top of page

*Birinci Cumhuriyetin Çözülüşü ve Komünalist Sol

  • Yazarın fotoğrafı: otonomdergi
    otonomdergi
  • 17 Kas 2007
  • 11 dakikada okunur
Dil, tarihsel-toplumsal bir devinimi içerir ve politik mücadelenin önemli bir kurucu gücüdür. Bu bağlamda, “kavramlar” dünyası güç çatışmasının alanıdır ve sınıf mücadelesinin iktidar ilişkilerinden soyut ele alınamaz. Her sınıf, kendini olumlayan politik pratiğinin dilini söylem olarak kurar. Bu durum, varlığın eyleminde kendini ürettiği içkinliği ve öznelliğidir. Özne eyleminde, içkinliğinde ve öznelliğinde kurulur. Eylemden önce özne yoktur. Özne ne bilinç ne de yapıdır. Özne bir ilişkiselliktir, devingen ve uzamsallığı içeren bir bedendir. Kurucu olan ilişkiselliktir. İlişkisellik, dili ve politikliği içerir. İlişkisellik, politikliğin kudreti ve öznellik üretimidir.
Kurucu güç olarak sermaye, bir toplumsal ilişki biçimidir. Kapitalizmin kurucu gücünü sermayenin kişilikleşmiş biçimi olan kapitalistlere indirgemek, sermaye kavramını anlamamak demektir. Burjuvazi ya da kapitalistler, uzamsal sermayenin zamansal ve mekansal biçimleridir. Kapitalistlerin ortadan kaldırıldığı ve olmadığı bir toplumsal ilişkide de sermaye işletilip çalıştırılabilir ve olumlanabilir. İşçi devleti altında kurulan devlet kapitalizmi, sermayenin toplumsal ilişki olarak üretimidir. Hangi sınıf olursa olsun, sınıfsal varlığını sınıf olarak üreten bir ilişkisellik üretiyorsa, sınıf üretme içindedir ve sermaye içidir.
Kapitalizm için dil metadır. Kapitalizmin kendini olumlama politik pratiği olan sınıf üretme ilişkiselliğini işleten ve üreten her dil sermayedir. Artı-değer üretiminin, ancak sınıf üretme dili içinde yeniden üretimi mümkündür. Sermayenin dili, toplumsal ilişkileri sınıflara böler; bu sınıfların çelişkisi üzerinden çatışma ile kendisini üretir. Sermayenin politik pratiğinin dili bu bağlamda diyalektiktir. Sermaye, emeği ücretli emek altında sınıflaştırır. Sermaye, ücretli emek olarak kendisini olumsuzlamasıyla kendisini üretir ve olumlar. Bu bağlamda, sermaye ile ücretli emek arasındaki bu çelişki ve diyalektik alan, bir aşkınsal alan üretir: Siyasal alan… Özel, toplumsal ve kamusal alan ayrımları yaratarak hayatın kendisini politik olmaktan çıkarır ve politik olanı kamusal alana sıkıştırır. Toplumsal alandaki çelişkiler siyasal alanda çatışmaya dönüşür. Bu çatışma alanı, sınıflar arası ilişkileri sistem adına güvence altına almalıdır. Siyasal demokrasi budur. Devletin demokratikleştirilmesi bunu ifade eder. Sınıflar arası iktidar ilişkileri, bir hükümet değişikliği ilişkisidir. Bir sınıf üretme ilişkisi olarak devlet devam eder. Devlet, sınıflar arası politik diyalektiğin üretimidir. Demokrasi, bir devlet biçimidir ve sınıflar arası politik ilişkiyi düzenler. Bu alan, sermayenin üretimi ve yeniden üretimini sağlar. Ücretli emek, sermayenin yabancılaşmış biçimidir ve sistem içi bir sınıftır. Ücretli emeğin politik olarak sınıf çıkarı, devletin demokratikleştirilmesidir. Bu siyaset, ücretli emeği sınıf olmaktan çıkarmaz; tam tersine, sınıf olarak üretimini sermaye adına devam ettirir. Bu bağlamda ücretli emek siyaseti, sermayenin yıkıcı gücü değil, sistemi reforme eden üretici gücüdür. Değer üretme ilişkisi içerisinde sermayeleşen üretken emek, siyasal alanda reformistleşir. Çoğu marksist, reformizmi sınıf siyasetinden bir sapma, reformizmin sınıfsal temelini de küçük burjuvazi olarak görür. Oysa reformizmin sınıfsal temeli, ücretli emeğin sınıf olarak kendini üretme siyasetidir. Ücretli emek, ister silahlı ister silahsız olsun, kapitalizmin reformist sınıfsal gücüdür. Bu bağlamda reformizm, bir sağ sapma değil, bir sınıf siyasetidir. Bu sınıfsal dil, “siyasal bağımsızlık”, “siyasal demokrasi”, “siyasal eşitlik”, “siyasal özgürlük”, “devletin demokratikleştirilmesi” dilidir ve politiktir. Bu dil, komünist bir dil değildir. Emeğin komünist politik dili, ücretli emeğin politik diline gömülmüştür.
