top of page

*Ekim Devrimi’nin Krizi: Sovyetler mi Devlet mi?

  • Yazarın fotoğrafı: otonomdergi
    otonomdergi
  • 17 Kas 2023
  • 8 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 9 Ara 2023

20. yüzyıl sınıflar mücadelesi pratiğinde, ister aşamalı reform isterse aşamalı devrim taktiği üzerine kurulu olsun, komünizm gerekli maddi koşulların oluşumuna bağlanan bir geçiş paradigması içinde düşünüldü. 19. yüzyıl sınıflar mücadelesinin Paris Komünü’ndeki yenilgisinin ardından Alman Marksizmi, kapitalizmin nihai bir krizinin söz konusu olamayacağı varsayımı temelinde, bu geçişin politik olarak devletin demokratikleştirilmesi üzerine oturtulmasının bir ifadesiydi. Sermayenin sonunu getirebilecek ekonomik ya da politik bir kriz beklentisinin yokluğunda, devrimin yerini barışçıl geçiş siyaseti aldı. Sosyal demokrasi, emeğin kurtuluşunun sermayenin reforme edilebilmesine tabi kılındığı bir talep siyaseti geleneğine dönüştü. Kapitalizmin yeterince olgunlaşmamış olmasından dolayı devrimin nesnel koşullarından yoksun olduğu düşünülen Rusya’da gerçekleşen Ekim Devrimi, sınıflar mücadelesini tarihsel maddi koşulların belirlenimine bırakan paradigmada önemli bir kırılmaya neden oldu. Devrimi güncel bir olanak olarak yeniden canlandıran sınıflar mücadelesi pratiği içinde, kriz ve devrim arasındaki ilişkinin yeniden düşünülmesinin önü açıldı. Alman sosyal demokrasi geleneğinde neredeyse sermayenin kendi gelişiminin bir bilimine dönüştürülen Marksizm, Lenin’in deyişiyle açılan proleter devrimler çağında, her krizin devrimci bir krize, yani devrime dönüştürülebilmesinin politik teorisi olarak yeniden kuruldu. Ancak reform ve devrim arasındaki ayrımı yaratan kriz teorisi üzerindeki bu politik fark, tarihsel maddi koşulların belirlenimini merkeze alan geçiş paradigmasını sarsmakla beraber, bu paradigmadan kökten bir kopuşu getirmedi. Kapitalizmden komünizme geçişin zorunlu bir aşaması olarak algılanan Rusya’daki devlet kapitalizmi dönemi, komünizmin gerçekleşmesini güncel bir olanağın özgürleştirilmesi yerine tarihsel maddi koşulların olgunlaşmasına bağlamanın zorunlu bir pratiğiydi. Tarihi ve sınıflar mücadelesini diyalektik bir gelişim çizgisi olarak okuyan bakışı bozan, devrimci öznelliğin yarattığı kopuşların ve olanakların açığa çıktığı bir uğrak olarak Ekim Devrimi, özellikle iç savaş döneminden sonra bu gelişim çizgisine oturtularak boğuldu. 20. yüzyıl Rus sınıflar mücadelesi pratiği, diyalektik gelişimin kapalılığına karşı bir devrim gerçekleştirmişti; ancak devrim sonrasında emeğin özgürleşmesinin olanaklarının yaratılmasının politik olarak devlet kapitalizmine bağlanmasıyla, bu kapalılık yeniden üretildi. Bugün devrimi, diyalektik gelişimin seyrine tabi kılınmış bir gelecek yerine bugünden özgürleştirilebilecek bir olanak olarak yeniden düşünebilmek için, bu pratiğin önümüze koyduğu kriz ve devlet teorisi sorununa yeniden dönmek zorundayız.
