top of page

*Emek ve AB

  • Yazarın fotoğrafı: otonomdergi
    otonomdergi
  • 16 Kas 2005
  • 12 dakikada okunur
AB’ye tam üyelik için, 3 Ekim 2005’te başlamak üzere, Türkiye’ye müzakere tarihi verildiğine hepimiz tanık olmuş bulunuyoruz. Bu süreç öncesi, güç aktörlerinin sürecin sonuçlarını görmek için zamana yattığını söylemek yanlış olmayacaktır. Şimdi bütün aktörler, gelinen durumu gözden geçirerek, bundan sonrası için konuşmaya başlayacaklar. Güçlerin ve güç ilişkilerinin yeniden kurulduğu, şenlikli bir 10-15 yıl yaşayacağız. Sınıflar mücadelesi açısından önemli bir deneyime girmiş bulunuyoruz.
Avrupa Birliği’nin kurulma nedenini, üç ana başlık altında sıralamak mümkün. Bu sıralama eksik olmasına rağmen, günümüz AB-Türkiye ilişkisinin anlaşılması açısından yol açıcı olabilir. Birincisi Sovyetler, ikincisi Faşizm, üçüncüsü Yunanistan, Portekiz ve İspanya’dan (bir başka deyişle Güney Avrupa’dan) gelen devrim tehdididir. 1951’de kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT)’ndan başlayıp, 1957’de, Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ile devam eden ve 1993’ten itibaren Avrupa Birliği’ne dönüşen bu serüven, yukarıda sıraladığımız tehditler üzerinde kurulmuştur. Sovyetlerin yıkılmasından sonra Doğu Avrupa ülkelerinin NATO ve AB’ye alınmalarının, bu konseptin uzantısı olduğunu söylemek eksik olmasına karşın yanlış olmayacaktır. 1960’lı yıllarda başlayan AB-Türkiye ilişkisinin bugünü, bu konseptin gecikmiş bir tezahürü değildir. Tarih, bu coğrafyada gecikmiş olarak gerçekleşmemektedir. Tam tersine, kapitalizm, yeni geleceğini bu coğrafyada kurmanın süreci içerisindedir.
Sermaye birikim sürecinin genişleyerek üretimi ve yeniden üretimine içkin yeni bir küresel egemenlik biçiminin kuruluşunun içinden geçiyoruz. Bütün güçlerin ve güç ilişkilerinin yeniden kurulduğu bu süreçte AB, küresel egemenliğin hiyerarşisi içinde emperyal bir güç olarak yeniden kuruluyor; kapitalizmin imparatorluk aşamasına uygun olarak, emperyalist bir güçten emperyal bir güce dönüşüyor. Türkiye, tam da bu emperyal dönüşümün kurulduğu coğrafyanın merkezinde duruyor. AB, emperyalizmden emperyal güce dönüşümün bu kuruluşunda Türkiye’ye çarpmıştır. AB-Türkiye ilişkilerinin bugününü, AB’nin emperyal kuruluşunun içerisinden okumak gerekiyor. Önümüzdeki 10-15 yıllık süreçte, küresel egemenlik biçiminin hiyerarşisi içerisinde emperyal bir güç oluşumu içine giren AB’nin coğrafyası olacağız. AB’nin 1990’larda başlayan EUROMED projesini biliyoruz. ABD’nin Büyük Ortadoğu projesiyle AB’nin EUROMED projesinin, aynı coğrafyayı hedeflediğini görmek gerekiyor. Bu bağlamda, ABD’nin Irak projesiyle AB’nin Türkiye projesinin, kapitalist imparatorluğun ortak projesi olduğunu hep birlikte göreceğiz.
 
Küresel egemenlik ve AB
 
AB’nin Türkiye’ye müzakere tarihi verme kararı, emperyal bir güç olma üzerine verilmiş siyasi bir kararı ifade ediyor. Bu bağlamda AB, Türkiye üzerinden kendi iç gerilimlerini de yaşayacaktır. Tam üyeliğin 10-15 yıl sonraya bırakılması, aslında AB’nin iç gerilimlerinin bir biçimde ötelenmesidir. Türkiye açısından da, durum pek farklı görünmüyor. Türkiye de, tam üyeliğe hazır değildir. Türkiye’de kurucu güçler, aralarındaki ilişkileri birbirlerini yoklayan bir yerden dengede tutmaya çalışmaktadırlar. Bu denge bozulacak ve yeni bir kuruculuk sürecine girilecektir. 10-15 yıllık bir süre, Türkiye’nin de ihtiyacıdır. Bundan dolayı, gerek AB gerekse Türkiye, çok gerilimli ve zor bir ilişki sürecine girmiş bulunuyor.
