşünmek zorundayız: “halk” faşisttir!..
Ücretli emek, sermayenin sınıfsallaştırılmış formudur ve sermayeyi doğrudan üreten sınıfsal güçtür. Köleyi üreten efendi kadar, efendiyi üreten de köledir. Köle- efendi diyalektiği antagonist değil çelişkiye dayalı özdeşliktir. Köle korkunun bedenidir. Korku maddidir ve dolayımsız “ifade” dir. Korkunun fikri gerçektir ve bedeni içerden teslim alır; ahlakileştirilmesi köleliğin iç huzurudur. Korkunun ahlakileştirilmesi ücretli emeğin gerçek sınıf bilincidir. Korkunun ahlakileşerek iç disiplin olarak bedenleşmesi yabancılaşma değil ücretli emeğin sınıf hakikatidir. Sosyalistler her zaman hayal kırıklığına uğrayacaklardır: Sınıf her zaman sınıf olarak kendisine ve sınıfın “aklı ve bilinci” olan sosyalistlere ihanet edecektir. Ücretli emek, sermayenin; halk, ulusun fabrikasıdır. Halk, sınıfın uluslaştırılmış formudur. Komünalizm “sınıf”laşmaya karşı sınıfsızlaşmanın ve “halk”a karşı çokluğun devlet”e karşı “toplumlaşma”nın politik olanıdır.
Faşizm bir öznellik üretimidir
Faşizm ideolojik, politik ve toplumsal bir halk hareketidir. Faşizmin kelime anlamı antik Roma’dan gelir ve İtalyan siyasal hareketinin içinden üretilmiştir. Latince “fascis” kökünden gelen faşizm, “çubuklar demetine sarılı balta”ya verilen addır; birlikten doğan şiddet, güç ve “sıkı gurup”, “çete” anlamlarına gelmektedir. Faşizm denildiğinde akla Almanya gelmesine rağmen faşizmin anayurdu İtalya’dır. Musolini yani “Duçe”, eski bir komünist parti kadrosudur. En önemli toplumsal desteği sendikalar olan İtalyan faşizmi, devrimci sendikacılıktan ulusal sendikacılığa ve oradan faşist sendikacılığa evirilmiştir. Alman Nasyonal Sosyalist Parti’nin tam ismi “Nasyonal Sosyalist İşçi Parti”sidir. Bunlar kandırmak için söylenen yalanlar ve uydurulmuş şeyler değildir. Ulusal sosyalist işçi partisi!... Ulusal, sosyalist, işçi, parti, lider ve devlet söylemi faşist bedenin kurucu değerleridir.
Faşizmin, 19. yy sonuyla başlayan, I. ve II. Dünya savaşı arası ortaya çıkan siyasal hareket olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 1848 devrimlerinin yenilgisinden sonra sınıf ve devrim ilişkisi önemli bir krize girmiştir. Ekim devrimi bu krizin çözümü değil dondurulmasıdır. Sınıf ve devrim ilişkisinde sınıfın devrimciliği, dünyalı bir politik güç olmasından geliyordu. Enternasyonalist bir güç olan işçi sınıfının ulusu yoktu. Devrimin biçimsel olarak ulusal olması sınıfın devrimciliğinin dünyalı olmasını ortadan kaldırmıyor ve onunla çelişmiyordu. 1848 yenilgisiyle birlikte işçi sınıfı dünyalı devrimci kimliğini politik olarak yitirdi. Kapitalizmi yıkacak kriz bir türlü gelmiyordu. Tam tersi kapitalizmin teknik temelli devrimciliği ile ekonomik devrim sürüyordu. Devrim ve reform tartışmaları bu krizin ürünüydü. Devrimcilik enternasyonal fakat reform ulusaldı. İşçi sınıfı ulusallaştırılarak reformistleştirildi ve ulusal bir güce dönüştürülerek sermayenin siyasal gücüne dönüştü. 1848 sonrası değer teorisine bağlı olarak sermaye, burjuvazi ve işçi sınıfını ulusallaştırdı. Dolayısıyla sınıfın uluslaşması sermayeye içkin güçtür. Bu sayede ulus devlet bütün sınıflar için kurucu güce dönüştü. Sınıflar mücadelesinin yerini milletler ve ulus-devletlerarası mücadele söylemine bıraktı. Sosyal şovenizm: Sınıfın uluslaştırılması ve halklaştırılmasıdır.
