top of page

*Dördüncü Dünya Savaşı ve Onu Nasıl Kazanırız

  • Yazarın fotoğrafı: otonomdergi
    otonomdergi
  • 14 Kas 2023
  • 6 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 9 Ara 2023

Kürtlere ve Zapatistalara bir övgü[1]

I
Müthiş bir onur, müthiş bir heyecan. Kürt özgürlük hareketi hakkında o kadar çok şey öğreniyorum ki. Ama sadece Kürt hareketi de değil, öyle değil mi? Sel olup taşan, Kürdistan’dan sel olup taşan bir şeyler var; işte o taşkın biziz, sadece Onları tanımak için değil, nasıl biz onların parçasıysak onlar da bizim parçamız olduğumuz için şimdi burada olan Biz. Sürekli saldırı altında olan ve inatla bir çıkış yolu arayan biz. Sadece onları desteklemek için buraya gelmedik, onlarda kendimiz adına bir umut gördüğümüz için buradayız. Bu yıkım ve ölüm dünyasının karşısında ve ötesinde farklı bir dünyayı örmeye çalışan ve bunu nasıl yapacağını bilmeyen biz; tam da bu yüzden sorarken yürüyoruz, yürürken soruyoruz, yürürken öğreniyoruz, yürürken sarılıyoruz.
Giderek daha da şiddetlenen saldırılara uğruyoruz, o kadar şiddetli ki bazen her şey sabahı olmayan kapkara bir gece gibi geliyor. Zapatistalar buna Dördüncü Dünya Savaşı diyor, ama isminin ne olduğunun hiç önemi yok. Son birkaç gündür, sermayenin insanlığa karşı savaşından bahsedildiğini duyuyoruz. Meksika’da ve daha da uzaklarda yaşayan bizlerin kulaklarında şu anda yankılanmakta olan isim, Ayotzinapa; ama kapitalist saldırganlığın dehşetinin daha çok, pek çok imgesi var: Guantanamo, henüz birkaç hafta önce Akdeniz’in sularında boğulan üç yüz göçmen, IŞİD ve Ortadoğu'da sonu hiç gelmeyecekmiş gibi görünen savaş dehşeti, bütün bir Avrupa'da ve özellikle Yunanistan'da kemer sıkma politikalarının yarattığı tahribat, dünyada üniversitelerde eleştirel düşünceyi hedef alan sürekli saldırılar. Ve dahası, dahası. Paranın tanrı ve efendi olduğu bir dünyanın o vahşi iğrençliğinin tüm simgeleri. O halde bilinçli olarak denetlenen bir saldırı değil de Paranın insanlığa karşı, mantıksal olarak tutarlı ve sürekli yenilenen taarruzu biçiminde yaşanan bir Dördüncü Dünya Savaşı.
 
II
Dördüncü Dünya Savaşı: kapitalist kriz; ayakta kalmaya çalışan sermaye; hiçbir anlamı olmayan, kendi yeniden üretiminden başka bir anlamı olmayan bir sistemin ayakta kalmasını sağlamak için eldeki bütün araçlarla savaşan sermaye.
Sermayenin bizzat mevcudiyeti, bir saldırıdır. Hepimize her gün “etkinliğinize belli bir şekil vermelisiniz, bu toplumda geçerli olan tek etkinlik, sermayenin kârlarına katkı sunan etkinliktir, yani emektir" deyip duran bir saldırı. Son iki gündür kötülenmekte olan emek değer teorisi işte budur.
Marx'ın emek değer teorisi, üç nedenden dolayı temel bir öneme sahiptir. Birincisi bu teori, sermayenin, günlük etkinliğimizin emeğe (Marx bunu soyut ya da yabancılaşmış emek olarak adlandırır), değer ve nihai olarak da sermaye için kâr yaratan o özgün etkinliğe dönüştürülmesine bağlı olduğunu anlatır. Bu teori, sermayenin zafiyetini, yani bize bağımlı olduğunu ilan eder. İkincisi, etkinliğimizin bu şekilde emeğe dönüştürülmesinin, bizi kârın tekleştirici mantığına tabi kılan bütünleştirici bir süreç olduğunu anlatır. Bu şimdiden bize, devrimin, tam da bu bütünleştirme sürecinin bir çözülüşü, bir bütünsüzleştirme [de-totalisation] (ya da otonomlaşma) hareketi, Zapatistaların dediği gibi, pek çok dünyadan oluşan bir dünyanın yaratımı olması gerektiğini söyler. Ve üçüncüsü, bu teori, etkinliğimizi (ya da eyleyişimizi) dönüştürme itkisinin bir dinamiği olduğunu anlatır: Bu, değerin büyüklüğünün bir metayı üretmek için toplumsal olarak gerekli emek zaman miktarı ile belirlenmesinden ve bu gerekli emek zamanın sürekli düşmesinden kaynaklanır. Sermayenin zafiyeti, sadece etkinliğimizi emeğe dönüştürmesine değil, aynı zamanda bizi giderek daha da hızlı çalıştırabilmesine bağımlılığında yatar: Onun bu içsel zafiyeti bir kriz eğilimi haline gelir. Marx'ın değer teorisi bir çığlıktır, yaratıcı eyleyişimizin bu şekilde örgütlenmesinin iğrençliği karşısında acının ve öfkenin çığlığı. Ama o aynı zamanda bir umut haykırışıdır, bizi yok etmekte olan bir sistemin ölümcül bir zafiyeti olduğunu, onun bize bağımlı olduğunu haykırır.
Bunu söylemeyi önemli buluyorum, çünkü dün söylenenlerin büyük bir kısmı, Marx tam da tersini söylemesine rağmen, onun emeğe dayalı bir toplumu onayladığını ima eder gibiydi. Kapital’i, okumadıysanız, lütfen okuyunuz; okuduysanız, lütfen tekrar okuyunuz. Bunu hepinizden rica ediyorum: özellikle aranızdaki anarşistlerden, ama daha çok da aranızdaki Marksistlerden, siz David Graeber’dan, siz David Harvey’den ve sözlerimin tutulduğunuz ada hapishanesine ulaşmasının bir yolu varsa, siz Abdullah Öcalan’dan.   
Emek anlamsızlığın üretimidir. David Graeber bunu dün çok güzel ortaya koydu, ama Marx da 150 yıl önce bunu söylemişti. Dahası da var: Emek, yaşamın insani ve insani olmayan biçimlerinin yıkımıdır.
 