Emperyalizm, yalnızca yayılmacılık teorisi değildir. Aynı zamanda, ulusal tekellerin dünya ekonomisi üzerindeki rekabetinin, ulus devletler arasında açık askeri savaş biçiminde sürdürülmesidir. Leninist emperyalizm teorisinin temelini bu oluşturuyor. Emperyalist devletler arası rekabeti, devletler arası açık askeri savaş üzerinden okuyup konuşturamayanlar, Lenin’in emperyalizm teorisinin dışına düştüklerini fark etmiyorlar. Emperyalizm ajitatif bir söylem değildir; devrim kuramı barındıran ciddi bir politik teoridir. AB’yi “Emperyalist birlik” olarak tanımlamak, Leninist emperyalizm teorisinin dışındadır. Hem Lenin’nin emperyalizm teorisini savunmak hem de AB’yi emperyalist birlik olarak tanımlamak, politik yanlışlara neden oluyor.
AB-Türkiye ilişkilerinin bugününü, ABD emperyalizmine karşı AB emperyalizmi olarak ya da AB emperyalizmine karşı ABD emperyalizmi ikiliği üzerinden okumak, gerçeğin görülmesinin önünü kapatıyor. Gerek Avrupa Birliği projesinin gerekse Türkiye’nin AB üyeliği projesinin arkasında, ABD’nin emperyal siyaseti yatıyor. Kapitalizmin emperyalist döneminin söylemleriyle süreci okumaya kalkışmak, bizleri, emeğin kurucu siyaseti anti-kapitalizmden çok uzaklara götürüyor.
Rekabet ve savaş, sermayenin ontolojik eğilimidir. Savaş, politikanın aracı olmanın ötesinde, politikanın ta kendisi haline gelmiş bulunuyor. İktidarın özneleşerek işlediği ve çalıştığı uzam, toplumsal hayat ve insan bedenidir. Rekabet ve savaş, biyo-politik üretimin yasası haline gelmiştir. Bu bağlamda sorun, rekabet ve savaşın ortadan kalkması değil, rekabetin ve savaşın nasıl bir egemenlik biçimi içinde kurulduğu, işletilip çalıştırıldığı ve çalıştırılacağıdır. Birer emperyal güç olarak ABD ile AB arasındaki çıkar çatışması, devletler arası açık askeri bir savaşla kurulmuyor. Bu durum, sermaye birikiminin genişleyerek üretimi ve yeniden üretimine içkin egemenlik biçiminin değişiminden kaynaklanıyor.
ABD ve AB arasındaki çıkar çatışması, çok merkezli yapılanan ve tek merkezlerle çalışan kapitalist imparatorluğun hiyerarşisi içinde kurulmaktadır. Bu çatışmanın özü, ulusal ekonomilerin çıkar çatışması değildir. Egemenliğin içkin olarak işleyip çalıştığı yer, küresel ekonomidir. Gerek ABD’nin gerekse AB’nin ekonomik çıkarları, küresel ekonomiyle özdeşleşmiştir. Artık ulusal tekellerden değil, küresel tekellerden bahsetmek gerekiyor. Egemenliği üreten ontoloji; küresel ekonomi, küresel toplumsal hayat, küresel insan bedeni ve küresel biyo-politik üretimdir. Dünya, küresel bir fabrikaya dönüşüyor. Egemenliğin içerisi ve dışarısını belirleyen toprak temellilik, ortadan kalkmış bulunuyor. Emperyalizm döneminde olduğu gibi, egemenlik toprak temelli değildir. Kapitalist imparatorluğun egemenliğinin içerisini ve dışarısını belirleyen bir toprak artık yoktur; çünkü kapitalist imparatorluğun egemenliğini ürettiği mekan dünyadır.