Gerçekçi bir devrimin maddi koşullarının olgunlaşacağı uğrağın soyutlaması olarak kriz teorisine ilişkin Marx’tan kalan son miras, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki diyalektik çelişkinin sürdürülemez bir boyuta varacağı tarihsel bir uğrağa işaret ediyordu. Toplumsal devrimler çağının başlangıcı, üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişmesinin önünde bir engel haline geldiği koşul olarak saptanmıştı. Bu anlamda üretici güçleri geliştirebildiği oranda sermayenin gelişimi, geri döndürülemez bir ilerleme potansiyelini ifade ediyordu. Aslında sermaye ve emek arasındaki antagonizmanın açığa çıkışı olarak düşünülebilecek olan kriz olgusunu sermayenin kendi gelişimine bağlayan bu bakış, aynı zamanda emeğin özgürleşmesini sermayenin gelişiminin nihai bir zorunluluğuna indirgeme potansiyeli taşıyordu. Sermayenin nesnel ve bağımsız bir güç olarak düşünülmesinin karşılığı, emeğin kendini gerçekleştirebilmesinin maddi koşullarını yaratma gücünden, bu koşullar üzerinde egemen olabilmesinin politikliğinden henüz yoksun olarak tasavvur edilmesiydi. Marx’taki bu teorik potansiyel, pratik-politik karşılığını kapitalizmin iktidar işleyişinin emperyalizme dönüştüğü dönemde, Bernstein öncülüğündeki Alman Marksizmi geleneğinde buldu. Ekonomik bunalımların ortaya çıkmaması, devlet ve toplumun giderek liberalleşmesi ile birlikte proletaryanın koşullarının düzelmesi yönündeki eğilimlere bakarak sermayenin ilericiliğini sürdürdüğünü ve bir çöküşün meydana gelme olasılığının bulunmadığını iddia eden Alman Marksizmi, devrimin olgunlaşması beklenen nesnel koşullarının asla gelmeyeceği görüşündeydi. Tekelleşme ve tekellerin devletle bütünleşmesi olgusuyla ayırt edilebilecek emperyalizm koşullarında sermayenin devletin düzenleyiciliği ve burjuva demokrasisi yoluyla kendi krizlerini çözebilme kapasitesi karşısında, sınıfın gerçekçi siyaseti ancak burjuva demokrasisi içinde politik bir güç haline gelerek bu kapasiteyi ele geçirmek olabilirdi. Bu anlamda demokrasi mücadelesi ve parlamentarizm, sınıfın temel politik stratejisi olarak benimsendi. Bunun anlamı, emeğin burjuva demokrasisinin bir gücü olarak özneleşerek sermayeyi doğrudan tehdit eden antagonist bir politik güç yerine onu yeniden üreten bir dinamiğe dönüşmesiydi.
Nihai bir kriz ve buna bağlı olarak bir devrimin olanaklı olup olmadığı üzerine, Marx’a referansla ve aslında çoğu zaman onu tamamlamak kaygısıyla yürütülen Alman Marksizmi içindeki tartışmaların ortaya çıkardığı reform ve devrim ikiliği temelindeki karşıt söylemler, ister baştan böylesi bir krizin mümkün olmadığı isterse Rosa Luxemburg’un düşüncesinde olduğu gibi, bu nihai kriz beklenirken bile sosyalist devrim için sınıf mücadelesini sürdürmek gerektiği yönünde olsun, krizi sermayenin kendi gelişiminin ve içsel çelişkilerinin bir sonucu olarak algılamak konusunda aynı temeli paylaşıyordu. Temel sorun ve politik fark, emeğin politikliğinin özgürleşmesinin kapitalizm açısından nasıl sürekli denetlenmesi gereken bir politik krize işaret ettiği bir yana, sermayenin kendi ekonomik krizlerini çözme kapasitesine sahip bir sistem olup olmadığı üzerinden konuldu. Devrimin kaçınılmazlığının gerekçesi olarak öne sürülen kapitalizmin nihai krizi olgusu ise, emek ve sermaye arasındaki antagonist ilişkinin sürekli olarak taşıdığı kriz potansiyelini görünmez kıldı.
Ekim Devrimi, kapitalizmin nihai krizini kapitalist üretim ilişkilerinin içindeki neredeyse yerleşik bir kurala dönüştüren bu bakışın doğrudan pratik bir eleştirisiydi. Devrim, sermayenin kendi gelişiminin nihai krizine bağlı bir sorun yerine, emeğin açığa çıkmış olan kriz koşullarına politik müdahalesi biçimini aldı. Bu anlamda kriz kavramı, ekonomik maddi koşulların belirleniminden çıkarılarak politik bir belirlenimle yeniden kuruldu. Marx’ta toplumsal devrimler çağının başlangıcı üretici güçlerin gelişimi sorununa bağlıyken, Lenin’de emperyalistler arası savaşın yarattığı krizlerle beraber dünyanın her yerinde sosyalist devrimler olanaklı hale gelmişti. Lenin açısından devrim, sermayenin emeği tahakküm altına almaya çalışırken içine düştüğü krizleri toplumsal bir antagonizmaya çevirecek politik bir müdahaleyi ifade ediyordu. Bu anlamda sermayenin krizinin nihailiği, kendi gelişiminin diyalektik çelişkilerinin değil, emek ile sermaye arasındaki antagonizmanın boyutlarının bir belirlenimi olarak algılanmalıydı. Devrimin güncel bir talep olarak kurulabilmesi, bu antagonizmanın özgürleşmesinin politik olanaklarını yaratabilmeye bağlıydı.
