"Bu kitabı faşizme direnişle, bu hükümranlığı parçalamak çabasıyla, başaracağımızdan emin bir şekilde yazdım. Geriye bir tek size veda etmek kaldı, dostlarım. Yüzümde bir gülümsemeyle ve nezaketle, bu satırları, artık sonuna geldiğim bu üç cildi, yıkıcılık ve özgürleşme sanatında benden önce gelen, benden sonra gelecek olan tüm o erdemli insanlara ithaf ediyorum. Onların “ilelebet yaşayacaklarını” söylerdik – ebedilik alsın bizi sevecenliğine."
Yazar: Toni Negri
Bazen etrafımdaki dünyadan tamamen yabancılaşmışım gibi hissediyorum. Var olanla yoğun bir meşguliyetin hikâyesini anlatması üç cildi bulmuş[i] biri için çok tuhaf bir his bu. Muhtemelen artık ihtiyarlamış olduğun için böyle hissediyorsun, diyorum kendime. Yaşı daha genç, bilinci daha açık dostlarımla iletişimi açık tutmaya çalışsam da nafile, algım iyice köreldi. Ama sonra içime bir şüphe düşüyor. Dünyaya dair bu telakkim, bu yabancılaşma hissim gerçek olmayabilir mi? Gerçek mi? Yani belki de bu yabancılaşma hissinin benimle, dikkatimin kifayetsizliğiyle, zayıflamış olmasıyla bir ilgisi yok. Belki de etrafımdaki dünya gerçekten de çirkin ve tutarlılıktan yoksun. Varlığa olan güvenime, canlı olan her şeye duyduğum hayranlığa tekabül eden sevilmeye değer bir şey artık yok belki de. Olamaz mı?
Çirkin, güzel, canlı, sevilmeye değer… tanımlaması zor, üstelik epeyce izafi sıfatlar bunlar. Öyleyse, şüphemi doğrulamak istiyorsam, bu terimlere belki hiç güvenmemeliyim. Baştan beri kullandığım onca sıfat arasında belki de sadece bir tanesinin ehemmiyeti var: “yabancı.” Toplumda, benim dışımda yankılanan diller ve ruh halleri, ister bireysel ister kolektif olsunlar, bir yabancılaşma hissi uyandırıyor içimde. Sağırmışım gibi geliyor, sanki karmakarışık sesler duyuyorum. Oysa o kadar da sağır değilim, ben o karmakarışık sesleri kulağımla değil, ruhumla, beynimle duyuyorum. Etrafımdaki dünyayı yakalayamıyorum. Çok uzun yaşadım, muazzam çelişkiler, ölümüne çatışmalar gördüm, ama yaşananların neyle ilgisi var hep bilirdim; çelişki ve çatışmanın barındırdığı unsurların bilinen ya da bir şekilde anlam oluşturan bir çerçevesi olurdu. Öyleyse bugün etrafımda olup biten olayların anlamı neden bu kadar belirsiz, neden onu yakalayamıyorum? Nasıl bir anlamsızlık bu? Bu yabancılığı işaret eden koskoca bir yeni dünya var. Yeni ama yorgun bir dünya, kendi yeniden üretiminin fiziki, politik ve ruhsal zorlukları, ekonomik zorluklar, politik ve kolektif referansların, kıymetiharbiyesi olan referansların çöküşü karşısında bezmiş bir dünya. İletişim çılgın bir hal aldı, ama bu hızın içinde gösterenler de kaybolup gidiyor. Zihinler bulanık. Diller yozlaşmış. Sağ ve sol, sendikalar ve partiler, tarihin yönü ve anlamı, mücadelenin bütün bu eski referansları yok olup gidiyor… işte etrafımdaki dünya böyle bir dünya. Benim ihtiyarlığımla, yorgunluğumla ilgisi yok bunun, dünya zaten böyle.