Bu durum, toprak temelli egemenliği ifade eden ulus devletlerin ortadan kalkması olarak okunuyor. “Ulus devletlere ne oldu? Mücadele edeceğimiz ulus devlet nerede?” gibi sorular üretiliyor. Bu sorular, yanlış okumanın bir sonucudur. İmparatorluk bir egemenlik biçimidir ve egemenlik bir devlet teorisidir. Kimse buradan uzaklaşmıyor. Tam tersine bu durum, yeni bir devlet biçimi teorisinin kurulması üzerine düşünmeyi gerektiriyor. Sorun, güç ilişkilerinin yeniden kurulduğu, işletilip çalıştırıldığı devlet biçimini belirleyen tarihsel egemenlik biçiminin ne olduğudur. Toprak temelsiz egemenlik, toprak temelli egemenlikleri yeniden kuruyor. Egemenliğin uzamı dünya, toprak temelli egemenliğe içkin üretiliyor. Bir egemenlik biçimi olarak ulus devletler, toprak temelsiz bir egemenliğin işletip çalıştırıcısı bağlamında yeniden kuruluyor. Kapitalist imparatorluğun egemenliğini işletip çalıştırmaya uygun yapılanamayan teritoryal devletler, savaşla yıkılmaya mahkum bırakılıyor. Bu bağlamda teritoryal devletler, zayıflamaktan çok daha güçlü bir biçimde yeniden kuruluyor. Bunun yolu, imparatorluğun hiyerarşisinde konumlanmaktan geçiyor. Bu bağlamda, ABD ve AB arasında, toprak temelsiz egemenlik biçimi üzerinde bir sorun yok! Çünkü emperyal egemenlik işleyişi, bu güçleri özne olarak kuruyor. Sorun, emperyal güçler ve aristokrasiler arasındaki ilişkinin nasıl yönetileceğinden kaynaklanıyor. Bunun ilişkilerini ve sonuçlarını Irak’ta görüyoruz.
 
Türkiye
 
Dünya ekonomisi içinde sermayenin uluslararasılaşmasına karşın sermayenin çıkarının ulusallaşması, emperyalizm dönemini ifade ediyor. Egemenlik, sermaye birikiminin genişleyerek üretimi ve yeniden üretiminin ontolojisine içkin kuruluyor. Sınıfsal güçler ve güç ilişkilerinin çatışmaları, bu ontoloji içerisinde sürdürülüyor. Emperyalizm döneminde ulusal kurucu güçlerin ve güç ilişkilerinin çatışmaları, dünya ekonomisi içerisinde sermayenin uluslararasılaşmasına rağmen sermayenin çıkarının ulusallaşması gerilimi üzerinde kuruldu. Bir devlet biçimi olarak ulus devlet, ulusal ekonominin korunması ve kurulması üzerinden uluslararası rekabeti ifade ediyor. İmparatorluk, farklı bir sermaye birikiminin ontolojisini temsil ediyor. Dünya ekonomisi içerisinde, sermayenin çıkarı küreselleşiyor. Sermaye, sürdürülebilir artı-değer üretimini, sermaye birikimini ve egemenlik ilişkilerini güvence altına almayı, küresel sermayenin doğrudan ve organik parçası olmakta görüyor. Türkiye, AB üzerinden, imparatorluğun egemenlik hiyerarşisi içinde konumlanmayı ve bu konumu güvence altına almayı garantilemek istiyor. Türkiyeli AB, dünyanın en büyük ekonomik gücü olmanın yanı sıra, Türkiye’nin askeri gücü üzerinden bölgede emperyal bir güç olmayı hedefliyor. Türkiye’de kurucu güçler ve güç ilişkileri, bu ontolojiye içkin olarak yeniden kuruluyor. Türkiye-AB ilişkisinin bugünü, bu kuruluşu ifade ediyor. Sermaye açısından, bu kuruluşun adı ikinci cumhuriyettir. Önümüzdeki 10-15 yıl içinde, Türkiye’nin AB’nin tam üyelik kriterlerine uygun olarak yapılanması, ikinci cumhuriyetin kurulmasına bağlı görülüyor.
Birinci cumhuriyet, üç tehdit üzerinden kuruldu. Birincisi siyasal İslam, ikincisi Kürt sorunu, üçüncüsü Ekim Devrimi ve buna bağlı olarak komünizm. Birinci cumhuriyet, bu üç tehdide karşı şiddet üretmek dışında bir siyaset üretemedi ve bu güçleri reforme ederek sistemin işleyişinin öznesi haline getiremedi. AB süreci, bu güçleri reforme ederek sistem içi bir özne haline getirmeyi hedefliyor.
