top of page

*Devlet Biçimine Karşı Mücadeleden Devlete Karşı Mücadeleye

  • Yazarın fotoğrafı: otonomdergi
    otonomdergi
  • 17 Kas 2023
  • 10 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 9 Ara 2023

Marx’ta bütünlüklü bir devlet teorisinin olmadığı iddiası, çoğunlukla “Kapital”in sermaye, toprak mülkiyeti ve ücretli emek üzerine ilk üç cildinin devamını oluşturacak olan devlet, dış ticaret ve dünya piyasası üzerine ikinci üç cildin tamamlanamamış olmasına dayandırılır. Marx’ın politik ekonomi eleştirisini, sınıflar mücadelesine içkin güç ilişkilerinin ve egemenlik biçimlerinin çözümlemesinden bağımsızlaştıran yaklaşımların hakim olduğu Marksizm yorumları ve bunların devlet teorisinde yol açtığı tıkanıklar düşünüldüğünde, bu boşluk üzerine düşünmek daha da önemli görünüyor. Marx’ın maddeci yönteminin tarihsel boyutunu dikkate alırsak, bu boşluğa, teorik bir sorunun ötesinde, sınıflar mücadelesinin gelişimi içinde belirlenebilecek politik bir sorun olarak yaklaşmak ön açıcı bir başlangıç olacaktır.
Marx’tan sonraki Marksist yazının hakim söylemi haline gelen emperyalizm paradigması içinden üretilen ancak farklı politik sonuçlara ulaşan kuramların hepsi, “Kapital”de eksik kalmış bu üç başlığın birbirleriyle ilişkilendirilerek çözümlenmesine oturur. Bu açıdan, tekellerin ulusal sınırlar içinde merkezileşerek yoğunlaşması ve devletle bütünleşmesiyle şekillenen emperyalizm dönemi, Marx’tan devralınan boşluğun sınıflar mücadelesinin güncel politik ihtiyaçları üzerinden doldurulmaya çalışıldığı, bu anlamda Marksizmin teorik ve pratik olarak güncelleştirildiği tarihsel uğraklardan biridir. Sermaye birikim sürecinin krizlerinin devletler arasında açık savaşlara dönüştüğü bu dönem, sermayenin üretimi ve yeniden üretimi ile devlet ve egemenlik biçimleri arasındaki ilişkinin ne olduğu sorusuna somut yanıtlar üretebilmenin önünü açmıştır. Bu açıdan emperyalizm, sermaye ve egemenlik ilişkileri arasındaki bağın çözümlemesini ve buna uygun bir sınıflar mücadelesi teorisinin gelişimini özgürleştiren politik bir söylemdir.
Lenin ve Kautsky, bu söylemin iki karşıt kutbunu oluşturur. Aradaki fark, egemenlik ve kriz teorisi üzerindeki politik bir farktır. Kautsky, emperyalizmin sömürgeci boyutunu kabul etmekle beraber, bunun yol açtığı emperyalist devletler arası açık savaşları sermayenin eğiliminin zorunlu bir sonucu olarak okumaz. Ona göre emperyalizm, kapitalist sınıf katmanlarının geçici bir politikası, sermayenin üretimini ve yeniden üretimini sekteye uğratan bir hükümet biçimidir. Bu savaşlardan sonra emperyalist güçlerin kendi aralarında uzlaşmaya giderek tek bir tekel altında bile birleşebileceğini iddia eder. Nitekim ulusal tekellerin devletle bütünleşmesini sermayenin kendi krizlerini aşabilme kapasitesi olarak okuyarak, bir hükümet biçimi olarak emperyalizm karşısında başka bir devlet biçimi olarak demokrasiyi savunur. Sermayenin sonunu getirebilecek bir kriz öngörüsünün yokluğunda, sosyalizm devletin demokratikleştirilmesine dayalı barışçıl bir geçiş sorununa indirgenir. Sosyalizm mücadelesinde proletarya, devletin reformunu ileri taşıyacak demokratik bir güç olarak görülür. Hükümet biçiminin çözülüşü bir devrim değil, aşamalı bir geçiş sorunudur.