22 Temmuz seçimlerine ister birinci cumhuriyetçilerin ister ikinci cumhuriyetçilerin arkasına dizilerek soldan katılanlar, siyasal demokrasi zemininde konumlanmışlardır. Birinci cumhuriyetçiler siyasal bağımsızlık temelinde hareket ederken, ikinci cumhuriyetçiler siyasal demokrasi konseptinde devletin demokratikleştirilmesinin politik gücü olarak özneleşmişlerdir. Aşkınsal alanın dili ve söylemi üzerinden emek, sistemi reforme eden bir politik özne haline getirilmiştir. Emek siyaseti, sermayenin sol söylemi olan siyasal demokrasiciliğe, bir devlet biçimine ve devletin demokratikleştirilmesi siyasetinin toprağına gömülmüştür. Bu bir eleştiri değil, bir durumdur. Bu durum üzerine düşündüğümüzde, siyasal demokrasicilik temelli “sol” kavramının deformasyonu karşımıza çıkar. Hangi “Sol”!? Siyasal demokrasicilik zemininde kurulan komünistler, politik dil krizi içindedir. Bu sorunsallığın üzerine düşünmeye, 22 Temmuz seçimleri ve sermaye içi güç ilişkileri üzerine düşündükten sonra geçmek daha anlamlı ve anlaşılır olacaktır.
 
22 Temmuz Seçimleri Ve İkinci Cumhuriyetin Kuruluşu
Kurucu bir güç olan sermayenin kendi çıkarını toplum çıkarı olarak örgütlemesi politiktir ve bu politiklik, egemenlik ve iktidar sorunsalına içkindir. Sermaye açısından sınıfsal çıkarı toplum çıkarı olarak örgütlemek; emeği ücretli emek altında sınıflaştırma biyo-politik üretimini ve yeniden üretimini sürdürebilmek, güvence altına almak ve sınıfları ve sınıflar arası ilişkileri denetim ve kontrol altında işletebilmektir. Sermaye egemenliğinin kurucu gücü modernizmdir. Modernizm, tarihsel ve toplumsal olarak sermayenin sınıf çıkarlarını toplum çıkarı olarak örgütlemesinin bir egemenlik biçimidir. Emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılmasının kurucu toplumsal üretim ilişkiselliğidir. Bu bağlamda, sermaye gibi ücretli emek de sınıfsal olarak modernisttir. Uluslaşma ve ulus devlet egemenlik ilişkisi, emeğin ücretli emek altında siyasal olarak çitlenmesi ve siyasal mülkiyet altına alınmasıdır. Sermaye küresel bir güç olmayı sürdürürken, ücretli emek ulusal politik bir güç olarak halklaştırılır. “Modern sanayinin ilerlemesi sermaye ile emek arasındaki sınıf antagonizmasını geliştirdiği, genişlettiği ve yoğunlaştırdığı oranda, devlet gücü de giderek daha fazla sermayenin emek üzerindeki ulusal gücü, toplumsal kölelik için örgütlenmiş kamusal bir güç, bir sınıf despotizmi makinesi olma niteliği”[1] kazanmıştır. Bu devlet gücü, sermayenin emek üzerindeki ulusal gücü, kamusal gücü, sermayenin sınıf çıkarını toplum çıkarı olarak örgütleyen kurucu bir söylem üretmiştir: Cumhuriyet. Cumhuriyet, egemenliğin kayıtsız şartsız halktan geldiğini ifade eden, laik, politik bir söylemdir. Bu söylem, tarihsel bir kurucu güce sahiptir. Fakat cumhuriyet kavramı, kapitalizmin toplumsal