III
Sermaye, saldırganlıktır ve sermayenin krizinde bu saldırganlık şiddetlenmektedir. Mevcut krizde, sermaye insan yaşamına kâr mantığını, o anlamsız hızlı-daha hızlı-daha da hızlı mantığını dayatabilme gücünün sınırlarına çarpıyor. Sermayenin krizi, biziz.
İki yoldan bir çözüm bulmaya çalışıyor. Biricisi, daha da bastırarak, daha da otoriterleşerek, emellerinin önüne engel olarak çıkan herkesi yolundan temizleyerek: Ayotzinapa, yaşadığım Puebla eyaletindeki elli politik tutuklu. Ve ikincisi, büyük bir inandırma oyunu oynayarak: Sizi istediğimiz gibi sömüremiyorsak, o zaman sömürebilirmişiz gibi yapalım, kredi/borcu genişletelim: sonuç, para biçimindeki sermayenin muazzam genişlemesi. Ancak 2008 krizi, bu “gibi-yapalım” oyununun sınırlarını açıkça ortaya koyuyor ve sermayeyi daha da otoriterleşmeye zorluyor. Dördüncü Dünya Savaşı, insanlığa karşı savaş.
Bu savaşı kazanmak zorundayız. Bu savaşı kaybetmek, insan yaşamının mümkün ya da olası yok edilişini kabul etmek demektir. Savaşı kazanmak derken, bankacıları ya da siyasetçileri sokak lambası direklerinden sallandırmayı kast etmiyorum (bu ne kadar çekici görünürse görünsün); sermayenin ta kendisi olan o yıkım dinamiğini kırmaktan bahsediyorum. Sermayeyi üretmeyi, çalışmayı bırakalım. Bunun yerine makul bir şey yapalım, anlamlı bir şey; farklı bir yaşama biçiminin temellerini oluşturalım.
Sermayeyi daha az saldırgan bir temelde yeniden üreterek ondan kurtulmaya çalışma stratejisi işe yaramıyor; ne kadar iyi niyetli olursa olsun, yarattığı bazı yararlı sonuçlar ne kadar gerçek olursa olsun. Bolivya’ya, Venezüela’ya, şu an Yunanistan'a bakın: Nazik bir kapitalizm diye bir şey olamaz. Yunanistan’da, devlet aracılığıyla farklı bir toplum yaratmanın görünüşte gerçekçi stratejisinin, gerçekçi olmaktan tamamen uzak olduğunu her geçen gün daha iyi görebiliyoruz.
Sermayeyi üretmeye devlet yoluyla son verebileceğimizi düşünmenin hiçbir anlamı yok, çünkü devlet dediğimiz şey, varoluşu sermayeden kaynaklanan bir toplumsal ilişkiler biçimidir. Farklı bir yoldan gitmeliyiz, farklı yollardan, yürüyerek kendimizin açtığı yollardan başka bir yolun olmadığı bir yoldan. Bu bizim sorumluluğumuzdur, devredilemeyecek bir sorumluluk. Bu sorumluluk siyasetçilere bırakılamaz, ama Kürt Özgürlük Hareketi’ne ya da Zapatistalara da bırakılamaz. Mücadele bizim mücadelemizdir, şimdi-burada Hamburg’da ya da her nerede yaşıyorsak – yani sadece doğduğumuz ya da belki anne babalarımızın doğduğu yerde değil, yaşadığımız her yerde; doğduğumuz ve yaşamakta olduğumuz yer elbette şimdi yaşamakta olduğumuz bu yerin bir parçası olsa da.
Merkezde olan biziz, sözlerimize onunla başladığımız şu Biz: kendiyle çelişen bir Biz, sorarken yürüyen, düşleyerek yürüyen bir Biz. Her şeyin ötesinde, örerek yürüyen bir Biz. Pratik olarak, farklı bir toplumun temellerini, etkinliğimizin o bütünleştirici, anlamsız emeğe kapitalist bir biçimde kapatılmasına karşı gelen ve onun ötesine geçen bir hareketin içinde örerek yaratırız. Bu sadece bir proje değildir, bu zaten yapmakta olduğumuz şeydir, bütün anti-kapitalist mücadelelerin merkezinde daima bulunan bir şey. Emeğe karşı eyleyişimizle sermayeyi iteriz; kendi kaderini tayine doğru iten, pek çok dünyadan oluşan bir dünyayı örerek yaparız bunu. Bütün bu örgüler, çelişkilidir; hepsi de paranın, değerin egemen olduğu dünyayla bir arayüze sahip olmaktan kaynaklanan o aşırı derecede karmaşık problemle yüzleşmek zorundadır: Bu yüzden gerçekten de otonomiler olarak anlaşılamazlar, en iyi durumda otonomlaşmalar, tahakkümün dokusunda meydana gelen çatlaklar ve çatlamalar olarak görülebilirler.
Bu yaklaşımın bir şiirselliği vardır: illa ki dildeki bir şiirsellik değil, bizzat mücadelenin hareketinde mevcut olan bir şiirsellik. Onu yaşayarak yaratabileceğimiz umuduyla, henüz var olmayan bir dünyayı yaşamaktayız şimdi. Potansiyel olarak var olan bir dünyayı yaşıyoruz, bildirme kipinde değil de istek kipinde yaşıyoruz. Gelecek bir devrim yoktur, yaratmakta olduğumuz şey bir kapitalizm-sonrası da değildir, burada ve şimdi kapitalizmin içinde-karşısında-ve-ötesinde bir şeydir bu. Zamanın homojenliğini parçalıyoruz, uzamın sınırlarını parçalıyoruz. Zapatistalar için, onur temel kavramdır, mücadele edenlerin onuru, onurun olumsuzlanmasına dayanan bir dünyanın içinde-karşısında-ve-ötesinde yaşayanların onuru. Subcommandante Marcos olan (şimdi Galeano) o zat tarafından kaleme alınan bildirilerde apaçık görülebilen şiirsellik, bir kişinin değil, bir hareketin şiirselliğidir ve bu asla harekete eklenen dekoratif bir parça değil, bizzat hareketin merkezidir. Bu sadece Zapatistaların değil, Marx, Bloch, Adorno, Benjamin, Marcuse, Vaneigem ve daha pek çoklarının içinden geçen eleştirel düşünce geleneğinin şiirselliğidir. Son iki gündür burada sunulmakta olan bildirilerin pek çoğunda mevcut olduğunu gördüğümüz bir şiirsellik.
 