Devletle bütünleşmiş ulusal tekellerin dünya piyasası üzerindeki rekabetinin doğuracağı kriz olanaklarını önemseyen Lenin için ise emperyalizm, bir hükümet biçiminin ötesinde kapitalizmin ulus devlete dayalı egemenlik biçiminin krizine işaret eder. Sermayenin uluslararasılaşması ile tekellerin çıkarının ulusallaşması arasındaki gerilim, dünya piyasasındaki rekabetin doğrudan ulus devletler aracılığıyla yürütülmesine vararak daha da yoğunlaşacak ve devletler arası açık savaşlara götürecektir. Sermayenin krizinin bir egemenlik biçimi krizine dönüşeceği doğrultusundaki bu öngörü, Lenin’in emperyalizm teorisini politik bir kriz teorisi olarak konuşturabilmesinin önünü açan politik bir öngörüdür. Sermayenin nesnel ve bağımsız bir gelişimi yoktur; egemenlik ilişkileri ve bu ilişkilerin biçimlendirdiği devlet, sermayenin politikliğinin öznelliğidir. Bu öznelliğin karşıdan bir politiklikle kırılabilmesi bir devrim sorunudur. Kendi krizini yönetebilme ve çözebilme gücünden yoksun kalmış sermaye karşısında, proletarya bu krizi kendi bulunduğu coğrafyada toplumsal bir antagonizmaya, devrimci bir krize dönüştürebilecek sınıfsal bir güçtür. Bu yönüyle Lenin’in proleter devrimler çağının başlangıcını öngören emperyalizm kuramı, sermayenin egemenlik biçiminin krize girdiği bir uğrakta emeğin karşıdan bir sınıfsal güç olarak örgütlenebilmesinin olanaklarını ve koşullarını araştıran bir politik kriz teorisidir. Politik kriz teorisi açısından, sermaye ile devlet arasındaki ilişkinin tanımlanması sorunu, teorik bir ilişkilendirmenin ötesinde, ancak sınıflar mücadelesinin gelişiminin ve bunun yarattığı çatışmaların içinden kurulabilecek politik bir sorundur. Ulus devlete dayalı egemenlik işleyişinin tasfiyesinin yarattığı krizlerin içinden geçtiğimiz bu tarihsel uğrakta, sermayenin bugünkü egemenlik işleyişinin ve bunun karşısında emeğin politikliğinin ne olduğu sorularına yanıt ararken akılda tutulması gereken nokta bu olmalıdır. Ulus devlete dayalı bir egemenlik biçimi olarak emperyalizm aşılmaktadır; ancak bu yeniden kuruluş süreci içinde emeğin antagonist bir güç olarak nasıl yapılanabileceği sorusu açısından Lenin hâlâ günceldir. 21. yüzyıl, emeğin özgürleşme söyleminin yeniden kuruluşu açısından politik kriz teorisine oturan yeni bir egemenlik biçimi ve devlet teorisine ihtiyaç duyuyor.