yapısının sınıflar gerçeğine çarparak kendisini tartıştırmıştır. Cumhuriyet kavramını tartıştıran kavram siyasal demokrasidir. Egemenliğin kayıtsız şartsız halkta olmadığını, egemenliğin bir iktidar ilişkisi olduğunu ve bu iktidarın sınıf ve sınıflar mücadelesi tarafından belirlendiği görülmüştür. Demokrasi, sınıfların özgürlüğünü içeren bir devlet biçimidir. Sınıfların özgürce kamusal alanda kendilerini ifade ettiği ve sınıflar arası iktidar ilişkilerinin hükümet değişiklikleriyle güvence altına alındığı devlet biçiminin adı demokrasidir. İster burjuva ister işçi demokrasisi diyelim, eğer bu demokrasi sınıf demokrasisi ise, devleti her zaman kurucu güç olarak görür ve burjuvadır.
19. yüzyılın başlarında başlayan Osmanlı modernleşmesi, 1908-09 burjuva devrimiyle siyasal bir biçim almıştır. Modernleşmenin ulus devlet egemenlik biçimine geçişinin kurucusu 1908-09 devrimidir. 1923 Cumhuriyeti’nin ilanı, yalnız burjuva siyasal mücadelesinin birikimine verilen bir addır. Modernleşme hareketinin kurucu bürokrasisi, cumhuriyetin kurucu kadrolarına dönüşmüştür. Yukarıdan aşağıya doğru kurulan bu modernleşme hareketi modern sınıf hareketleriyle gelişmediğinden, toplumsal taban bulmada her zaman sorun yaşamıştır. Abdülhamit’ten bu yana toplumsal taban bulmanın söylemi islamdır. Siyasetin toplumsal olarak örgütlenmesi dinsel cemaatlerdir. Daha sonra İttihat ve Terakki ile gelen “vatan” kavramı, ulusal bilincin oluşumuyla birlikte bir ulusal kimlik arayışına dönüşmüştür. İttihat ve Terakki’nin bu arayışının ürünü Türklük ve turanizmdir. ’23 bonapartizmi, bu birikim üzerine oturur. Birinci cumhuriyet iktidarının politik olarak toplumsal destek söylemi, ulus devletin kimliğini toplumsal olarak Türkleştirmektir. 22 Temmuz seçimleri de bu söylemler altında geçti. Fakat bu seçim, normal ve konjonktürel gerilimleri ifade etmenin çok ötesine geçen, egemen güçler arasında yüz yıldır süren tarihsel bir hesaplaşmadır.
1923 birinci cumhuriyeti tarihsel misyonunu tamamlıyor. Birinci cumhuriyetin iki işlevi vardı. Birincisi, emperyalist güç ilişkileri ile işbirliği içinde yukarıdan aşağıya ekonomik, toplumsal ve siyasal modernleşme sürecini tamamlamak. İkincisi, ulus devleti toplumsal olarak Türkleştirmek. Bu bağlamda birinci cumhuriyet, modernleşmeye ve ulus devletin Türkleşmesine direnen politik güçleri sopası altında işbirliği içinde tuttu; fakat devlet iktidarını paylaşmadı. Toplumsal tarih bağlamında, bu topraklarda iki temel politik kurum vardır: Ordu ve cemaatler. Ordu birinci cumhuriyetin, cemaatler ise ikinci cumhuriyetin temsilcileridirler. Birinci cumhuriyette cemaatler feodaliteyi temsil ederken, ikinci cumhuriyette cemaatler burjuvalaşmış aristokrasiyi temsil etmektedir. Birinci cumhuriyetçilerin görüp de kabul edemedikleri, cemaatlerdeki bu sınıfsal değişimdir.