Şimdinin bu fenomenolojisi üstüne düşünürken, bakışımı keskinleştirdikçe görüyorum ki gösterilenin dünyasına nüfuz edebilen ve onu tarif etmeye izin veren yorumlayıcı ve betimleyici tek bir figür var: nihilizm. Göstergelerin anlamı yok, yüzlerde gülümseme yok, konuşmalar boş. Ne konuşacağımızı bilmiyoruz. Muhatabım kibirli yüzünü ekşitiyor, konuşmalardaki muhataplarımın birçoğunda hep bu aynı yüzü görüyorum. Bu hastalığa yakalanmamış biriyle karşılaşınca nasıl bayram ediyorum. İnsanlar ümitsiz. Benim zamanımda, yani çok eskiden, felsefelerinde nihilist kavramlar geliştiren ve genellikle krize girip kötümserlik ve felaket beklentisinden başka bir sonuca varamayanları bugün yeniden düşünüyorum da (beni okumuş olanlar onlarla nasıl bıkıp usanmadan ve hiç acımadan savaştığımı bilir), çektikleri ve bilincinde oldukları bu hastalık şimdi yüreğimi sızlatıyor desem yeridir. Bugün de karşımda etikleri yine nihilizmden ve felaketçilikten gelen insanlar var, ama onlar bu etiği bu sefer eleştirel bir çabaya değil, varoluşlarının tutarsızlığına borçlular. Onlarla sık sık görüştüğünüzde bile sıradan bir hayat sürdüklerini hissediyorsunuz. İşin aslı, bu insanların hiç tutkusu yok, gösterenleri yok, inançları yok; varsa yoksa, dilin temizlenmesi, yıkanması, bir daha yıkanması, anlamlı bir saflığa kavuşturulması gerektiğini düşünüyorlar. Dili içinde yıkadıkları küvetin pirüpaklığıdır bu. Gerçekten, banyo suyunu dökeyim derken göstereni de fırlatıp atıyorlar. Ellerinde bu saflık idealinden başka bir şey kalmıyor – aklın, anlamın, kavramın pirüpaklığı – pirüpaklık boşluğun, yani varlığın içini boşalttıktan sonra geriye kalanın sıfatı haline geliyor. Etrafım zombilerle sarılmış gibi hissediyorum, milyonlarca zombi.
Bu dünya gerçekten yeni mi? Yeni yeni oturduğu doğru, büyümeye devam ediyor, bu “yeni” çok geçmeden her şeyi ele geçirecek. Ama yeni değil. Seksen beş yaşındayım. Yirmilerime, otuzlarıma kadar bu yeni dünya, tüm o katı ve etkili veçheleriyle, dünya savaşları ile İkinci Dünya Savaşı sonrası arasındaki dünyaydı. Beni ezen, kendisine karşı mücadele ettiğim dünya buydu. Onu kısmen yıkmayı başarmış, tavan arasına kaldırmıştık. Şimdi bu çok eski dünya yeniden hegemonya kazanıyor. Çocukluğumun ve gençliğimin faşist dünyasıydı bu. Patronların “patriyarka-kapitalist sömürü-ulus egemenliği” üçlüsünün insanların yaşamlarına ve zihinlerine nüfuz ettiği dünya. Hiçbir şeylerini esirgemeyen gençlere ve zekâlarına ihanet ederek onları aldatıcı maceralara sürüklemişlerdi; vatanseverlik, ulus, ırk, kimlik, erillik üstün değerler olarak kabul ediliyordu. Bu dünya faşisttir, yalnızca muhafazakâr değil gericidir de, yalnızca dinci değil bütün özgürlüklerin yok edilmesini isteyecek kadar bağnazdır da. Öyle bir dünyaydı ki bu, yaşam karşısında yorgunluk diğer bütün tutkuları esir almıştı, kaskatı bir disiplin ruhları acıya karşı duyarsızlaştırmıştı. Zulüm anlamsızlığa doğru sürüklüyordu. Bugün dünya yine bu hale mi geldi?
Geldiyse, bugün gençler beni nasıl okuyacaklar, beni anlayabilecekler mi? Kitabım çok derinlere gömülüymüş gibi gelecek, ulaşması zor olacak. Gençler onu arkeolojik bir belge gibi görecekler. Yayıncılarıma gelince, en iyi ihtimalle arşiv değeri olabilecek bu kitabı ne diye yayımlacaklar ki? Bu hikâyeyi kıymetli bulup, onlara bunu yayımladıkları için teşekkür edecek kadar ihtiyar okuyucular var mı hâlâ?