 
Emperyalizmden İmparatorluğa
Ulusal tekellerle bütünleşmiş devletlerin dünya piyasası üzerindeki rekabetinin açık savaşlara dönüştüğü emperyalizm dönemi, sermayenin uluslararasılaşması ile tekellerin çıkarının ulusallaşması arasındaki gerilimler ve çatışkılarla şekillendi. Dünya piyasasında bir güç olabilmenin ulusal sınırlar içinde ekonomik, askeri ve politik bir güç olmaya bağlı hale geldiği bu dönemde, ulus devletler, kendi sınırları içindeki emeği sermayeye tabi kılan, dışarıda ise dünya piyasasında rekabet eden ulusal sermayenin askeri ve siyasi gücü olarak işlevlenen temel egemen güç olarak ortaya çıktı. Dünya ekonomisinde rekabet ve tekelleşme ile sermayenin ulusal sınırlar içinde merkezileşerek devletleşmesi, birbirini tetikleyen eş zamanlı süreçlerdi. Dünya piyasası üzerindeki rekabetin şiddetlenmesi, sermaye ve devletin bütünleşmesini daha da derinleştirdi. Tekelci devlet kapitalizmi, bu bütünleşmenin doğurduğu bir devlet biçimiydi. Ulusal sermayenin rekabet edebilme gücünün ulus devletin askeri ve politik gücüne doğrudan bağlı hale geldiği tekelci devlet kapitalizminde, sermayenin krizlerinin egemen ulus devletler arasında politik bir krize dönüşmesi kaçınılmazdı. Sermayenin eşzamanlı gelişen ulusalcı ve emperyalist eğilimlerinin dünya ekonomisinin işleyişini engellediği noktada kriz, ancak ulus devletler arasında açık savaşlarla çözülebilirdi. Nitekim, Birinci Dünya Savaşı, sermayenin ulus devlete dayalı egemenlik biçiminin krizinin bir dünya krizine dönüştüğü bir yeniden paylaşım savaşı oldu. İç dinamikler üstünden gelişen kapitalizm ve tekelleşme ile ayırt edilen emperyalizmin bu birinci bunalım döneminde savaş, siyasetin en yoğunlaştığı uğraktı.
Emperyalist devletler arasındaki bu güç savaşı içinde, anti-emperyalizm, emeğin egemenlik krizini devrimci bir krize dönüştürebilecek bir güç olarak örgütlenmesinin politik söylemiydi. Sermayenin ulus devlete dayalı egemenlik biçiminin ürettiği krizler, emeğin siyasal olarak bağımsız bir güce dönüşebilmesinin olanaklarını da yaratmıştı. Sömürge ülkelerde emperyalizme karşı ulusal bağımsızlık, merkez ülkelerde ise emperyalist savaşın iç savaşa dönüştürülmesi, emeğin sermayenin içine düştüğü egemenlik krizini derinleştirerek siyasal bağımsızlığını elde edebilmesinin stratejileri olarak benimsendi. Toplumsal sermaye birikim sürecinin devam ettirilebilmesinin önünde engel hale gelen burjuvazi ya da diğer iktidar güçleri karşısında, emeğin politik kuruculuğu, bu krizi devrimci bir krize dönüştürerek proletaryanın siyasi gücünü egemen kılmaktı. Proletarya, ulusal sınırlar içinde sanayileşme, modernleşme ve kalkınmayı kendi elleriyle güvence altına alacaktı. Dolayısıyla, burjuvazinin siyasi ve toplumsal olarak üstlenemediği sorunları proletaryanın üstlenmesi anlamında, krizin özü hâlâ burjuvaydı. Ekim Devrimi, burjuva özlü devrimlerin proletarya tarafından üstlenileceği proleter devrimler çağının başlangıcı oldu.
Ulus devlete dayalı egemenlik işleyişinin krizinden doğan Birinci Dünya Savaşı, bu egemenlik işleyişini ortadan kaldırmadı. Aksine, var olan ulus devletler arasındaki güç hiyerarşisini yeniden kurarak ve savaşa imparatorluk olarak giren güçleri ulus devletlere dönüştürerek daha da hakim hale getirdi. Sermayenin uluslararasılaşması ile tekellerin çıkarının ulusallaşması arasındaki gerilim derinleşerek devam etti. Geç kapitalistleşen ve uluslaşan devletlerin dünya ekonomisinde bir güç haline gelebilmek için diğer güçleri tasfiye etmeye yönelmesi, bir devlet biçimi olarak faşizmi ortaya çıkardı. Faşizmle, sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasını hızlandırmak ve dünya piyasasında tek hakim güç olabilmek için devletin askerileşmesi en üst noktaya vardı. Bu anlamda faşizm, sermaye ve ulus devlet arasındaki bütünleşmenin en yoğunlaşmış biçimiydi. Birinci Dünya Savaşı öncesi tekelci devlet kapitalizminin yarattığı egemenlik krizinin, faşizmle birlikte daha büyük savaşlara dönüşmesi kaçınılmazdı. İkinci Dünya Savaşı, bütün ulusal ekonomileri ve devletleri egemenliği altına almaya yönelen bir devlet biçimi olarak faşizmin yarattığı krizin yıkıcılığının ulaştığı son noktaydı. Emperyalist güçlerin tek bir dünya tekeli altında birleşebileceği öngörüsünde bulunan Kautsky, başından itibaren yanılmıştı. Kapitalizmin uluslararasılaşarak bir dünya ekonomisine dönüşmesi ile tekellerin çıkarının uluslaşması arasındaki gerilimin yarattığı politik kriz, bir devlet biçimi krizi altında şiddetlenerek devam etmişti. Avrupa’da yükselen faşist rejimler, demokrasi sorununu, sömürge ve yarı sömürge ülkeler için olduğu gibi merkez ülkeler için de bir devrim sorununa dönüştürmüştü.