Ekonomik maddi koşulların belirlenimi yerine sınıflar arası güç ilişkilerinin belirlenimine yapılan bu vurgu, emperyalizm aşamasında kriz ve devrim kuramının içerdiği devlet ve proletarya diktatörlüğü çözümlemesi açısından da köklü bir farka işaret eder. Sermaye birikim sürecinin ulusal ekonomi temelinde merkezileşen ve yoğunlaşan ulusal sermayelerin dünya pazarı üzerindeki açık rekabetiyle şekillendiği olgusu, dönemin emperyalizm kuramlarının ortak temelini oluşturmasına rağmen, Lenin’in özgünlüğü, bu sermaye birikim sürecinin nasıl bir egemenlik işleyişiyle iç içe geçtiğini ve bu egemenlik işleyişinin krizlerini önemsemesidir. Aynı dönemde Alman Marksizmi, ulusal tekellerin devletle bütünleşmesiyle devletin salt bir zor aygıtından çıkarak sermayeyi düzenleyici bir işlevle yapılanmasında devletin demokratikleşme potansiyelini öne çıkartırken, Lenin sermayenin dünya pazarındaki rekabetinin ulus devletler arası açık savaş üzerinden yaşanacağını görerek bu egemenlik krizinin nasıl bir toplumsal antagonizmaya dönüştürülebileceği sorunuyla uğraştı. Sermayenin bu krizi yönetebilme kapasitesi, merkez ülkelerde emeği ulusal sınırlar içinde disiplin altına alarak burjuva demokrasisi yoluyla kendi siyasal gücüne dönüştürebilmesine ve sömürge ülkelerde ise açık askeri ve siyasi zora dayanıyordu. Lenin açısından emeğin sermayenin tahakkümünden özgürleşmesinin politik koşulu, bu zora karşı isyana ve bir devlet biçimi olarak burjuva demokrasisinin parçalanmasına oturmuştu. Emperyalist savaşla evrenselleşen egemenlik bunalımının yarattığı bu devrimci durumda, emeğin politik müdahalesi doğrudan sermayenin egemenlik işleyişine yönelmeliydi.
Devrimin arifesinde kaleme alınan Nisan Tezleri ile Devlet ve Devrim, Alman Marksizmi’nin devletin demokratikleştirilmesini öngören parlamentarizmine ve II. Enternasyonel sosyalistlerinin emperyalist savaşta kendi ulus devletlerinin ve ulusal burjuvazilerinin yanında yer almasına karşı, Lenin’in bu politik müdahalenin nasıl bir biçim alması gerektiğini Paris Komünü’nü referans alan bir devlet ve proletarya diktatörlüğü teorisi ile temellendirme çabasının ifadesidir. 1905 yenilgisinin ardından yeniden canlanan işçi ve asker sovyetlerinin artık otokrasiye karşı değil, doğrudan Şubat devriminden sonraki yeni burjuva hükümetine karşı giderek yoğunlaşan mücadelesinde, Lenin, devlet ve parlamentarizm karşıtlığının pratik karşılığını görür. Burjuva egemenliği karşısında sovyetlerin temsil ettiği proleter egemenliğin yarattığı iktidar ikiliği, bir devlet biçimi olarak burjuva demokrasisi ile “kaynağını halk yığınlarının dolaysız, yerel, aşağıdan gelen girişkenliğinden alan”[1] bir iktidar biçimi arasındaki doğrudan çatışmanın bir ifadesidir. Bu anlamda sovyetler, burjuvaziyi alaşağı edecek bir yıkıcılıkla beraber, devrimci bir sınıf egemenliğinin kuruculuğunu doğrudan üstlenebilecek bir dinamik olarak önemsenir. Sınıf antagonizmasının gelinen uğrağında sovyetler, ayaklanma ve mücadele örgütünün ötesinde yığınların pratik etkinliğinin ortaya çıkardığı doğrudan iktidar organlarıdır. Olası bir devrimin burjuva niteliğinden dolayı sovyetleri ancak parlamentarizmin sınırları içinde var olabilecek kitle örgütlenmeleri olarak gören Menşevikler karşısında, Lenin sovyetleri burjuvazinin egemenlik krizini derinleştirmekle beraber yeni tür bir iktidar işleyişinin kurucusu olabilecek bir politik güç olarak