1. Tez Mevcut finansal kriz bütün bir kapitalist sistemin krizidir
Mevcut finansal kriz sistemik bir krizdir. Bu kriz, 1990’lardan beri gelişmekte olan kapitalist sistemin tümünün krizidir. Kriz, bugün finansal piyasaların bilişsel kapitalizmin çarpan kalbini oluşturması olgusuna dayanmaktadır. Bu piyasalar, birikim etkinliğini finanse etmektedir: Finansal piyasalara çekilen likitide, bilginin sömürüsünü ve geleneksel iş ortamlarının dışında kalan alanların kontrolünü hedef alan, üretimin yeniden yapılandırılmasına yarar.
Dahası, sermaye kazancının bölüşümü sayesinde, finansal piyasalar ekonomik sistem içinde, Fordizm bağlamında (açık harcamasıyla harekete geçirilen) Keynesçi çarpanın oynadığı rolün aynısını oynamaktadır. Bununla birlikte –klasik Keynesçi çarpandan farklı olarak- bu durum, gelirin çarpık bir biçimde yeniden bölüşümüne yol açmaktadır. Böyle bir çarpanın işleyebilmesi için (>1) finansal tabanın (başka bir deyişle finansal piyasaların genişlemesi) sürekli olarak büyümesi ve vadesi gelen ortalama sermaye kazancının ücretlerdeki ortalama değer kaybından (ki 1975’den bu yana yaklaşık yüzde 20 düzeyindedir) yüksek olması gerekmektedir. Öte yandan gelir kutuplaşması, aynı finansal tabanın büyümesinin temelinde yatan borçların ödenmemesi riskini arttırır ve ücret ortalamasını düşürür. İşte bu, etkileri bugün görünür hale gelen birinci çelişkidir.
Üçüncü olarak, emek gelirlerinin giderek büyüyen bir kısmını (sosyal devlet yoluyla kamusal sağlık programlarına ve eğitim kurumlarına dönüştürülen diğer gelirlerden ayrı olarak, kıdem tazminatlarını ve sosyal sigortaları) etkili bir şekilde yeniden yönlendiren finansal piyasalar, sosyal hizmetlerin ve refahın baş sağlayıcısı olarak devletin yerini almaktadır. Bu bakış açısından, hayatın yeniden üretim alanının özelleştirilmesini temsil etmektedirler. Dolayısıyla biyo-iktidar uygulamaktadırlar.
Sonuç olarak finansal kriz mevcut kapitalist biyo-iktidarın yapısının bir krizidir.
Son olarak, finansal piyasalar bugün kapitalist değerlenmenin, başka bir deyişle, toplumsal elbirliğinin sömürüsünün ve genel zekânın rantının sabitlendiği yerlerdir (bkz. 2. Tez)
Bu saptamalardan, reel alanı finansal alandan ayırmanın zorluğunun anlaşılması gerekmektedir. Kârları finansal ranttan ayırt etmenin imkânsızlığı bunun kanıtıdır (bkz. 8.Tez)
2. Tez Mevcut finansal kriz kapitalist değerlenmenin ölçümünün bir krizidir
Bilişsel kapitalizmin ortaya çıkışıyla birlikte, değerlenme süreci maddi üretimle ilişkili bütün niceliksel ölçü birimlerini yitirmiştir. Bu ölçüler, bir şekilde, üretimin somutluğu ve üretim için gerekli zaman temelinde ölçülebilir olan, malların üretimi için gerekli emeğin içeriği tarafından belirleniyordu. Bilişsel kapitalizmin ortaya çıkışıyla birlikte değerlenme, etkin bir şekilde belirlenmiş iş saatlerini giderek yaşam zamanının bütünüyle çakışacak şekilde kesen farklı emek biçimleri tarafından tetiklenir hale gelme eğilimindedir. Bugün emeğin değeri kapitalist birikimin temelini oluşturur ve aynı zamanda bilginin, duygulanımların ve ilişkilerin, imgesel ve sembolik olanın değeridir de. Bu biyo-politik dönüşümlerin sonucu, geleneksel emek-değer ölçümünün ve bununla birlikte de kâr biçiminin krize girmesidir. Olası “kapitalist” çözümlerden biri, toplumsal elbirliğinin ve genel zekânın sömürüsünün piyasa değerleri dinamikleri üzerinden ölçülmesiydi. Bu şekilde, kâr ranta dönüşür ve finansal piyasalar, emek-değerin belirlendiği, finansal piyasalar tarafından üretilen gelecekteki kâr beklentilerinin öznel ifadesi olan ve bu sayede rant olarak el konulabilen finansal bir değere dönüştürüldüğü yerler haline geline gelmiştir. Mevcut finansal kriz, finansın emek için bir ölçü birimi oluşturabileceği yanılsamasının, en azından çağdaş kapitalizmin bilişsel yönetişimdeki mevcut başarısızlığı içinde, sonunun geldiğine işaret eder. Sonuç olarak, finansal kriz aynı zamanda kapitalist değerlenmenin bir krizidir.