İkinci Dünya Savaşı’nda Alman, İtalyan ve Japon faşizmlerinin yenilgiye uğratılması, sermaye birikim sürecini güvence altına alacak yeni bir güçler hiyerarşisinin kuruluşunu da beraberinde getirdi. Savaştan çıkan ulus devletlerin uğradığı ekonomik ve toplumsal yıkım, savaştan kendini koruyarak çıkabilen ABD’yi hakim ekonomik ve politik güç haline getirmişti. Başta Avrupa ve Japonya’nın ekonomik ve siyasi olarak yeniden yapılandırılması yoluyla, dünyanın Sosyalist bloğun dışında kalan kısmında, ABD’nin siyasi ve ekonomik güvencesi altında bütünleşmiş bir uluslararası ekonominin oluşturulmasının önü açılmıştı. ABD ekonomisi, dünya ekonomisinin işleyişini belirleyen hegemonik yegâne güçtü. Merkez ülkeler açısından dışarıda ABD’nin siyasi ve askeri garantörlüğü altında işleyen bir ulus devletler topluluğu, içeride ise demokrasi mücadelelerinin zorlamasıyla ortaya çıkan burjuva demokrasileri, sermayenin egemenlik işleyişi ve devlet biçimi krizini çözen yeni politik düzenin kurucu dinamikleriydi. Üçüncü dünya ülkeleri açısından ise, Ekim Devrimi’nin ortaya çıkardığı tehdit ve anti-emperyalist ulusal bağımsızlık mücadeleleri, emperyalizmin açık askeri ve siyasi zor üzerinden sürdürülmesini imkansız hale getirmişti. Sosyalist ve kapitalist blok arasında bölünmüş iki kutuplu dünyada, üçüncü dünya ülkelerinin uluslararası kapitalizme eklemlenmeleri, siyasi zor yerine ekonomik zorla bağımlı kılınmaları yoluyla sağlandı. Böylelikle, emperyalizmin açık işgal ve askeri zora dayandığı ikinci bunalım döneminin sömürge ve yarı sömürge devletleri, bağımlı ve yarı bağımlı ülkelere dönüştürüldü. Emperyalizmin bir dış olgu olmaktan çıkarak içerideki merkezi otoritenin siyasi zoruna dayalı bir iç olgu haline gelişi, emperyalizmin yeni bir aşamasını ifade eden bu üçüncü bunalım döneminin temel eğilimiydi. Sanayileşme ve kalkınma, kapitalistleşmelerini henüz tamamlayamamış bu ülkelerin kendi sınırları içindeki emeği disiplin altına alarak verimli kılabilmelerinin önünü açan bir iktidar söylemiydi. Kapitalist gelişimi üstlenebilecek iç sınıfsal dinamiklerin yokluğunda, bu ülkelerde devlet, sermaye birikim sürecini yukarıdan aşağıya örgütleyen merkezi bir otorite olarak ortaya çıktı ve farklı derecelerde de olsa faşizan yönelimlerle şekillendi. Böylelikle, emperyalizmin üçüncü bunalım dönemi boyunca, sermayenin devlet biçiminin krizinin yarattığı sınıflar mücadelesi, üçüncü dünya ülkelerine aktarılmış oldu.