Küresel egemenliğin yeniden kuruluşu sürecinde ulus devletlerdeki çözülme, yeni güç odaklarını devlet iktidarına ortak etti. Küresel sermaye ile organik ilişki içerisinde bulunan cemaatler, küresel egemenlik adına birinci cumhuriyetin iktidarına artık ortaktır. Birinci cumhuriyet Fransız devrimine benzer: Burjuvazi feodalitenin iktidarını yıkmıştır. İkinci cumhuriyet ise İngiliz devrimine benzer: Burjuvazi ve aristokrasinin çatışkılı işbirliği.
22 Temmuz seçimleri, birinci cumhuriyetin çözülüşünü ve ikinci cumhuriyetin kuruluşunu ifade ediyor. Bu meclis kurucu bir meclistir. Birinci cumhuriyetin demokrasisinde yeri olmayan muhafazakârlar ve Kürtler, ikinci cumhuriyetin kurucu meclisinde muhafazakâr demokrat ve demokratik cumhuriyetçiler olarak yerlerini almış bulunuyorlar.
Bugün için, bir durum olarak birinci cumhuriyetin çözüldüğünden, potansiyel olarak ikinci cumhuriyetin kuruluşundan bahsedebiliriz. Bu durum, ikinci cumhuriyetin kurulduğu anlamına gelmez. Sürecin çatışmalı ve sancılı geçeceği açıktır. İkinci cumhuriyetin kuruluşu, küresel güç ilişkilerine bağlı olarak üç temel adımın atılmasına bağlıdır. Birincisi, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi, ikincisi sivil anayasanın meclis ve halk tarafından referandum aracılığıyla onanması, üçüncüsü PKK’nin, politik bir ihtiyaç olmaktan çıkma koşuluna bağlı olarak, silahları koşulsuz bırakması. Süreç başlamıştır. Eğer ikinci cumhuriyetin kuruluşu tıkanır ve kırılırsa, ciddi bir militarist süreç başlayacaktır. Artık geriye dönüş yoktur.
İkinci cumhuriyetin kuruluş sürecinde sol nasıl konumlandı ve konumlanacak? Bu soruya, partilerin siyasal kimliklerini kısaca niteledikten sonra geçmekte yarar var. MHP faşist partidir; siyasal kimliğini korumaktadır. ANAP ve DP’nin siyasi gelecekte yerleri yok görünüyor. DTP, Kürt hareketinin ürünü olarak ikinci cumhuriyetin önemli kurucu güçlerinden biridir; geleceği ikinci cumhuriyetin kuruluşuna bağlıdır. Kürt sosyal demokrat hareketinin kuruluşudur. AKP, islamın protestanlaşmasını ifade ediyor. Pre-kapitalist toplumsal ilişkileri temsil eden cemaatlerden gelerek kapitalistleşen, şehirleşen, küresel güç ilişkilerinin organik parçasına dönüşerek küreselleşen burjuvalaşmış aristokrasinin muhafazakâr demokrat cemaatlerini temsil ediyor. AKP, birinci cumhuriyete muhalif bir iktidardır ve bundan kazanmaktadır. CHP ise bonapartist bir devlet partisidir. Birinci cumhuriyetin iktidarında bir muhalefettir. Bundan kaybediyor. CHP siyasal tarihine baktığımızda, toplumsal tabanı olmayan bir kurucu siyasal bürokrasi hareketi olduğunu görürüz. Burjuvazinin vazgeçilmez tarihsel onurunu temsil etmektedir. Ayakta kalmasının nedeni budur.