İmparatorluk açısından, politik İslamı protestanlaştırarak reforme etmek ve emperyal egemenliği işleten bir özne haline getirmek zorunlu görülüyor. Türkiye’de politik İslam, Osmanlı’dan gelme bir iktidar gücüdür. Birinci cumhuriyetin tasfiyesine karşı, yeniden iktidar gücünü istiyor. İttihat ve Terakki geleneğinin bir parçası olarak Demokrat Parti ve günümüzdeki uzantıları, her zaman emperyalizmle ilişki içinde olan iktidar gücünün bir parçası olmasına karşın, birinci cumhuriyetle yaşadığı gerilimi çözemedi. Bunun nedeni, politik İslamı protestanlaştıramamış olmasıdır. AK Parti, imparatorluğun yeni egemenlik işleyişine bağlı olarak politik İslamın reforme edilmesini ve küresel egemenliği işleten bir özne haline getirilmesini üstlenmiş görünüyor. AK Parti için, AB süreci bunu ifade ediyor. Bu süreçte, AK partinin en büyük gerilimi Ordu ile yaşayacağı bekleniyor. Bu beklentinin gerçekleşmeyeceği görülecektir. Bu gerilime yatan siyasi güçler, hayal kırıklığına uğrayacaklar. Ordu, birinci cumhuriyetin değerlerine bağlı bir AK parti ile, ikinci cumhuriyetin kurucu gücü olacaktır. AB’ye tam üyelik sürecinde, birinci cumhuriyet, reforme edilmiş politik İslamla sorununu çözecek gibi görünüyor.
Kürt hareketi, Ortadoğu’nun ve emperyal güç ilişkilerinin kurtlar sofrasında ayakta kalmaya ve inatçı bir sabırla önüne koyduğu yolda mesafe almaya çalışıyor. İkinci cumhuriyetin kurucu gücü olmayı hedefliyor. Fakat ikinci cumhuriyetin kurucu gücü olarak kabul edilmeyeceği görülüyor. AK Parti ve Ordunun tarihsel uzlaşmasının konseptlerinden birisi de, Kürt hareketine karşı belirledikleri ortak tutumdur. Fakat Irak’taki gelişmeler, ABD ilişkileri ve AB’ye tam üyelik süreci açısından Kürt sorunu, Ordu-AKP bloğunu ciddi bir biçimde rahatsız ediyor. Kürt hareketi bu rahatsızlığı önemsiyor. AB ve ABD gibi emperyal güçlerin Ortadoğu siyasetlerini rahatsız etmeyecek biçimde, olabildiğince ileriye doğru mesafe almaya çalışıyor. Ordu ve AK Parti bloğu, küçük küçük adımlarla Kürt hareketinin yolunu açmıyor, tam tersine Kürt hareketini kontrol etmeye çalışıyor. Birinci ve ikinci cumhuriyetin Kürt hareketi ile gerilimini devam ettireceği açık görünüyor.
Emek cephesinden Sol, AB’ye “Evet” ve “Hayır” diyenler olarak ikiye bölünmüş biçimde sürece giriyor. “Evetçiler”, “Emeğin Avrupası” söylemini sahiplenerek, ikinci cumhuriyetin kuruculuğunda burjuva demokrasisini önemsiyorlar. “Hayırcılar”, ise anti-emperyalizm söylemiyle ulusal sınır, ulusal devlet, ulusal bağımsızlık, ulusal kalkınma, sanayileşme ve ilerleme yolunda emeği ulusal kurucu bir güç olarak kurmanın siyasetini yapıyorlar. Çok düşündürücü görünüyor! Farklı görünüyorlar, fakat değiller. Her iki kesim de, emeğin karşıdan kuruculuğunu önermiyor. Komünizmin politik teorisi ve pratiğini önermiyorlar. Komünizme geçişin politik teorisini ve pratiğini öneriyorlar. Her iki kesim de, burjuva özlü sorunlardan yola çıkıyor. Hâlâ burjuva özlü sorunların çözümünün, burjuva demokrasisinin devrim sorunu olarak görüldüğü dönemde olduğumuzu düşünüyorlar. Burjuva özlü sorunlar üzerinden devrime sıçranacağı sanılıyor. Sorunun altında aslında, önümüzdeki 10-15 yıl içerisinde hangi gerilim alanları üzerinden siyaset üretilebileceğinin stratejik kararı yatıyor. “Evetçiler”, AB’ye tam üyelik sürecindeki demokrasi sorunsalı üzerinden politik güç olmayı hedefliyor. Bu kesim, demokrasi programı bağlamında Kürt hareketi ile ortaklaşıyor. “Hayırcılar” ise, AB’ye uyum sürecinde oluşacak ulusal tepki üzerinde güç olmayı hedefliyor. Oluşacak milliyetçi dalganın sınıfsal tabanının gerici bir kesim olacağı görülüyor. Ulusalcılıkla, faşistleşmenin Sol’dan önünün kesilmesi mümkün olacak mı? Ulusal Sol, bu dalgada farkını koruyabilecek mi? Zaman!? İkinci cumhuriyetin kuruluşu kilitlenebilir de; sürecin sert ve keskin geçeceği kesin.