Yakın zaman önce korkunç bir faşist, Brezilya gibi büyük bir ülkenin başına geçtiğinde bazı genç arkadaşlar “Ne yapabiliriz? Nasıl direnmeliyiz?” diye sordular. “Korkmayın” demiştim onlara. Çünkü büyük ve etkili bir direnişi inşa etmenin koşulu budur. Faşizm korkuyla yönetilir, korku üretir, insanlarda korku yaratır, bu korkuyu diri tutar. Korkmayın: İnsanlara, insanlar arasında, bugün faşist barbarlığın geri dönüşüne maruz kalan çokluğun içinde, burada da, bizim güneşimizin altında da, söyleyebilmemiz gereken tek şey budur. Bize dayatılan içi boş dilin hapishanesinden kaçmaktan, yüzünde o çirkin ve gülünç faşist maskesiyle hortladığı her yerde otoritenin karşısına geçip kahkahalar atmaktan korkmayalım. Korkmamak demek, tutkuların dizginlerini salmak, faşist boyun eğdirme süreçlerinin bomboş bıraktığı dilsel formların içini doldurmak demektir. Sanki yüzyılı karanlık bastı: Korkmayı reddetmek, direnişi yaratmak her şeyden önce gölgeleri kovmaktan, sözcüklerin anlamını yeniden fethetmekten geçiyor. Onların içini şeylerle, gerçeklikle, özgürlükle dolduralım. Özneleştirelim. Ama en önemli şey, faşizmin her zaman aynı olduğunu idrak edebilmektir, faşizm daima umuda engel olmak için şiddeti tekrar eder. Faşizmi maneviyatın bir gereği ve ahlaki bir yükümlülük olarak önermek için eskiler –yani patriyarka, şiddet, sömürü ve egemenliğin değer olmayan (değerleri)- geri dönüyor. Oysa faşizm ölüm kültürünün temelidir. Onun sloganı “Yaşasın Ölüm”dür.
Korkmayanların buna cevabı ise “Yaşasın Hayat”tır. Bahar geri gelecek, baharlar hep geri döner! Faşizm ebediyen sürecekmiş gibi gelir, (kısa sürdüğü halde) upuzun bir hapislik gibi görünür, oysa aslında kırılgandır. Özgürce yaşama tutkusu karşısında fazla dayanamaz. Özgürlük faşizme illa üstün gelir, çünkü özgürlükle birlikte, eşitlik tutkusu, kardeşlik tutkusu gibi başka güçlü politik tutkular da gelir. Bahar geri gelecek, yeninin gerçek mevsimi o olacak. Faşizm nasıl hep aynıysa, özgürlüğün baharı da hep yenidir, hep farklıdır ve nice armağanlar getirir.
Geçmişe dönüp bakın, büyük mücadele mevsimlerine dönüp bakın. Çok gerilere gidebiliriz ama iki örnek versek bile yeter. 1848 ve 1968 benim kuşağım için en önemli tarihlerdi. Birincisi, Fransız Devrimi’nden devreden çelişkilerin gelişiminin, kapitalist birikimin olgunlaşmasının içinde ve bunlara karşı, Avrupa’da sosyalizmin başlangıcı. Bu karşılaşmadan eşitliğe karşı özgürlük antagonizması, halkların eşitliği adına kardeşliğe karşı milliyetçilik ve egemenlik adına özgürlük antagonizması doğdu. Gericiler ayrıcalıklarını savunmak için hep tek bir tarafta toplanıp blok oldu. Devrimcilerse ilk kez halkların kardeşliğinin kızıl bayrağını dalgalandırdılar. 1848’ten sonra sert bir mücadele yüzyılı başladı. Sosyalizm gerçek oldu, sonra yenildi, ama ne olursa olsun yeni nesillere koca bir “kamu malı”, daha doğrusu “ortak olanlar” mirası bıraktı. 1968 bu yenilik ve potansiyel alanı üzerinde açıldı. Ufku “komünizm”di. Mesele “kamusal” olanı yeniden “ortak” kılmaktı, demokratik oyunun içinde ele geçirilmiş olan “ortak olanı” “kamu”nun elinden daha da çekip almaktı. Sosyalizmin meyveleri çoğaltılmalıydı.