CHP, ’46 seçimleriyle birlikte misyonunu tamamladı. ’60 darbesi sonucunda CHP’nin önü açıldı. ’60 sonrasında, CHP siyasi kimlik arayışına girmiştir. ’70’lere doğru, bu arayış demokratik sol, ortanın solu adıyla kendine bir yer aradı. Bu alanın toplumsal desteği, dünyada ve Türkiye’de ciddi etkileri olan ’68 hareketinin sol rüzgârıdır. Devrimci hareket, Türkiye’de sosyal demokrasinin ciddi toplumsal-siyasal desteğini yarattı. CHP’nin sosyal demokratlaşması, sınıf tabanı olan ücretli emeğin sınıf siyasetini yakalamasıyla mümkündü. Bu yakalama, marksist hareketten çıkacak ücretli emek siyasetiyle buluşmasına bağlıydı. Devrimci hareketin toplumsal tabanı, seçimlerde her zaman CHP’ye oy verdi. Fakat bu toplumsal destek siyasal kurumlaşmaya evrilemedi. O günün TKP’sinin UDC’si (Ulusal Demokratik Cephe) tutmadı. 12 Eylül, birinci cumhuriyetin sosyal demokrat ayağının oluşumunun önünü kesmiştir. İkinci cumhuriyetin kuruluşu, bu tarihsel buluşmanın önünü açmaktadır. Kavramlar, evrensel oldukları kadar, ülkelerin sınıf mücadelesine göre de özgünlük kazanırlar. Bizim ülkemizde “sol” kavramı, bu buluşmanın “harç”ıdır. Ne yazık ki, devrimci hareket adına bu seçimlere katılanlar, sosyal demokrat bir hareketin oluşumuna katkı sunduklarını yakında anlayacaklar. Dünün TKP’si bugünün ÖDP’si, dünün UDC’si bugünün “özgürlükçü sol”udur. Yarınları sosyal demokrasinin “sol” rüzgârı bekliyor. Kapılanların yolu açık olsun. Bu söylediklerimiz eleştiri değil, bir durumdur.
Varlığın çizgisel bir özü yok! Varlık, zamanın çatışmaları içinde konumlanır ve eylemiyle tanımlanır. Komünistlerin tarihsel çıkışlarında “sol” kavramının yeri yoktur. “Sol” kavramı, bir sapma ya da radikalizm bağlamında kullanılmıştır. Komünistler, “sol” kavramını siyasal demokrasicilik bağlamında tutmaya başladıklarında deformasyonun zeminine kaymışlardır. 12 Eylül darbesi ve Sovyetler’in çözülerek çökmesi sonucu, komünistler yapısal tıkanıklık içerisine girdi ve kendisini reforme edemedi; politik dilde kriz içine girerek ortodoksluktan çıkıp muhafazakârlaştı. Bugün kendilerine “ortodoks” diyenlerin çoğu, aslında solun muhafazakârlarıdır. Sol muhafazakârlar, ideolojik bağlamda değil, parti-devlet özdeşliğine oturtulmuş iktidar paradigmasının savunucularıdırlar. Bu durumun tarihsel nedenleri var. İnatla, bıkmadan üzerine düşünmek ve hep birlikte bu durumdan çıkmak gerekiyor.