olumlar. Proletarya burjuvazinin direnişini baskı altında tutmak için hâlâ merkezi bir şiddet aygıtına ihtiyaç duyacağından, bu kurucu güç bir devlet biçimini almak zorundadır. Ancak devrimin hemen öncesinde sovyetlerin öz etkinliklerinde maddileştiği üzere bu, daha şimdiden Paris Komünü örneğinde olduğu gibi, polis ve ordunun dağıtılarak halkın doğrudan silahlandığı, modern devletin bürokratik aygıtının yerine seçimle gelen ve her an geri çağrılabilen temsilcilerden oluşan bir yönetim aygıtı olan bir devlet olmayan devlettir. Devrime hazırlanırken ve devrimden hemen sonraki evrede, proletarya diktatörlüğü burjuvazinin egemenlik kapasitesine karşı zor tekelinin yığınların elinde bulunduğu bir şiddet örgütüdür. Sermayenin politik egemenliğinin çözülüşü, proletaryanın doğrudan kendi etkinliği yoluyla egemenliği kendinin kılmasıyla gerçekleşecektir. Sovyetler, sınıfın içkin politik gücünün olumlanması anlamında proletarya diktatörlüğünün Rusya’daki ilk figürüdür.
Ekim Devrimi, mücadele halindeki öznelerin öznel birikiminin politik kuruculuğu ile gerçekleşti. Emperyalizm aşamasının sermaye birikim sürecine içkin sınıflar arası güç çatışmaları devrimle çözüldü. Ancak burjuvazinin mülksüzleştirilmesiyle üretici güçler üzerindeki sınıf egemenliği bir kere ortadan kaldırıldıktan sonra, toplumsal hayatın üretiminin ve yeniden üretiminin maddi koşullarının nasıl yaratılacağı sorunu, devrimin sonraki tarihini belirleyen temel çatışma alanı haline geldi. Emeğin kendini değerli kılabileceği maddi koşulların üretimi anlamında üretici güçlerin gelişiminin iktidar işleyişi devlet biçimini aldı. Devlet, burjuvazinin tehdidi karşısında, proletaryanın geçici bir zor aygıtının ötesinde devrim sonrası toplumsal bedenin işleyişini düzenleyen disiplinci bir iktidar olarak yapılandı. Emeğin öznel deneyimlerinin içkin kuruculuğu ile emeğin kendini gerçekleştirebilmesinin maddi koşullarını düzenleyen ve denetim altına alan aşkın bir iktidar işleyişi olarak devlet arasındaki çatışma özgürleştirilmedi ve bunun yerine “devletin sönümlenmesi” ilkesiyle üretici güçlerin gelişiminin evrimine bırakıldı. Emeğin özgürleşmesinin politik olanağı bir devrim sorununa dönüştürülebilmişken, toplumsal olarak özgürleşebilmesi tarihsel maddi koşulların zorunlu seyrine tabi kılındı.
Emeğin kendini gerçekleştirebileceği maddi koşullarla özgürce buluşabilmesinin emeğin kolektif doğası üzerindeki mülkiyet tahakkümünün ortadan kaldırılması yerine üretici güçlerin gelişimine bağlanması, komünizmin bireylerin farklılıklarının doğurabileceği bütün ihtiyaçların karşılanabileceği maddi bir zenginlik toplumu olarak anlaşılmasının bir sonucuydu. Emeğin zorunlu bir faaliyet olmaktan çıkarak bir öz etkinliğe dönüşmesinin koşulu, sınırsızca paylaşılabilecek bir toplumsal artının üretilebilmesiydi. Sermayenin üretici güçleri geliştirebilmesinin taşıdığı ilerici potansiyel, böylesi bir zenginliği üretebilecek büyük ölçekli sanayi üretimini hayata geçirebilmiş olmasından geliyordu. Bu yüzden, devrim sonrası çözülmeyi bekleyen temel sorun, bir sınıf olarak örgütlenmiş sermayenin yokluğunda böylesi bir üretimin hangi üretim ilişkileri içinde devindirilebileceğiydi. Kapitalist toplumdan komünist topluma dönüşümün doğrudan bir kopuş yerine aşamalı bir geçiş sorunu üzerinden kurulması, komünist toplumun bu yönüyle kapitalist toplumun temelleri üzerinde gelişen bir toplum olarak görülmesiydi.