Emperyalizmin bir iç olgu haline gelmesiyle birlikte sermaye, egemenlik biçimi krizini çözerek üçüncü dünya ülkelerindeki ulusal bağımsızlık mücadelelerini fiili olarak içermeyi başarmıştı. Sermaye, Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’ndan egemenlik biçimi krizini çözerek çıktı. Ancak içeride emeğin tahakküm altına alınabilmesi için devletin giderek faşizanlaşması, emeğin politikliği açısından yeni bir çatışma alanı açtı. Faşizme karşı demokrasi, emeğin bu ülkelerdeki sınıf mücadelesinin ortak söylemi haline geldi. Solun içindeki farklılaşmalar, demokrasinin bir devrim sorunu olup olmadığı ile bu sorunun çözümünün sınıfsal güçlerinin ne olduğu üzerinden gelişti. Böylelikle, emeğin politikliğini belirleyen temel çatışma alanı, devlet biçimine karşı mücadele üzerinden şekillendi. Ulus devlete dayalı egemenlik biçiminin krizlerinin çözülmesiyle, sınıflar mücadelesi aslolarak ulusal sınırlar içine aktarılmış oldu ve sınıfların politik öznelliğinin üretiminin alanı devlet biçimleriyle sınırlandı. Bir devlet biçimi olarak demokrasi mücadelesi, dışarısının artık içerilmeye başlandığı emperyalizmin üçüncü bunalım döneminde ulus devlete dayalı egemenlik biçimine bir tehdit oluşturmaktan ziyade bu egemenlik işleyişini yeniden üretti.
 
İmparatorluk ve Devlet
Tekellerin ulusal sınırlar içinde merkezileştiği ve yoğunlaştığı emperyalizm dönemi boyunca egemenlik biçimini tanımlayan içerisi ve dışarısı diyalektiği, bugün artık ortadan kalkıyor. Bu diyalektiğin ortadan kalkması, sınıflar mücadelesinin öznelliğinin ulusal sınırlar içinde üretiminin altını oyarken, emeğin politikliğinin yeniden kurulabileceği yeni antagonizma alanları açıyor. Yeni bir egemenlik biçiminin kuruluşunun krizlerinden geçtiğimiz bu sürece aynı zamanda, sınıfsal öznelliklerin ve bunlar arasındaki güç ilişkilerinin yeniden şekilleneceği bir kuruluş süreci olarak bakmak gerekiyor. Emperyalizmin birinci, ikinci ve üçüncü bunalım dönemleri, sınıflar mücadelesinin gelişimini sınıfsal öznelliklerin kuruluşundaki farklılaşmalar üzerinden okuyan bir dönemleştirmeyi ifade eder. Bugün önümüzde duran sorun, yeni bir küresel egemenlik biçiminin kuruluşunu ifade eden İmparatorluğu, kapitalizmin dördüncü bunalım dönemi ve buna özgü sınıfsal öznellikler üzerinden konuşturabilecek politik bir çözümlemedir.