 
Kurucu güç: Emek
 
Kapitalizmin tarihsel olarak geldiği koşullarda, yeni bir devrimci sol hareketin kuruluşu gerekiyor. Hayattan kopuk, kendisini kurmak için yaşamı nesneleştiren, insan bedeni üzerine tahakküm kuran bir öznellik değil; yaşama, harekete içkin bir eylemsellik olan öznelliğin karşıdan kuruculuğu zorunlu görünüyor. Gelecek, politik felsefemizde, politik teori ve pratiğimizde yatan pek çok ezberin yeniden gözden geçirilmesi, bozulması ve yeniden kurulmasını bekliyor.
Bu bağlamda, modernist söylemle yapılanmış genel sol ile aramızda köklü farklar yatıyor. Biz, Emek kavramından yola çıkıyoruz. Bu, ortaklığımızı ifade ediyor. Fakat emek kavramından ne anladığımıza gelince, arada çok mesafe bulunuyor. Özgürlük, emeğin politik olarak kendisini olumlamasıdır. Emeğin politik olarak kendisini olumlaması konusunda ortaya çıkan fark derin görünüyor. Bu durum, özgürlük sorunsalını problemli hale getiriyor.
Modernist söylemle yapılanmış sol, emeğin politik olarak olumlanmasını sermayenin olumsuzlanması üzerine kuruyor. Bu bağlamda devrim, sermayenin iç çelişkilerine ve krizlerine bağımlı hale geliyor. Bu krizler ve çelişkiler, devrimin ontolojisi oluyor. Kapitalizmin krizli döneminde sol yükseliyor. Fakat kapitalizm krizini çözdüğünde, sol politik olarak düşüyor. Çatışmanın gündemini belirleyen kapitalizm oluyor. Sol, kapitalizmin krizli döneminde sistemin çözemediği burjuva özlü sorunlar varsa, sıçrıyor. Fakat kapitalizm, çözemediği burjuva özlü sorunları çözebilecek iktidar işleyişini kurduğunda sol, sistemi reforme eden muhalefete düşüyor. Bu gerçeklik önemli, fakat Sol’un kuruluşuna artık yetmiyor. Köklü bir politik felsefe sorunsalı ile bizi yüzleştiriyor. Emeğin politik olumlanmasının sermayenin olumsuzlanmasına bağlanmış olması, emeğin aşkın bir yerden kuruluşunu ifade ediyor. Aşkın kuruluş, içkin bir karşıdan kuruluşu oluşturamaz. Burjuva demokrasisi emeğin aşkın kuruluşudur; emeğin, kapitalizmin iktidar işleyişinin bir öznesi olarak belirlenmesi anlamına geliyor. Yeni bir devrimci solun, burjuva demokrasisi ile mesafesini koyması gerekiyor. Demokrasi kavramı, emeğin aşkın olumlanmasını değil, emeğin içkin kuruluşunun politikliğini ifade etmek zorunda. Emek, sermayenin olumsuzlanmasını değil, kendisini olumlamayı temel almalı ve yine emek, içkin politik olumlaması üzerine kurduğu fark üzerinden sistemle çatışmalıdır. İsyan ve devrim, devleti ele geçirmeden dünyayı değiştirmek, bunu ifade ediyor. Emek, komünizme geçişin politik teorisi ve pratiğiyle değil, doğrudan komünizmin politik teorisi ve pratiği üzerinden kurulmalıdır.