Hem bizim hem çocuklarımızın mücadelesi olan bu mücadelenin hep içindeydik, hep de olacağız. İşte asıl yeni olan, dünyanın bir kez daha altını üstüne getiren demokratik iradenin o rüzgârıydı. Şimdi de tekerrür ediyor, aşağı yukarı on yılda bir geniş, yaygın ve uzun süreye yayılan isyanlara tanık oluyoruz. Kondratiyev dalgaları bitti. Özneleşme dalgaları öncülüğü ele geçirdi. Direniş her seferinde, şimdilerde bir “yönetim bilimi”ne dönüştürülmüş olan bir baskının önüne diktiği engelleri aşmak için kendini yeniden uyarlıyor. Her yönetimsellik canlı emeğin üretici hareketlerini engelleme ve kapatmaya dönük kapitalist ve egemen bir operasyondur. Buna verilen yanıt ise, yurttaş-işçi hareketlerinin yeni bir saldırısı ve elde edilen kazanımların üzerine bina edebilme becerisidir.
1968’den sonra başlatılan bu oyuna daha dikkatli bakalım; işçilerin yeni ve eski ihtiyaçların karşılanmasını sağlamak için gösterdiği direniş, sonra baskı. Peki baskı, düzeni altüst eden eylemi engelleme emeline ulaşabilir mi? Genellikle bu soruya evet yanıtı vermek zorunda bırakıldık. Ama bu yıkıcı hareket engellendiğinde bile bu mücadelenin gerçekten olumsuz (ya da nispeten olumsuz) bir sonucu olup olmadığına bakmamız gerekir. İşin aslı, hiç de öyle olmaz. Mücadelelerin –kaybedilmiş olanların bile- biriktirdiği reformlar önemlidir; bunlar proletarya çokluklarının elindeki “ortak olan”da bir artıştır. Geçmişten gelen eski seslere dikkat edin: Bu sürecin olumluluğu, harekete yön verirken “reformist” olmamız gerektiği anlamına mı geliyor? Kesinlikle hayır. Reformistler ortak olana dair hiçbir şey biriktiremez, onlar yalnızca ortak olanın yenilgilerini ve yıkımlarını biriktirmesini bilirler, kapitalist yönetişimle işbirliği yaparlar, mücadeleleri kirletir, yolundan saptırırlar. Onların tersine, yıkıcılaşan direniş mücadeleleri ortak zenginliği biriktirir ve onu ortak olanın kurumları arasında pay ederler. Ortak olanın kurumlarını kuşanarak, kendi hayatlarımız ve çocuklarımızın hayatları için belli bir ilerleme kaydedebildik. Bu yaşa gelmiş biri olarak, bunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.
Ama mücadeleler tarihi bize bu ortak olan dispositifi, ortak olanın ele geçirilmesi ve birikimi dispositifininin önünü açık tutmak istiyorsak örgütlenmemiz gerektiğini öğretti. Hayatım boyunca bu problemi çözmek için uğraştım. Başardım diyemem, yani İkinci Enternasyonal’de “sendika”lar, Üçüncü Enternasyonal’de “sovyet”lerin olduğu kadar etkili olan bir örgütlenme formülünü bulamadım. Çokluğun sahasını, arı sürüsü gibi hareket eden, bir ağ gibi işleyen ve gerçek bir doğrudan demokrasi içinde örgütlenmeye açık olması muhtemel bir tekillikler kümesi olarak tanımladık. Ama “in vitro”[ii] deneyimlerin ötesine geçemedik. Yine de gidilecek yol budur ve bu yoldan gitmenin kendisi, direniş ve yıkıcılık diyalektiğinin düşmanın iktidarını sarsmasına, üretim sistemini parçalamasına, dolayısıyla ortak olanın ele geçirilmesi ve kurumlarının inşasına olanak tanır. Daha gidecek çok yolumuz var, örgütlenme eksikliğinin ve yıkıcı çabanın içi boş zamanlarının bedeli çok ağırdır.