Faşizm, işçi sınıfının devrimci enternasyonal dinamizmini yitirmesiyle birlikte devrimci dinamizmin motorunun artık sınıf değil, ulus olduğunu söyleyerek tarihsel sahneye çıktı. Ulus kavramı, halk ve sınıfın ahlaki ilkesi olarak kuruldu.
19. yüzyılın politik gelişmelerini belirleyen iki düzlem vardı: liberalizm ve Marksizm. Faşizm, ideolojik olarak liberalizmin, kapitalizmin, burjuvazi ve Marksizmin ve komünizmin eleştirisidir. Birey ve komün en nefret edilen iki kavramdır. Faşistler için sınıfları olamayan sosyalizm, ulusun bedenidir. Devlet: toplum ve ulusun birliğidir. Devlet ile birey, halk ve sınıf arası ilişki ve çelişki ortadan kalkmıştır. Bir totalitarizm hareketi olarak faşizm, devletleşmiş ulusal bir halk hareketidir. Devlet ve millet özdeşliği bunun bir ifadesidir.
Faşizm için siyaset kutsallaştırılmış dindir. Efsaneler ve semboller sayesinde siyaseti totaliterleştiren ve estetize eden faşist ideoloji, modern siyasal bir din olarak karşımıza çıkar. Kutsallaştırılmış liderlik ve devlet, ulusal birliğin gücü ve kudretidir. Bu minvalde devlet, ulusun manevi birliğidir ve bu birliğin bekçisidir.
Faşizm, askerileştirilmiş toplumun bütününü kapsayan bir parti rejimidir. Bütün toplumsal ilişkiler partileşmiştir. Tek parti devleti, toplumun partileştirilmesi, korporatist toplum örgütlenmesi ve emperyalist dış politika, faşizmin dispozitifleridir. Bunlar, şiddetin estetiğini halklaştırmıştır. Geçmişin yıkımı ve yeni bir geleceğin inşası, ulusun yeniden inşası faşizmin fütürist idealleridir.
Faşizm, efsanelere, sembollere dayalı modern siyasal bir din, totaliter ve kurumsal korku üreten şiddet tekeli bir lider ve devlet, milis bir parti, yeni bir düzen ve medeniyet arama idealiyle fetih peşinde koşan, etnik açıdan homojen bir topluluk olarak gördüğü milletin mutlak öncülüğünü savunan modern siyasal bir halk hareketidir. Faşizm, yalnızca bir devlet biçimi değil toplumsal bir ilişki sistemi ve düzenidir. Faşizm, bireylerin ruhlarını faşistleştiren bir biyopolitik yaşam biçimidir. Sosyalistler bir devlet biçimi olarak faşizm üzerine düşündüler; ama asıl olanın yaşam olduğunu göz ardı ettiler. Faşizmi bir devlet biçimi olmanın ötesinde bir yaşam biçimi, bir öznellik üretimi olarak düşünmediler ya da düşünmek istemediler.
Ulus, Halk ve Sınıf neden faşizmi arzular?
Modernist sol geleneğimiz özne-bilinç ve ekonomi-politik modele göre düşünür. Bu makale bir sınıfsal düşünme biçimi olarak beden-arzu ve etik-politik bir modele göre düşünecek ve etik-politik modeli “ahlak ve etik”, “tam ve eksik arzu” ve “politeia ve state” olmak üzere üç ana nosyon çifti ile ilişkilendirecektir.