 
Devleti kurucu güç olarak görmek Kautskizmdir
Marx’tan günümüze, antagonizma teorisi ciddi bir deformasyona uğrayarak karşıtına dönüşmüştür. Antagonizma, değer teorisinden koparılarak pratik politikaya indirgenmiştir. Güncelliğinde radikal görünen devrimci reformizm, antagonizmanın kurucu politikliği değildir. Bugün marksistler, kendilerinde devrim yapmak için antagonizma kavramı üzerine tarihsel olarak yeniden düşünmek zorundadırlar. Felsefenin sınıflar mücadelesinden bağımsız bir tarihi yoktur. Sermayenin kendini olumlama pratiğinin felsefesiyle, emeğin kendini olumlama politik pratiğinin felsefesi aynı değildir. Sınıflar mücadelesinin politikliğinde diyalektik, bütün sınıfların kendini olumlama pratiklerinde geçerli olan evrensel bir yasa değildir. Sermayenin kendini olumlama pratiği ile emeğin kendini olumlama pratiğinin felsefesi arasındaki antagonizmayı, Marx’a geri dönerek değer teorisi üzerinden yeniden kurmak şarttır. Emeğin kendini olumlama pratiğinde, antagonizma uzlaşmaz çatışmadır. Varlığın kudreti karşıtının yokluğuna bağlıdır. Varlığın kudreti ve devinimi karşıtların birliğine oturmaz. Sermayenin olumlama pratiği ise, ortadan kaldırılamaz çelişki üzerine oturtulur. Varlık bu çelişki üzerinden kendini olumlar ve devinir. Karşıtını üretemeyen varlığın kudreti yoktur. Varlık, olumsuzlama üreterek kendini olumlar. Bu bağlamda, sermayenin politikliğinin felsefesi aşkınsaldır. Aşkınsal felsefenin devinimi yabancılaşmadır. Çatışma yabancılaşmanın üretimidir. Her yabancılaşmış çatışma, evrensel ve bengi olan mutlağı güçlendirir. Evrensel niteliğin niceliği, belli bir olgunluğa gelir ve yeni bir çelişki üretiminin niteliğine geçer. Bu bağlamda, bir yabancılaşma olan çatışma ve devrim, evrensel ve mutlak olanın tarihinde birer reformdur.
Emeğin kendini olumlama politik pratiği diyalektik değildir. Emeğin devinimi yabancılaşma değil, tam tersine özgürlük ve içkinliktir. İçkinlik, varlığın kudreti ve kurucu gücüdür. Emek, ücretli emek değildir. Emekle ücretli emek arasında antagonizma vardır. Sermaye, emeği ücretli emek altında sınıflaştırır ve kapitalist toplumsal ilişkinin üreticisi olarak özneleştirir. Ücretli emek sınıflaştırılmış bir sınıftır ve politikliği iktisadi çıkara oturur. Ücretli emeğin sermayeye karşı politikliği de diyalektiktir ve sınıfsal çıkarı sermayenin varlığını gerektirir. Bu bağlamda, bir sınıf siyaseti olma bağlamında ücretli emek sınıf siyaseti reformizmin siyasal varlığı sermayenin krizlerine bağlıdır. Sermaye krizlerini aşıp çözdüğünde, ücretli emek ile sermaye arasındaki çatışma söner. Bu bağlamda sermaye, modern egemenliğin kuruluş süreçlerindeki krizlerinde ücretli emek siyasetinden çok çekmiştir. Sermayenin biçimsel tahakkümünden gerçek tahakkümüne geçiş ve soyut emeğin somut emek üzerindeki tahakkümünün kuruluş süreçlerinde yaşanan sermaye krizlerinin gerçekleştiği süreçlerde, ücretli emek siyaseti sermayenin iktidarını sarsmada devrimciler için önemli işlevler görmüştür. Ücretli emek sınıf siyaseti, kendisini sınıf olarak kuran sermayenin krizlerine bağlıdır; bu durum, diyalektiğin politik üretimidir. Bu bağlamda, ücretli emek kurucu bir güç değil, reformist bir güçtür. Komünist siyaset ise, kurucu gücü ve kurucu siyaseti gerektirir. Kurucu güç siyasetinden çıkacak kurucu antagonizma, yalnızca karşıtının krizlerine bağımlı değildir. Kurucu güç, kendini olumlama politik pratiğini sermayenin krizlerinden bağımsızlaştırabilen güçtür. Kurucu gücün kendini olumlama politik alanları, sermaye için her zaman ama her zaman bir direniştir. Bu direnişin maddi alanları, sermayenin krizlerinde yıkıcı güce dönüşür. Antagonizma, talep siyasetinin reformistliği değil, bir toplumsal ilişki olan sermaye hayatına karşı komünalist hayatın yıkıcılığıdır.