Faşizm yeniden diriliyor. Biliyoruz ki mücadele zor. Korkmayalım. Cepheyi bırakmayalım. Direnişimizin etkili olduğunu düşünelim. Ama faşizmin yol açabileceği en uç sonuçlara, savaşa hazırlıklı olmak da gerek. Savaşı yaşayıp görmüş, onun acısını çekmiş herkes bilir ki savaş çok güçlü bir yıkım makinesidir, her zaman da öyle olacaktır. Büyük kapitalist güçlerin elindeki savaş araçlarını düşünürsek, bu sefer savaş bütün insanlığı yok edecek. Güçler arasında savaş = insanlığın köklerinin yok edilmesi. Faşizm bu insanlık felaketine, insanın yeryüzündeki tarihinin katledilmesine yol açabilir. Bu yüzden faşizme karşı mücadele, faşizmin toplumun patriyarkal yasalarının, sömürünün komuta yapısının ve politik olarak devlet biçimini alan kendi egemenlik çıkarlarının tehlikede olduğunu söylemeye başlamışsa insanlığı yok edebileceğini hiç unutmadan, insanlık için verilecek bir mücadeledir. Bu noktaya konsantre olalım ve faşizmle buluşmuş bir otoritenin savaş kararına tabi olmamak için örgütlenelim. Görevimiz, savaşa meydan vermemek, savaş olmadan sermayeye karşı savaşmak ve onu yenmektir. Bu nasıl olacak? Barışçılık silahımızdır, çünkü barış bizim arzumuzdur.
Ben faşizmi görmüş, acısını yaşamış bir insanım. Bu yaşadıklarımı ne zaman düşünsem kalbim acıyor, beynim sarsıntı geçiriyor. 1968’den bugüne kadar faşizm korkusu olmadan yaşadım. Başta Shoah (Yahudi Soykırımı) olmak üzere, faşizme atfedilen suçlar onun bir daha arzulanmasına engel oldu, nüfusun büyük bir kısmı onu kesin bir şekilde reddetti. Bu suçların hatırasının izinden gidenler (eylemlerine gizlice ortak olanlar), hatta bu suçları bazen tekrar edenler, yalnızca egemenliğin memurlarıydı. Avrupa’da 1968’de uygulanan baskı bunun bir örneğiydi. Gene de hiçbir zaman korkmamıştım, bu suçlulardan tiksiniyordum sadece. Ama bugün işler değişiyor: Göz gözü görmez bir kükürt dumanının, ağırlaşmış bir atmosferin içinde yaşıyoruz. Faşizm her yerde. İsyan etmek zorundayız. Direnmek zorundayız. Hayatım solup gidiyor, sekseninden sonra mücadele etmek zor. Ama ruhumdan geriye hâlâ ne kalmışsa beni bu karara götürüyor.
Bu kitabı faşizme direnişle, bu hükümranlığı parçalamak çabasıyla, başaracağımızdan emin bir şekilde yazdım. Geriye bir tek size veda etmek kaldı, dostlarım. Yüzümde bir gülümsemeyle ve nezaketle, bu satırları, artık sonuna geldiğim bu üç cildi, yıkıcılık ve özgürleşme sanatında benden önce gelen, benden sonra gelecek olan tüm o erdemli insanlara ithaf ediyorum. Onların “ilelebet yaşayacaklarını” söylerdik – ebedilik alsın bizi sevecenliğine.
Çev. Sinem Özer
[i] Bu metin, Negri’nin üç ciltlik otobiyografisi “Bir Komünistin Hikâyesi”nin 2020 yılında yayımlanan üçüncü ve son cildinin son sayfalarıdır.
[ii] in vitro: Test tüpü gibi, canlı organizmanın dışındaki yapay bir ortamda – ç.n.