Lenin’in kapitalizmden komünizme geçişin zorunlu bir aşaması olarak Rusya için öngördüğü devlet kapitalizmi modeli, emeğin, üretim araçlarının devlet mülkiyetinde olduğu büyük ölçekli sanayi üretiminin disiplini altına alınarak verimli kılınmasının iktidar işleyişidir. Özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla üretim araçlarına bütün toplum adına devlet tarafından el konulmasının anlamı, sermayenin üretici güçleri geliştirme kapasitesinin ve işlevinin devlet tarafından üstlenilmesiydi. Nüfusun çoğunluğunun köylülerden oluştuğu ve küçük ölçekli üretimin hakim olduğu bir ülkede, Lenin için temel çelişki “devlet kapitalizmi ile sosyalist üretim ilişkileri arasında” değil, devlet kapitalizmi ile devlet tekeline karşı savaşan küçük burjuvazi ve özel sermaye arasındaydı.[2] Küçük ölçekli üretimin anarşisine karşı, devletin planlaması ve denetimi altında, tüm toplumun eşit iş ve eşit ücretle fabrikalaşması gerçekleşmeden komünizme geçiş olanaksızdı. Bu açıdan devletin sönümlenmesinin koşulu, emeğin içkin eyleminin politikliğinin özgürleşmesi değil, toplumsal üretim araçlarının üretimin ve tüketimin denetlenmesini gereksiz hale getirecek kadar devasa bir gelişimiydi.
Özellikle 1848 özeleştirisinden sonra sınıflar mücadelesini ekonomik bir belirlenimcilikle okumaya yönelen Marx’a göre, sermaye üretici güçleri geliştirebildiği ölçüde yok edilemezdi. Üretici güçlerin henüz yeterince gelişmemiş olduğu komünizmin birinci evresinde, bir sınıf olarak burjuvazi ve üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet ortadan kaldırılsa bile, eşit emeğe eşit ücret ilkesi sürdüğü sürece, meta değişimi ve bir toplumsal ilişki olarak sermaye sürecekti. Bu anlamda Rusya’daki devlet kapitalizmi, Marx’ın bu öngörüsünün politik olarak gerçekleştirilmesiydi. Bir sınıf olarak burjuvazi devrimle ortadan kaldırıldı; ancak emeğin ücretli emek biçimi altında sınıflaştırılması ve bu sınıflaştırmanın güvencesi olarak devlet sürdürüldü. Emeğin hayatın üretimi ve yeniden üretimindeki kolektifliği devlet mülkiyeti ile tahakküm altına alındı ve emek kendini gerçekleştirebileceği maddi koşullar üzerindeki egemenlikten dışlandı. Emeğin krizi, üretici güçler ile bu güçlerin gelişimi önünde bir engel haline gelen üretim ilişkileri arasındaki diyalektik çelişkide değil, emeğin toplumsal karakteri ile bu toplumsallıktan mülksüzleştirilmesi arasındaki çatışmadadır. Komünizm, mülksüzleştirmeye karşı emeğin kendini gerçekleştirebilmesinin maddi koşullarını yeniden kendinin kılma mücadelesinin içkin arzusudur. Ekim Devrimi, bu arzuyu özgürleştiremeyerek boğuldu. Leninizm, özel mülkiyet ve devlet mülkiyeti arasındaki çatışmaya müdahale edebilecek burjuva özlü devrimlerin proletarya tarafından üstlenilmesinin politik teorisi ve pratiği olarak kuruldu. Mülksüzleştirmeye karşı isyan, emeğin komünalliğini yeniden kendinin kılmasının isyanı olarak örgütlenemedi. Bugün bu özgürleşme, emeğin politikliğinin içkin ve doğrudan eylemi olarak yeniden kurulabilmeli.

Yazar: Sinem Özer

[1] V.I. Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Sol Yayınları, 1979.
[2] V.I. Lenin, “Sol Kanat” Çocukluğu ve Küçük Burjuva Zihniyeti, Nisan 1918.
bottom of page