Ücretli emek ile proletarya arasındaki fark nedir? Bu soru, proletarya kavramıyla ücretli emek kavramı özdeşleştirilerek unutulmuştur. Bu unutulanı hatırlamak ve düşünmek, bu soruyu yanıtlamak için yeterlidir. Marx için proletarya ücretli emek değil, emektir. Emek olarak proletarya, tarihsel olarak kendisini sınıf olarak ortadan kaldıran tek sınıftır. Proletaryanın kudreti sınıf olmak değil, sınıflaştırmaya karşı sınıfsızlaşmaktır. Sınıfsızlaşma siyaseti, proletaryanın politikliğinin içkinliği ve kurucu gücüdür. Bu bağlamda komünizm, sınıfsızlaşmanın politikliğidir ve bugüne içkindir. Komünizm yarınlara ertelenen bir cennet değildir. Komünizm apolitik bir toplum değil, devinen özgürlüktür; aşkınsal politikliğin karşısında içkinsel politikliktir. Komünizmin politikliği bugünden komünalistliktir.
Proletaryanın sınıfsızlaşma politikliğinin ücretli emeğin sınıf siyasetine indirgenmesi tarihine kısaca bakmak gerekiyor. Birincisi, 1848 yenilgisi sonucundaki özeleştiridir. Bu özeleştiri kapıyı aralamıştır. İkincisi, Paris Komünü yenilgisi sonrasındaki Alman marksizmidir. Üçüncüsü, Ekim Devrimi sonrasındaki devlet kapitalizmidir. Konumuz gereği, Alman marksizmi ve Kautsky üzerine odaklanacağız.
Kautskizm, Türkiye solu açısından anlaşılamamıştır. Kautsky denince akla gelen, ultra-emperyalizm tartışmalarıdır. Oysa bu tartışma, özden daha çok sonuçtur. Kautskizm, proletaryanın içkin politikliğinin aşkın politikliğe çevrilişidir. Doğrudan demokrasiden temsili demokrasiye, toplumsal demokrasiden siyasal demokrasiye, komünden devletin demokratikleştirilmesine geçiştir. Kautskizm, komünün reddidir. Ücretli emeğin sendikalizmi, temsili demokrasinin kurumları olan parti ve parlamento, proletarya için bir araç değil bir amaca dönüşür. Alman marksizminde köklü bir tartışma olan reform ve devrim tartışması, işçi sınıfının politik pratiğinin somut tartışmalarıydı. Fakat bu tartışma devrimcileştirilemeden tıkandı ve olumsuz bir sonuca kapı açtı. Reformlar için mücadele, amaç olan devrim için bir araç olarak meşrulaştırıldı. Böylece, hem devrim kavramından hem de reformlardan vazgeçilmemiş oluyordu. Oysa amaç-araç ilişkisinin bu biçimde teorileştirilmesi felsefi bir yanılsamaydı. Lenin, “Materyalizm ve Ampiryokritisizm”i yazarken, 1905 yenilgisinin devrimci politik teoriye getireceği felsefi kaymalara karşı bir duruş sergiledi. Alman marksizminin tartıştığı reform ve devrim tartışması, Paris Komünü yenilgisinin getirdiği felsefi sorunsallaştırma üzerine kurulamadı. Bu önemli bir kırılmadır. Amaç-araç ikiliği diyalektik bir yabancılaşmadır. Amaç harekete içkindir. Kurucu olan özne değil, eylem ve ilişkiselliktir. Araç, amaç için kurulan bir pragmatizm değil, amacı kuran içkinliktir. Bu bağlamda, Alman marksizminde amaç aracı kuramadı; tam tersine, araç amacı ortadan kaldırarak amacın kendisi oldu. Kautskizm, proletaryanın devrimci içkin politikliğini, ücretli emeğin reformist politikliğine gömdü. Bu saatten sonra, devlet kavramı yıkılması gereken bir olgu olmaktan çıktı ve tam tersine, devlet araçlaştırılarak amaç için sınıf siyasetinin kurucu gücü oldu. Demokrasi mücadelesi siyasal demokrasiciliğe indirgendi ve devletin demokratikleştirilmesinin derinleştirilmesine dönüştü. Oysa devlet kurucu güç olarak demokratikleştikçe, sermaye uzamsal olarak güçlendi. Lenin’in Kautsky’ye karşı yazmış olduğu “Devlet ve Devrim”, “Dönek Kautsky” vb. yapıtlarında yürüttüğü polemikler ve “Nisan Tezleri”, devletin kurucu güç olarak görülmesine bir itirazdır. Bu itirazlarda, bürokratik ve askeri bir makine olarak devlet, kurucu güç olarak reddedildi. Unutulan komün hatırlandı. Devrimcilik üzerinden komün ve marksizm güncellendi. Lenin’in yapıtları anarşizan olarak yorumlandı. Trajik olan ise, bu eserlerin Ekim Devrimi’nden sonra gerçekleşememesiydi. Devlet kapitalizmiyle bürokratik ve askeri makine güçlendi. Proletarya diktatörlüğü adına devletin kurucu gücü rasyonelleştirildi. Adına da sosyalizm denildi. Ve Lenin, yaratmış olduğu partiye muhalif olarak öldü. Lenin’in ölümü, ikinci bir Kronştad’dır.