Bir bedenin neler yapabileceği bilinemez. Beden her zaman bilgisinin ötesinde bir yaratıcılığa sahiptir, ölçülemez bir duygulanımlar gücü ve bir kudret derecesidir. Özgürlük sosyolojisi duygulanımlar ve kudret sosyolojisidir. Akıl ve beden arasında belirlenim ve hiyerarşi yoktur. Beden günahı, akıl ise sevabı temsil etmez. Akıl etkinse beden, beden etkin ise akıl da etkindir. Beden ve akıl arasında bir çelişki ve dolayım yoktur. Bu bağlamda Bedenin yaratıcılığı bedenin bilgisinden taşar.
Diyalektiğe göre düşünme ve bilinç arasında her zaman bir dolayım ve hiyerarşi vardır. Bu dolayım özne ve nesne ikiliğini üretmiştir. Deneyim bilincin düşünce üzerindeki hiyerarşisidir. Bilinç her zaman düşünme üzerinde bir tahakküm ve kapma dispozitifidir. Bilinç düşünce üzerinde önsel bir yargıdır. Düşünce yaratıcılık ve kaçış çizgisidir; her zaman bilinci sollar ve aşar. Bilinç düşüncenin arkasında kalmaya ve onun arkasından gelmeye mahkûmdur. Dolayısıyla bilinç düşüncenin kapılma ve kodlama pratiğiyken, düşünce kodsuzlaşma pratiği olarak ölçülemez akış ve yaratıcılıktır. Düşünce özne-nesne ikiliğini yıkar ve dolayım olan deneyim yerine bir öznellik makinesi olarak yaşantılamayı koyar. Oysa bilinç, düşüncenin yaratıcılığı ve ölçülemezliği karşısında bir yargı bir ölçüdür. Bu yüzden bilinç aşkın ve zorunlu, düşünce ise içkin ve yaratıcıdır.
Demek ki bilinç her zaman bir sonuçtur; nedenin bilgisine nedenin akışından sonra ulaşabilir. Bilinç, nedenin akışı, olayı ve yaşamın vürtüelliği karşısında bilinçsizdir. Neden; duygulanım güçlerinin ve kudret derecelerinin sonsuz tekilliklerin karşılaşma düzlemi, çokluğun mümkün olabilirlikler olanağıdır. Bilinç mümkün olabilirlikler olanağı içinde mümkün olabilendir. Bir sonuç olarak bilinç ile neden arasında bir gerilim mevcuttur. Bilinç bu problemi kendini bir neden olarak kurarak çözer. Böylece bilinç bir sonuç olmaktan çıkar ve bir neden haline gelir. Bilinç, kendini neden olarak dört kavramla ilan eder: Arche, özdeşilik, evrensellik, ve ereksel nedensellik. Özne, felsefe tarihinin soy kütüğünde bulunan bu kurucu dört kavramı kapan kendinde nedendir. Tanrı, kurucu özneye dönüşmüştür. Özne, tanrının sekülerleşmiş halidir.
Arche, her şeyin ilk nedeni, kökü anlamına gelir. Çok önemsediğimiz “ilke” kavramının soy köküdür. Özdeşlik, kavramdır. Her şey onunla anlam kazanır ve ona aittir. Evrensellik, her yerde geçerliliği olan doğrudur. Ereksel nedende ise yapılan her şey ve “şimdi” bir ereğe bağlı sonuçlardır. Sermaye kendi elleriyle kendini ortadan kaldıracak ve sınıf mücadelesi komünizme akacaktır. Sosyalist bilinç neden, sınıflar mücadelesi ise bu nedenin pratiğidir. Bu kaçınılmaz neden-sonuçtur. Bilincin bu idealist kurgusu bilincin bilim ile özdeşleştirilmesi ile materyalistleştirilir. Zorunlu olan her zaman ussal olan nedenin ve bilimin sonuçlarıdır. Bilinç, neden ve nedenler zincirinde kendinde neden olduğu için böylece özgürdür. Descartes’ ten bu yana gelen “özgür irade”nin felsefi soy kökü apriori öznenin kendinde neden olmasına dayanır. Bilim zorunluluk ve bu zorunluluğa uygun davranmak yani zorunluluğun bilinci özgürlüktür. Bu bakış açısında yaratıcılığın ölçülemez etik-politik pratiği olarak özgürlük edimi yoktur.