Kapitalizmin bu yeni dönemini kuran eğilimler, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, ABD’nin garantörlüğünde bütünleşmiş bir dünya ekonomisinin ortaya çıkışına kadar geri götürülebilir. Bu dönem, kapitalizmin bir dünya ekonomisi olma eğilimiyle tekil sermayelerin ulusal çıkarları arasındaki gerilimin çözülmeye başladığı ilk uğraktı. Dünya ekonomisinin 70’lerde içine düştüğü kriz ve Sosyalist bloğun çözülüşü, ulusal ekonomi ile dünya ekonomisi arasındaki ayrımın ortadan kalkması yönündeki eğilimi daha da güçlendirdi. Üçüncü dünya ülkeleri dahil, ulusal sınırlar içinde toplumsal sermaye birikim sürecinin sınırlarına gelinmesi, küresel ekonomiye dayalı yeni bir sermaye birikim sürecini ortaya çıkardı. Sermayenin üretiminin ve yeniden üretiminin uzamının küreselleşmesiyle birlikte, bugün artık ulus devlet egemenliğinin güvencesi altında palazlandırılan ulusal tekelleri göremiyoruz. Ulus devlet egemenliklerinin sınırlarını aşındıran küresel bir ekonominin oluşumuyla birlikte, bu ekonomiden pay kapmak isteyen küresel tekellerin rekabetine tanık oluyoruz. Emperyalizm dönemini tanımlayan ulusal ekonomi ve dünya ekonomisi arasındaki diyalektik, sermayenin çıkarının küreselleşmesiyle birlikte içerilerek aşıldı. Sermaye artık bu diyalektiğin yarattığı çelişkiler ve krizler üzerinden değil, bütün dünya coğrafyası üzerindeki emeği tahakküm altına alabilmenin, bütün toplumsal ilişkileri metalaştırmanın yarattığı doğrudan güç çatışmaları içinde deviniyor. Sermayenin çıkarının küreselleşmesiyle birlikte, egemenliğin ulusal karakterinin çözülerek küresel bir düzlemde yeniden yapılandırılmaya çalışıldığı bir yeniden kuruluş sürecinin içinden geçiyoruz.
Bu süreç, küresel sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması ile egemenliğin ulusal karakteri arasındaki gerilim nedeniyle, sermaye açısından yeni bir egemenlik krizini de beraberinde getiriyor. Egemenlik işleyişinin normlarında ve mekanizmalarında köklü değişikliklere yol açan bu altüst oluş sürecini, sermayenin ulus devlete dayalı egemenlik biçiminin kuruluşunun krizleriyle boğuştuğu tarihsel bir uğrak olarak Birinci Dünya Savaşı dönemine benzetebiliriz. Ulusal sınırlar içinde toplumsal sermaye birikim sürecini güvence altına alabilecek askeri ve politik bir güce dönüşebilme yarışı, emperyalizm döneminde ulusal sınırlar üzerinde egemenlik mücadelelerine dönüşmüştü. Bugün ise, küresel sermaye birikim sürecinin üretimi ve yeniden üretimi, küresel bir egemenliğin hiyerarşisi ile buna direnen ulusal egemenlikler arasındaki güç savaşlarına neden oluyor. Artık güçler dengesinin kuruluşu, salt ulusal ya da bölgesel ekonomik ve askeri bir güç olmaktan değil, küresel sermaye birikim sürecini güvence altına alacak küresel egemenlik işleyişinin hiyerarşisine eklemlenmekten geçiyor. Buna direnen ulusal egemenliklerin yarattığı kriz, küresel askeri ve siyasi müdahalelerle çözülüyor. Bu açıdan, küresel bir egemenlik biçiminin kuruluşu yönünde bir eğilim olarak İmparatorluk, sermayenin egemenlik biçimi krizini çözdüğü barışçıl bir dönemin aksine, savaşlara ve küresel askeri ve politik müdahalelere her zaman açık, sürekli bir kriz dönemini ifade ediyor. Bugün yanı başımızdaki coğrafyada, savaşın egemenler arası güç hiyerarşisini yeniden kurmanın ötesinde egemenliği düzenleyen ve yeniden üreten bir boyutta yaşanıyor oluşu, siyasetin askerileşmesini en uç noktaya vardırıyor. Faşizm, bir devlet biçimi olarak iç olgu olmaktan çıkarak küresel egemenliğin kuruluşunda emperyal bir düzlemde yeniden yapılandırılıyor. 20. yüzyıl, sermayenin çıkarı ulusal ekonomiye dayandığı oranda, ulus devletler arası güç çatışmalarıyla şekillendi. 21. yüzyıl, sermayenin çıkarının küreselleşmesiyle birlikte yeni bir küresel egemenlik biçiminin kuruluşu ile ulus devletler arasındaki çatışmalar ve krizlerle şekilleniyor.