 
Emek ve ücretli emek
 
Köleci, feodal toplumla kapitalist toplum arasındaki fark, değer üretme biçiminde yatıyor. Sınıflı toplumlarda değer üretim biçimi, emeğin bir sınıf olarak kurulmasını ifade ediyor. Emek, köleci toplumda köle, feodal toplumda serf, kapitalist toplumda ücretli emek olarak sınıflaştırılmıştır. Bir genelleme olarak, köleci ve feodal toplumlarda üretici güçler, üretim aracı ve emek olarak ayrıştırılmamıştı. Köle ve serf, üretim aracıyla özdeşti. Kendi bedeni ve emeği üzerinde mülkiyet hakkı yoktu. Emeğin sınıflaştırılması bağlamında düşünüldüğünde, köleci ve feodal toplumlarda emek, bir sınıf olarak kendisini ifade edebilecek siyasal bir iktidar işleyişine sahip değildi. Bu bağlamda, emeğin direnişi doğrudan doğruya sınıflaşmaya karşıydı. Kölenin kölelikten, serfin serflikten kaçması, içkin bir politik isyandı.
Kapitalizmde ise üretici güçler, üretim araçları ve ücretli emek olarak ikiye ayrılmıştır. Artık emek, kendi bedeni ve emeği üzerinde mülkiyet hakkına sahiptir. Bu durum, emeğin kendisini olumlama tarihi, bir başka deyişle özgürlük tarihi açısından büyük bir devrimdir. Bu devrim, yani emeğin, sınıflaştırma biçimi olan kölelikten ve serflikten kurtuluşu, bedeni ve emeği üzerindeki mülkiyet hakkını elde etmesi, kapitalizmin ürünü değildir. Emeğin bu özgürleşme boyutunu kapitalizme bağlamak, emek ile ücretli emeği özdeş görmenin ve tarihin, sermayenin olumlanması üzerinden okunmasının, yazılmasının ve konuşturulmasının bir sonucudur. Emek bu devrimi, serflikten ve kölelikten durdurulamayan kaçışıyla elde etmiştir. Bu bağlamda aydınlanma emeğindir. Mülkiyet kavramı, o dönemin en devrimci özgürleştirici sloganıydı. Nedeni, yalnızca üretim araçları üzerindeki mülkiyetin özgürleştirilmesi değildi. Burjuvazi zaten bu mülkiyet hakkına sahipti. Bu sloganın arkasında yatan, emeğin, kendi emeği üzerinde mülkiyet hakkını elde ederek özgürleşmesinin devrimciliği idi. Kapitalizm, emeği, ücretli emek altında proleterleştirerek ve sınıflaştırarak özgürlük tarihinin önünü kesti ve yaptırma gücünü yapma gücüne dönüştürdü. Emeği, kendi emeğini değerli kılabilecek maddi koşullardan yoksun bırakarak, mülksüzleştirdi. Evet, emek özgürdü; fakat ne emeğini değerli kılacak bilgi birikimine ne de maddi koşullara sahipti. Kölecilikte ve serflikte, yoksulluk işsizlik demek değildi. Tam tersine, üretimden kaçmak yasaktı. Kapitalizmde ise, yoksulluk işsizlik demekti. Kapitalizmde yoksulluk, iki anlamı ifade eder oldu: üretimde sömürü ve işsizlik. İşsiz kalmaktansa üretimde sömürü, emeğin zorunluluğu haline geldi. Kapitalizm, emeği bedenin tam ortasından ikiye yardı: maddi koşullardan yoksun emeğin yoksulluğu ile sermaye tarafından maddi koşullarla buluşturularak değer üreten emeğin zenginliği.
Ücretli emek, emeğin sınıflaştırılmış ve sermayeleşmiş biçimidir. Devrimin uzamı, emek ve ücretli emek arasındaki çatışma alanıdır. Emeğin içkin politik kuruluşu ve olumlanması, emeğin sınıflaştırılmasına karşı direnişidir. Proletaryanın sınıf olarak kendisini reddetme potansiyeli buradan kaynaklanır. Komünist sınıf siyaseti, emeğin sermaye tarafından sınıflaştırılmasına karşı sınıfsızlığı örgütlemesidir.