Kök, ilke, özdeşlik, evrensellik ve ereksel nedensellik, mutlak olandır; bedenin ve duygulanımların sonluluğu karşısında bütün sonlu olanı kendinde anlamlaştıran sonsuzluk ve değişmez düzendir. Aşkınlığın özü, tözü budur, Aşkınlık, sonlu olanın canlılığını kapma ve kodlama düzeneğidir. Aşkınlık yaşamın değersizleştirilmesidir.
Ahlak ve Etik
Genelde ahlak ve etik kavramları aynı anlamda kullanılıyor. Bu durum çok yanlış bir düşünmedir. Ahlak ve etik kavramları arasından derin ve antagonist bir anlam farkı vardır.
Etik, Yunanca “ethike” ya da “ethika”dan gelir. Latinceye “etnos” olarak çevrilmiştir. Ahlak kavramı ise Latince “morale” kökünden gelir. “Pathos” bizim dışımızda bizi etkileyen duygulanımlardır; edilgen kederli tutkulardır. Ethika ise içkin üretilen etkin neşeli duygulardır; tekilliği ve kendilik etiğini ifade eder. Ethika mutluluğun arzu makinasıdır. Kendilik etiğine içkin karakter, erdem ve gönül yüceliğidir.
“Morale” olarak ahlak ise, bir toplumun gelenek ve göreneklerine göre insan eylemlerinin uyuşmasını sağlayan yasaklamalar, zorunluluklar ve kurallar bütünüdür. Ahlak iyi ve kötü ile düşünür; sınırlamalar ve ödevler koyar. Ahlakta iyilik ve kötülük aşkın ve evrenseldir; “yapman gereken şunlardır” diyerek yapmamız gereken ödevleri hatırlatır. Kantçı ahlak ise “hangi evrensel ilkeye göre davranmalıyım?” sorusunu sorar. Bütün ahlak felsefesi, doğal hak ve kudretten değil ödevden yola çıkar.
Etik ile ahlak arasında fark, etiğin ödevden değil doğal haktan hareket etmesidir. Ahlak aşkın iyilik üzerine düşünürken; etik, mutluluk ve nasıl mutlu olunabilir üzerine düşünür. Ahlak, olması gerekenden, etik ise olandan hareket eder. Etik, “kudretim nedir?”, “mutlu olmak için kudretimi nasıl koruyabilir ve artırabilirim?” sorularından yola çıkar. Ahlak, aşkınlığı ifade ederken; etik, bu dünyadaki içkinliği ifade eder. Ahlak toplumu totalleştirir; etik ise toplumu tekillik, çokluk ve pratik olarak okur. Etik bakış açısına göre bir şey bizim dışımızda iyi olduğu için arzulanmaz, arzuladığımız için o şey bizim açımızdan iyidir. Pratik “hak” ta, ahlak “ödev” de meşrudur.
Ahlak, bilincin ilkeleştirilmesi, evrensel inanca dönüştürülmesidir. Kant ahlakı budur. Bilinç asla bedeni harekete geçirme kudretine sahip değildir. Bir işçinin sömürülme bilinci o işçiyi greve götürmek için yeterli değildir. Sömürüldüğünün farkında olması bilinç sorunu değildir, bütün işçiler sömürüldüğünün zaten farkındadır. Bu bağlamda faşizm seküler bir ahlak ve modern bir siyasal dindir. “Çalışma” yı, ulusal kalkınma, ilerleme ve modernleşme ahlakına dönüştürdüğünüzde, “sömürü bilinci” çalışmaya karşı bedeni politik harekete dönüştürdüğünde vatan hainliği dışında hiç bir anlamı yoktur.
Ahlak, bedeni ve arzuyu tahakküm altına almanın ölçüsüdür. Ahlak korkunun iç huzuru ve iç disiplinidir. Faşizm politik olanın ahlakileştirilmesi ve temsilin estetize edilmesidir. Ölüm dışarıdan gelir. Özgür bir birey asla ölümü düşünmez; ölen organizmalardır, yaşam ölümsüzdür. Korku ölümüm içselleştirilmesidir. Korku için ölüm bir bedenin varoluş ilkesidir. Korktuğumuz oranda itaat bir pratiktir ve itaat ettiğimiz oranda güvendeyiz ve varızdır.