Lenin’in ölümünden sonra, proletarya diktatörlüğü teorisi kurucu güç olarak devlet teorisine dönüştü. Proletarya diktatörlüğü bir devlet biçimi değildir. Şiddet, siyasetin yoğunlaştırılmış bir biçimidir. Proletaryanın kendini olumlama politik pratiği, sınıf olmak değil, sınıflaştırmaya karşı sınıfsızlaşmanın pratiğidir. Proletaryanın kurucu kudreti budur. Varlık kudretini eyler. Devlet bir sınıf üretme ilişkisidir. Proletarya diktatörlüğü, bir sınıf üretme ilişkisi olan devletin yıkıcı gücü ve tasfiyesidir, sınıflaştırmaya karşı sınıfsızlaşma politikliğinin örgütlü şiddetidir ve komünalizmin kuruculuğuna içkindir. Devrim, toplumsal ilişkilerin her boyutunda emeği sınıflaştıran toplumsal ilişkilerin ruhuna sinmiş olan devletin tasfiyesidir. Proletarya diktatörlüğü, iktidarın ele geçirilmesi değil yıkılmasıdır. Askeri ve bürokratik makinanın yıkılıp yerine daha yetkin bir askeri ve bürokratik makinanın kuruluşu değildir. Bütün sorun, komünizmi kurucu bir güç olarak kuran güç organlarının ne olduğudur. Aşkınsal olan parti ve devlet mi ya da parti-devlet özdeşliği mi? Yoksa bunları başından itibaren tasfiye etmeyi hedefleyen komünalist kurucu içkin toplumsal ve politik güç organları mı? Şunu duyar gibiyim: Bunlar bildik şeyler; ama bunlar devrimden sonra gerçekleşecektir. Tarih bunu yalanladı. Komünalist kurucu güç organları devrimden sonra kurulan değil, devrimi yaratan ve devrimi yaratırken kurulan direniş organlarıdır. Ne yazık ki, Ekim Devrimi’nden sonra parti, devleti tercih ederek Sovyetleri tasfiye etti. Komünizm özgürlüktür, politik kurucu bir güçtür ve bugünün politik pratiğine içkindir. Devrim kavramının devrimcileştirilmesi, komünizmin devletleştirilmesi değil, komünalistleştirilmesidir.
İkinci cumhuriyet ve AB süreci, bu topraklarda Kautskizmin kuruluş sürecidir. Devleti kurucu güç olarak gören siyasetin bir ayağı sosyal demokrasidir. Bu boşluk, devletin demokratikleştirilmesini hedefleyen devrimci hareketin içinden gelen kadrolar ile doldurulacaktır. Devleti kurucu güç olarak gören diğer ayak ise muhafazakâr sosyalistler olacaktır. Bu kesim ise, siyasal bağımsızlık siyasetiyle ulus devleti savunarak sosyal şovenizmin kurucuları olacaktır. Her iki kesimden çok uzak olan komünalist sol ise kurulacaktır.
 
Yazar:Cengiz Baysoy
Ekim-Aralık 2007

[1] K. Marx, Fransa’da İç Savaş, Hil Yayınları, s. 132
bottom of page