IV
Bu yaklaşım çok çekicidir. Onda güzellik vardır ve de etik bir çekirdek. Etiği ve devrimci politikayı uyumlaştırır: Yarattığımız dünya, var olması gerektiğini düşündüğümüz dünyadır. Peki ama bu gerçekçi mi? Bu savaş zamanlarında, kapitalist saldırganlığın iyice ağırlaştığı böyle bir zamanda, yaratmak istediğimiz dünyayı önceden canlandırmaya çalışmak gerçekçi bir yaklaşım mıdır? Ahlaki olarak doğru olmak ve şiirsel olarak heyecan uyandırabilmek yetmez: Dördüncü Dünya Savaşını onu bitirerek kazanmak istiyoruz, kapitalizmden özgürleşmiş bir dünya yaratarak.
Bilmiyoruz. Birinci yaklaşımın (görünüşte gerçekçi olanın) işe yaramadığını biliyoruz, ama bu ikinci yaklaşımın işe yaradığı anlamına gelmiyor. İkinci yaklaşımın kaçınılmaz olarak çelişkili olduğunu, burada hiçbir saflığın olmadığını da biliyoruz. Pek çok farklı yoldan, farklı bir dünya örerek savaşıyoruz. Bu örgüler, tüm bir dünyada gerçekleşiyor, sermaye tarafından sürekli tehdit edilen, sermaye tarafından sıkça ezilen, bizim tarafımızdansa yeniden başlanan örgüler. Son üç gündür bu konferans salonunda örülmekte olan, belki küçük ama umuyorum ki önemli bir örnek. Bunun nasıl yapılması gerektiğine dair hiçbir model yok, hiçbir kural yok. Ama olağanüstü örnekler var, karanlık, bunaltıcı gökyüzünü aydınlatan örnekler, güçleri ve güzellikleriyle bize ilham veren örnekler. Zapatista mücadelesi bunun muhteşem bir örneği. Dinlemekte olduğumuz tüm o yaratıcı güzelliğiyle Kürt mücadelesi ise bir başka örneği.

Yazar: John Holloway

[1] "Kapitalist Moderniteye Meydan Okumak II: Kapitalist Modernitenin Teşrihi - Demokratik Konfederalizmin İnşası" Konferansı, 3-5 Nisan 2015, Hamburg'da sunulan bildiri.
bottom of page