Ortaçağda despotik makine doğrudan bedenin üzerinde uygulanan bir tahakkümdü. Din bu tahakkümün içselleştirilmesiydi. Doğuştan günahkâr insan sürekli suçluluk duygusuyla kendini borçlu hisseder ve kendini affettirebilmek için ibadeti bir borç ödeme ve iç huzur olarak görürdü.
Cehennem korkusu yaşamı değersizleştirir korkuyu değerleştirir. Kapitalist makinenin tahakkümünde de özgür emek, kendi ayaklarıyla sömürülmeyi talep eden ücretli köledir. Kapitalizmde dinin yerine para geçmiştir. Herkes korkuyla paranın peşinden koşar. İşsizlik korkusu, işten atılma korkusu, kira, faturaları ödeyememe korkusu… Para, insanı yoksun bırakan toplumsal güçtür. Yoksulluk, yoksun bırakma düzeneğinin bir sonucudur. Kapitalizmde birey, başta bankalar olmak üzere her yere borçludur. Günümüzde ücret, patrondan değil, bankalardan borç olarak talep edilmektedir ve sendikaların bu kadar etkisiz oluşunun temel nedeni bu hakikattir. Para, korkunun ve borcun temsili ve eksik arzunun nesnesidir.
Faşizmin Mikropolitiği: Eksik Arzu
Arzu kavramı özne-bilinç tarafından dışlanmış ve aşağılanmış, psikanaliz tarafından ise kapılmış ve toplumsal politik alandan uzaklaştırılmıştır. Özne-bilinç ve psikanaliz, yaşamı kendi aralarında paylaşmışlardır. Bilinçdışı ve arzu alanını ödipus kompleksine sıkıştıran psikanalizdir; toplumsal ve politik alanı ise özne-bilinç kapmıştır. Toplumsal ve politik olan uygarlık, bilinçdışı barbarlığı ehlileştirmelidir. Oysa hakikat hiç de böyle değildir. Arzu kavramı psikanalizden çok daha önce keşfedilmiş felsefi, etik ve politik bir kavramdır ve 17. yüzyıldan beri insanın özünün arzu olduğu bilinmektedir.
Arzu, felsefesi bir etkinlik ve pratik felsefesidir; tam bir duygular fiziği olan mikro metafiziktir. Beden, duygulanımsal güç ve kudret derecesidir. Beden ve bedenler kudretlerin oran ve karşılaşma ilişkisidir. Etkileşim olmadan etkinlik yoktur; etkinlik, pratik etkileşime ve karşılaşmalara içkindir. Conatus, bu karşılaşmalar ilişkisinde bedenin mutluluk için kudretini koruma ve artırma çabasıdır. Arzu, conatustur. Bu karşılaşma ilişkilerinde kudret derecesi düşerse kederde; kudret derecesi artarsa etkin ve neşedeyizdir. Bu bağlamda arzu sürekli etik-politik bir pratiktir. Yaşamın devrimciliği, arzunun bu etik-politikliğinden kaynaklanır. Her şey kudretini artırmaya akar. Etkinliğin gücü sınıf kavramı değil, sınıfın etkin duygulanım gücü neşesi ve arzusudur. Sınıfın kederi değil neşesi devrimcidir. Arzu, ücretli emeğin sınıflaştırılmasının köleliğine karşı, sınıflaştırılma ilişkisinden kaçış pratiğidir. İşin reddi ve işten kaçış, sınıfsaldır. Arzu ne bastırılan ne de özgürleştirilen bir duygudur. Arzu; üretim ve üretimin üretimidir; ya edilgin duygulanımların gücü kederli tutkularda ya da etkin duygularda neşenin yaratıcılığında etkinleşir. Özgürlük yoktur; sürekli özgürleşme pratiği vardır; Conatus ve arzu sürekli içkin özgürleşme pratiğidir. Bilinç değil arzu ve neşe bulaşıcı toplumsal güçtür.