Yukarıda ifade edildiği gibi, köle ve serf, sınıf olarak çıkarlarını ifade edebilecek siyasal bir iktidar işleyişine sahip değildi. Kapitalizmde, emeğin sınıfsallaştırılmış biçimi olan ücretli emek bu hakka sahiptir. Fakat bu hak, devrimci bir çatışkıyı artık yaratmayacaktır. Tam tersine bu hak, emeğin bir sınıf olarak üretiminin ve yeniden üretiminin ontolojisidir. Bu bağlamda, ücretli emek ve sermaye arasındaki çelişki, devrimci bir çatışmayı üretmez. Burjuvazinin kendi çıkarını toplum çıkarı olarak örgütlemesinin iktidar eğitimi, emeğin sınıf olarak kendisini kabul etmesi üzerinden kurulmuştur. Biz, buna modernizm diyoruz. Emeğin sınıflaştırılması ve kendisini sınıf olarak kabul etmesinin iktidar işleyişi, burjuva demokrasisidir.
Modernizmin iktidar işleyişinde emeğin sınıflaştırılması ve sınıf olarak kabul edilmesi, toplumsal ve siyasal altüst oluşlar içerisinden kurulmuştur. Sermayenin kendisini olumlama süreçlerinde ortaya çıkan krizler ve bu krizlerin devrimci olanakları önemliydi. Oy hakkı, sendikalaşma, sınıf olarak çıkarlarının savunulması bağlamında demokrasi mücadelesi, sol bir hareketin yaratılmasına önemli katkılar sağladı. Üniversitelerde akademik-demokratik, sendikal alanda ekonomik-demokratik talep siyaseti, devrimci bir solun yaratılmasında önemliydi. Bu dönem kapandı. Talep siyaseti, devrimci bir sol hareketin yaratılması zemininden çıkmıştır. Evet bir sol yaratacaktır; fakat bu sol, devrimci komünist bir sol olmayacaktır. Emeği sınıf olarak örgütleyen siyasal demokrasiden, emeğin sınıflaşmasını reddeden bir demokrasi anlayışına geçmenin zamanı gelmiştir.
 
Ulus ve emek
 
“Emeğin ulusu yoktur” ifadesi, kendisine Marksist ve komünist diyenler tarafından unutulmuş görünüyor. Emeğin ücretli emek üzerinden sınıflaştırılması, yalnızca ekonomik bir süreç değildir. Emeğin sınıflaştırılması, aynı zamanda kapitalizmin egemenlik biçiminin kuruluşunu ifade eder. Değer üretme biçiminin topraktan fabrikaya geçmesiyle, emeğin mülksüzleştirilmesi, ücretli emekle sınıflaştırılması ve emeğe bir sınıf olduğunun kabul ettirilmesi; ulusal sınır, ulusal devlet, ulusal pazar, ulusal ekonomi, ulusal kalkınma ve ulusal ilerleme ile mümkündür. Devlet, bir sınıflaştırma ilişkisidir ve ulusal devlet biçimi ise, emeğin ücretli emek biçiminde sınıflaştırılmasının egemenlik biçimidir. 1848 Avrupası’nda enternasyonal bir kurucu güç olarak kurulan emek, ulus devlet egemenliği altına alınarak burjuvazinin siyasi mülkü haline getirilmiştir. Ulus devlet, emeğin ulusal sınırlar altında çitlenmesi ve ıslah edilmesidir. Bir başka deyişle, sermayenin emek üzerindeki tahakkümünün kuruluşudur.