Egemenlik biçimindeki bu dönüşüm, devlet ve ulus devlet arasındaki özdeşliğin altını oyarken devletin işlevinin yeniden yapılanmasını da zorunlu kılıyor. Bugün devletler, kendi sınırları içindeki bütün toplumsal ve siyasal süreçler üzerinde tam egemenlikle tanımlanan merkezi otoritelerden daha çok, küresel tekellerin çıkarlarıyla bütünleşmiş hükümetler gibi işliyor. Ulusal karakterinin çözülüşü ile devlet, farklı sınıfsal öznelliklerin çatışmalarının uzlaştırılabildiği görece bağımsız bir siyaset alanı olmaktan çıkıyor. Farklı sınıfsal çıkarların temsiline ve müzakere edilebilmesine olanak veren bir devlet biçimi olarak temsili demokrasi, küresel egemenlik işleyişinin ulusüstü yapılarında karara bağlanan normların ve düzenlemelerin uygulayıcısı haline gelen teknokratik hükümet biçimleriyle işlemez hale geliyor. Devletlerin adeta küresel sermayenin partisine dönüşerek her türden özerkliğini giderek yitirmesi, temsili demokrasinin “temsil” gücünü fiilen ortadan kaldırıyor. Siyasetin teknokratikleşmesiyle sınıfsal çıkarların temsil alanının ortadan kalkması, devlet biçimi açısından bir temsiliyet krizi olarak yaşanıyor.
Ulusal egemenliğin çözülüşüyle sermayenin egemenlik ve temsiliyet krizine girdiği bu koşullar altında, ulusal sınırlar içinde siyasi bağımsızlık üzerinden ulus devleti ya da bir devlet biçimi olarak temsili demokrasiyi savunmak, sermayenin krizlerine gömülerek emek ve devlet arasındaki antagonizmayı kapatmaktır. Sınıfsal öznelliklerin ulusal sınırlar içinde üretiminin altının oyulmasıyla birlikte, artık siyasal bağımsızlık ve siyasal demokrasi söylemi toplumsal bir antagonizma alanı açamıyor. Bu nedenle, küresel egemenlik işleyişine karşı siyasal bağımsızlık söylemiyle ulus devleti savunmak, bir egemenlik biçimine karşı başka bir egemenlik biçimini savunmak anlamına geleceği gibi, temsili demokrasinin çözülüşü karşısında demokrasi savunuculuğu yapmak da bir devlet biçimine karşı başka bir devlet biçimini savunmanın ötesine geçmeyecektir. Egemenlik işleyişinin içerisi ve dışarısı diyalektiğinden çıkması, devlet biçiminin krizlerinin ulusal sınırlar içinde bir devrim sorununa dönüştürülebilmesinin olanaklarını ortadan kaldırmıştır. Ancak bu durum, emek ve devlet arasındaki antagonizmayı ortadan kaldırmak bir yana daha da derinleştirmiştir. Artık emek, kapitalist imparatorluğun egemenliğini işletip çalıştıran devletle doğrudan yüz yüzedir. Antagonizma, ulusal sınırlardan çıkarak küresel uzama yayılmıştır. Sermayenin emeği ulusal sınırlar içine kapatan ulus devlete dayalı egemenlik işleyişinin altının oyulmasıyla birlikte, sınıflar mücadelesinin küresel bir temelde yeniden yapılanmasının önü açılmıştır. Emeğin mücadelesinin küreselleşmesi, bunun önünde engel olan devletleri ve sınırları ortadan kaldıracaktır. Devletin emek üzerindeki siyasal mülkiyeti açıktadır. Yönetenlerin yönetemediği, yönetilenlerinse yönetilmek istemediği devrimci kriz, dönemsel bir kriz olmaktan çıkıp sürekli hale gelmiştir. Emeğin kendi toplumsal bedeni üzerinde doğrudan egemen olma mücadelesi, egemenliğin ve politikliğin aşkın kuruluşu devleti ortadan kaldıracaktır. Emeğin politikliği, devlet biçimine karşı mücadeleden çıkarak devlete karşı mücadele üzerinden yeniden kurulacaktır.

Yazar: Sinem Özer
bottom of page