Kederin tutkularında edilgen olmak bir bedenin etkin olmadığı anlamına gelmez, aksine keder de bedeni etkin kılmanın bir biçimidir. Faşizm, kederin duygulanım gücünü en saldırgan biçimde harekete geçirme düzeneğidir. Bir beden kederin tutkularında etkin ise bu etkinliğin kaynağı aşkınlıkta, bizim dışımızdaki güçtür.
İki yıkıcı güç vardır: onur ve korku. Korku en yıkıcı etkinliktir. Edilgen beden aşkın olanın etkinliğini, etkinliğinde üretir. Bu bağlamda köle efendinin üretimidir. Efendiyi üreten köle edilgin değil etkin bir pratiktir. Aşkın güç, bedenin içkin gücünün tasfiyesidir. Kederli tutkular, içkin kendilik etiğinden aşkın güç ahlakın etkinliğine geçiştir. Temsil, korkutan ve korkuyu harekete geçiren güçtür. Temsil, bedenin kudreti olan içkin arzuyu kırar ve yıkar ve bedenin kudretsizliğinde arzuyu eksik kılar. Temsil, kendisini eksik arzunun istenci haline getirir. Kojeve’nin arzu diyalektiğinde ve Lacan’ da temsil, eksik arzunun kurucusudur. Kurucu olan ve arzuyu harekete geçiren öteki, “ben”in bir türlü gerçekleştiremediği özdeşlik gücüdür. Ötekisiz kendini bilemez ve ötekiyle de özdeşleşemez. Simgelerde ve göstergelerde sembolleşen temsil, özdeşleşme illüzyonunu gerçekleştirir. Bir pipo resmi bir göstergedir ama bir pipo değildir.
Eksik arzu, korkuların ve kederli tutkuların etkin harekete geçirilişidir. Eksik-arzu ötekiyle özdeş olamadığında ya da öteki kendisini tanımadığında kin, nefret, hınç, öteleme, ötekileştirme, intikam vb. kederli tutkuların duygular gücüne dönüşür. Eksik-arzu ancak göstergelerde sürekli özdeşlik kurabilir ve bu göstergeler ile bitmeyen bir şiddet ve şiddetin estetize edilmesini üretebilir.
Eksik arzu, toplumsal tekilliklerde şiddet üreten mikro, devlette ise savaş üreten ve ilan eden makro makinedir. Makro, mikroya içkindir. Bu bağlamda faşizm, şiddet ve savaş; toplum ve devlet diyalektiğinin bir ürünüdür. Eksik-arzunun simgeleri, göstergeleri ve istenç nesneleri kutsanmış lider, ırk, millet, devlet ve şiddettir. Eksik arzu-sürekli özdeşleşmek isteyeceği temsiller üretme makinesidir. Eksik-arzu, toplumsal tekilliklerin ruhunda kişilikleşmiş devlettir; sürekli tanınmak, kapmak ve kodlamak ister. Tekilliklerde kişilikleşen mikro şiddet ve mikro faşizm anlaşılmadan makro faşizm anlaşılamaz. Şiddetin mikro-fiziği eksik-arzudur.