Başımıza ne geldiyse, tarihin determinist ilerlemeci anlayışından geldi. Devrimcilik veya ilericilik, üretim araçlarının gelişmesini engelleyen faktörlerin temizlenmesine indirgendi. Burjuvazi, üretim araçlarının önüne engel olan pre-kapitalist üretim tarzlarını ortadan kaldıracak devrimciliği gösteremedi. Emperyalizm döneminde siyasal olarak gericileşti. Proletarya, bu görevi üstlenmeliydi. Proletarya, burjuva özlü sorunları üstlenerek sanayileşme devrimini tamamlayacaktı. Emperyalizm, sömürge ve bağımlı ülkelerde üretici güçlerin gelişmesini engelliyordu. Bu gerçeklik, 20. yüzyılı salladı. 20. yüzyıl, emperyalizme karşı uluslaşma yüzyılıydı ve devrimci hareket bunu üstlendi. Üzerine pek düşünülmeyen, bilinmesine karşın görmezlikten gelinen şey, pre-kapitalist üretim tarzının tasfiye edilmesi ve toplumsal sermaye birikiminin oluşturulması için öngörülen sanayileşmenin, kalkınmanın ve ilerlemeciliğin, ancak emeğin ücretli emek olarak sınıflaştırılmasından geçiyor olduğuydu. Bu sınıflaştırma, kapitalistlerin mülkiyeti altında değil de, sosyalizm adına devlet mülkiyeti altında gerçekleştirildi. Devrimci siyaset, emeğin sınıflaştırılmasına karşı gelişmesi gerekirken, emeğin sınıfsallaşmış biçimi olan ücretli emeğin sınıf çıkarlarını korumaya dönüştü. Marx, Grundrisse’de “Aynı zamanda hem ücretli emeğin korunmasını hem de sermayenin ortadan kaldırılmasını istemek, demek ki kendi içinde çelişkili ve kendi kendini çürüten taleptir.” der. Ve Sovyetler çürüdü ve çöktü. Fakat anti-emperyalizm bağlamında AB’ye hayır diyenler arasında, ilerleme, sanayileşme ve kalkınma adına hâlâ Sovyetler’e özenenler var. Evet beyler, işsizliği, eğitimi, konutu, sanayileşmeyi vb. çözdük. İlerleme ve kalkınma adına, kapitalizmin bir tanesini bile çözemediği her şeyi çözdük; fakat nedense kızıl ordumuzla, görkemli kızıl devletimizle, kızıl polisimizle çözüldük. Sorun kalkınma, sanayileşme, zenginleşme sorunu değildir. Bu söylemler, emeğin sınıflaştırılması ve sınıf olarak üretimidir. Anti-kapitalizmin temel ilkesi, kapitalizmin asla başaramadığı ve başaramayacağı şey olan, emeğin ücretli emek olarak sınıflaştırılmasının ortadan kaldırılmasıdır. Ekim devriminde, sınıf devrimini yaptı. Burjuvaziyi sermaye olarak, sınıf olarak ortadan kaldırdı. Fakat emeği ücretli emek olarak, proletaryayı sınıf olarak üreterek yeniden üretti. Emeği ücretli emekten, proletaryayı sınıf olmaktan çıkaramadı. İlerleme, kalkınma, ulus adına emeği, kapitalizm içi kalmaya mahkum etti.
Emek, ücretli emek değildir. Emek, bir sınıf değildir. Emeğin siyaseti, ücretli emekten ve sınıf olmaktan kaçmak ve sınıfsızlığı politik olarak kurmaktır. Başta proletarya olmak üzere, bütün toplumsal sınıf üretme ilişkilerini ortadan kaldırmaktır. Bu durumu üretici güçlerin gelişimi sonucu ortaya çıkacak olan zenginliğe bağlamak kapitalizm içidir. Komünistlerin bu gerçeklikle yüzleşmesinin zamanı gelmiş ve geçmiştir. Emeğin özgürleşmesinin politikliği bugüne içkindir. Emeği ulusal kurucu bir güç olarak kurmak, sınırları, devleti savunmak; emeği sınıflaştırma siyasetidir. Emek, ulusal kurucu bir güç değil, küresel kurucu bir güçtür.
Emeğin özgürleşme serüveni yoluna devam ediyor. Kendi emeğimiz üzerinde egemenlik hakkını elde ettik. Şimdi emeğimizi değerli kılmamızın önündeki engeli, yani maddi üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet hırsızlığını kaldırmak, başta devlet olmak üzere her türlü sınıf üretme ilişkisini reddetmek ve emeğin ölçülemez yaratıcılığını ve üretkenliğini özgürleştirmektir. Komünizme geçişin politik teorisi ve pratiği yerine, doğrudan komünizmin politik teorisini ve pratiğini kurmaktır.
AB’ye “Evet” veya “Hayır” demek, Sol siyaseti, emeğin sınıflaştırılmış biçimi olan ücretli emeğin sınıf çıkarları üzerine kurmak bizim işimiz değildir.

Yazar: Cengiz Baysoy
Şubat 2005
bottom of page