Eksik-özne ve eksik-arzuyu harekete geçiren etkin güç, bedenin dışındadır. Arzuya aşkın güç iktidardır. Eksik-özne her zaman eksik-arzunun göstergesi ve nesnesi olarak iktidarı ister. Ancak iktidar ile özdeşleştiğinde eksik-özne kendisini tam hissedecektir. Eksiklik olarak arzu ya da eksik-özne kendi dışındaki farkı tanımaz. Kendi dışındakine başkası olarak bakar ve bu düşman başkadan kendisini tanımasını ister. Başka, eksik-özne için fark değil nesnedir. Eksiklik olarak arzu, “başka”yı nesneleştirdiği oranda özneleşecektir. Başka nesneleşmeyip fark olarak öz-savunmaya geçtiğinde eksik-özne şiddet üzerinden tahakküme geçer. Şiddetin mikro-politiği ve mikro fiziği kodlama, kapma ve şiddet pratiği olan eksik-arzu ya da eksik öznenin despotluğu ve tahakkümüdür. Nietzsche’nin nihilist diyalektiği böyle çalışır. Sermaye, ücretli emeği; ücretli emek de sermayeyi üretir. Tek sınıf vardır! Sınıflar içi ve sınıflar arası ilişki sürekli iktidar savaşları üretimidir. İktidar savaşları sınıf üretiminin makinasıdır. Toplumsal bütün sınıflar sermayeyi üreten sermayenin başkalaşmış forumlardır; sürekli savaş sermayenin kurucu ontolojisidir. Ücretli emek sermayenin başkalaşmış biçimidir. Sermayenin kişilikleşmiş biçimi burjuvazi ortadan kaldırılsa bile kapitalizm yok olmaz. Kapitalizmi yok edecek olan ücretli emeğin reddidir. Sınıf, kendini sınıf olarak reddetme politik pratiğine içkin devrimcidir. Faşizmin mikro-politiği ve mikro-fiziği sınıfların sınıf üretme ilişkisidir.
Politeia ve State
“State”, bilindiği gibi Türkçeye devlet olarak çevrilir. Platon’un ünlü kitabı “devlet” olarak çevrilmiştir. Platon’un devlet adlı kitabının İngilizce çevirisinin adı ise “re publica”dır. Fakat Platon’un kitabının orijinal ismi “politeia”dır. Ne “state” ne de “re publica”, politeia kelimesinin anlamını veremez. Politeia kavramının diğerlerinden farkı üzerine düşünmek anlamlıdır. Bu konu üzerine düşünmenin yeri burası olmadığından konumuz ile sınırlı olan üzerine düşüneceğiz.
“Politeia”, bir anlamda Latince “civitas” ile anlamdaş olan “yurttaşın koşulları ve hakları ya da yurttaşlık”tır. “Politeia” hem şehir-devlet anlamına gelen “polis” kökünden hem de “şehir devletinin aktif bir yurttaşı olarak eylemde bulunuyorum” anlamına gelen “politeuomai” kökünden türemiştir. Yunanca Yeni Ahit’te Politeia kavramı “commonwealth” (ortak zenginlik)” ya da “freedom (özgürlük)” olarak çevrilmiştir.
“Politeia” kavramının bizim için öne çıkarılması gereken anlamı: yurttaşlık, yurttaşlık hakları, “politeuomai” anlamına gelen eylemde bulunmak, ortak zenginlik olarak “commonwealth” ve özgürlüktür. Politeia, içkin demokrasinin, özgürlük sosyolojisinin ve komünalizmin soy köküdür. Politeia, politik olanı özgürlük pratiği olarak düşünmektir. İçkin güç potentia’nın politik olanı politeia’dır.
Burjuva egemenlik teorisi politik olanı “toplumlaşma” üzerinden düşünmemiştir. Burjuva egemenlik teorisine göre toplumlaşma değil toplum vardır. Toplum kavramı bizleri ulus, halk, sınıf ve devlet üzerine düşünmeye yöneltir. Toplumu “toplumlaşma” pratiği olarak düşünmek özgürlük sosyolojisidir. Faşizm, ulusu devlet üzerinden düşünmedir. Özgürlük sosyolojisi ise ulusu “toplumlaşma” etkinliği ve pratiği olarak düşünür. Kapitalist modernite ulusu siyasal sınırlar içinde düşünürken demokratik modernite ulusu, coğrafya olarak düşünür.
Toplum; farklar ile oluşmuş bir çokluktur ve toplumu toplumlaştıran toplumun etik-politik niteliğidir. Demokratik ulus bedeni üzerinde kurulmuş demokratik özerklik, toplumu toplumlaştıran etik-politik niteliktir. Bu bağlamda ulus devletin totaliterliği altında toplumu tekleştirmek, bir “toplumlaşma” niteliği olan özgürlük ve demokrasinin toplumsal kırımı, toplumlaşma bedeninin arzusunun eksikleştirilmesidir.
Türkiye “toplumlaşma”yı gerçekleştirememiş bir toplumdur. Ulus devlet ve siyasal İslam bu coğrafyanın toplumlaşmasının önünde en büyük engel olarak karşımıza çıkmıştır, zira Türklük ve siyasal İslam, üzerinde yaşadığı coğrafyanın her an elinden alınacağı korkusu içindedir. Ulus devlet kendi mülkünde özgür değildir. Bu bağlamda ulus devlet ve siyasal İslam bir toplum-kırım makinesi olarak eksik-öznedir.
Arzu tamdır. Güç, arzuya aşkın değil içkin potentia’dır. Arzu, bir istenç ya da istek değil bir üretimdir. Öz-örgütlenme, demokratik özerklik ve öz-savunma arzunun toplumsal potentia’ları ve toplumsal makineleridir. Güç, arzunun dışında olmadığı için haktır ve arzunun nesnesi yoktur. Bu yüzden hak elde edilmez doğrudan uygulanır. Arzu kendisinin dışındaki bir başka farkı tanır ve onunla arzu makinelerine dönüşür. Arzu için fark, öteki değil ortak olandır. Demokratik ulusta etik-politik arzu, özne-nesne ikiliğini ortadan kaldıran özgürlükçü ve demokratik toplumsal bir makinedir. Bu bağlamda arzunun mikro-politiğinde şiddet yoktur ve barış arzunun ontolojisidir. Fark olarak toplumsal bütün kudretlere öz savunma silahını politik olarak vermek barışın dispozitifidir.
Arzu bastırılmaz ya da özgürleştirilmez. Arzu kodlanır, kapılır ve değişik formlarla bedenleştirilerek yönlendirilir. Despotik makine olan faşizm arzunun göstergeler ile kodlanması, kapılması ve kederli tutkular olan hınç ve nefret şiddetinin hareketidir. Kodlanmış ve kapılmış arzu karşımıza eksiklik olarak çıkar. Kodlanmış ve kapılmış arzu eksik-öznedir. Ulus devlet eksik öznedir. Ulus devlet için toplum, eksik öznenin eksikliğini gideren arzu nesnesidir. Toplum, ulus devlet altında nesneleştiği ve iç sömürgeleştiği oranda toplumlaşmadan çıkar. Bu nedenler ulus devlet, şiddetin mikro-politik üretiminin fabrikasıdır. Devlet, mikro-faşizmin ürünüdür.
Eksik-özne olarak devlet, Abdülhamit ile toplumu İslamlaştırmak, 1923 de ise Türkleştirmek üzere kurulmuştur. Ulus devlet için bu coğrafya nesneleştirilmiştir. Bu coğrafyada yaşayan halkların ve kültürlerin Türkleştirilmesi ve İslamlaştırılması sonucu toplum, toplumlaşma pratiğinden yoksun bırakılmıştır. Bu coğrafyanın toplumsal rızaya dayalı konsensüsü yoktur. Bu coğrafyadaki bütün toplumsal farklar tekleştirilmeye biat ettirilmeye zorlanmıştır. Özgürlükler eksik özne ulus devletinin fark olarak tanımadığı, aksine ulus devletin nesneleştirerek biat ettirmek, kullaştırmak ve tebalaştırmak istediği arzu nesneleridir. Özgürlük güçleri ise ulus devletin arzu nesnesi olmayı reddetmektedirler. Özgürlükçü ve demokratik güçler, eksiklik olarak arzuya ve eksik özneye karşı arzu olarak öz-savunma güçleriyle direnmektedir.
Siyasal İslam ve Türkçülük, kendilerinden başkasını tanımayan, kendilerinden başkalarını katli vacip gören şoven bir gelenekten gelen bu halk ve bu ulus eksiktir ve faşizmi arzulamaktadır. Savaşın ve şiddetin mikro fiziği ve mikro politikaların bilinçdışı toplumsal akışları buralarda yatmaktadır.

Yazar:  Cengiz Baysoy
bottom of page