3. Tez Kriz, bilişsel kapitalizmin gelişim ufkudur
Geleneksel olarak, kapitalist üretim dünyası içinde kriz fenomeni iki temel kategori altında sınıflandırılabilir: potansiyel bir değişim perspektifi açan koşulları temsil eden tarihsel bir evrenin tükenmesinden ortaya çıkan krizler ve kendisini zorlanarak da olsa dayatmaya çalışan yeni bir sosyo-ekonomik paradigmanın tarihsel evresindeki bir değişimin sonucu olarak ortaya çıkan krizler. İlk tip kriz “doygunluk krizi” olarak adlandırılmıştır, ikinciler ise “büyüme krizi”.
Bu modeli takip edersek, mevcut kriz, 70’lerdekinden ve aynı şekilde 1929’dakinden farklı olarak, bir “büyüme krizi” olarak tanımlanabilir. Bilişsel kapitalizmin özelliklerinin kendilerini yapılandırmaya başladığı ve Fordist-Taylorist paradigmanın krizinin son evresinin (ya da “post-Fordizm”) sonunun geldiği 90’lar, mevcut krizin habercisidir.
Aslında 70’lerin ikinci yarısından bu yana büyük şirkete dayalı üretim modelinin ve 1929 Krizi ile İkinci Dünya Savaşı’ndan doğan Keynesçi politikalara oturan Fordist-Taylorist modelin geri döndürülemez krizi giderek ilerlemektedir.
Post-Fordist dönem olarak adlandırılan 80’ler boyunca, hâkim ve hegemonik bir paradigma kurmaktan aciz olsalar da Fordizmin yenilgisini haber veren çeşitli toplumsal modeller ve üretim modelleri söz konusuydu.
1990’ların başında, 1987’deki finansal çatlak ve (Berlin Duvarı’nın yıkılması ile Birinci Körfez Savaşı’nı izleyen) 1991-1992 ekonomik durgunluğundan sonra, yeni bilişsel kapitalizm paradigması, bütün mevcut gücü ve istikrarsızlığıyla kendini göstermeye başladı. Üretim ve emekteki dönüşümler ile birlikte finansal piyasaların rolü bu bağlamda yeniden tanımlanırken ulus devletlerin ve Keynesçi refahın rolleri yapısal olarak dönüştürüldü; bu daha önceki tarihsel aşamalardaki kamusal müdahale biçimlerinin çöküşü anlamına geliyordu.
Son on beş yılda meydana gelen krizleri takip eden bugünün finansal krizi, bilişsel kapitalizmin şimdiye kadar kendisi için oluşturmaya çalıştığı düzenleyici birikim ve bölüşüm mekanizmasının tutarsızlığını sistematik ve yapısal olarak ortaya koymuştur.
Ancak daha açık ifade etmek gerekirse, mevcut krizden “büyüme krizi” olarak bahsetmek, hiçbir şekilde mevcut aşamanın olumlu ve toplumsal olarak tatmin edici bir anlamda “otomatik” bir zaferini savunmak anlamına gelmez. Gerçekte şu anda böylesi bir krizden bir çıkış stratejisini tanımlamak imkânsız olduğu gibi krizin doğasının kendisi de değişmektedir. Bu kriz, kendisinden önceki gelişmeyle ve kendisinden sonra gelen mücadelelerle doğrusal bir ilişki içindeki ekonomik döngünün iniş aşamasıyla artık hiçbir şekilde –tabi daha önce hiç böyle olmuşsa- sınırlı değildir. 1929 örneğinde kriz, New Deal ve İkinci Dünya Savaşı sayesinde Fordist düzenleme paradigmasıyla alt edilebilmişti. Bugün (bkz. 9.Tez) böyle bir perspektif sunulamaz. Kapitalist birikim ortak olanın boyunduruk altına alınmasıyla kendini yeniden üretirken, aslında kriz kalıcı bir süreç haline gelmektedir. Bu çerçevede, ekonomik döngü kategorisinin doğrudan kendisi, emekteki dönüşümler, sermayenin üretim döngüsünü önceden örgütlemesinin imkânsızlığı ve küreselleşme tarafından belirlenen mekânsal-zamansal koordinatlardaki kaymalar ışığında kökten bir şekilde yeniden düşünülmelidir. Ekonomik-finansal krizlerin, döngüsel dinamiklerin yeniden yapılandırılmasını –kriz ortaya çıktıktan sonra bile- imkânsız hale getirecek kadar kısa bir zaman aralığında ortaya çıkışı (sadece birkaçını saymak gerekirse, 97 Doğu Asya krizinden, 2000’de Nasdaq’ın çöküşüne ve borç sisteminin ve alt gelir grubuna verilen yüksek faizli kredilerin krizine) bunun kanıtıdır. Bu izlenebilecek pek çok açık yol olduğu anlamına gelir. Doğrusunu seçip seçmemek dönüşüm iradesine ve toplumsal hareketlerin politik eylemine kalmıştır.
4. Tez Finansal kriz biyo-politik kontrolün krizidir – sistemik bir yapısal istikrarsızlığı ortaya koyan bir yönetişim krizi
Mevcut finansal kriz, finansa dayalı birikim ve bölüşüm süreçlerinin kurumsal yönetişiminin mümkün olmadığını göstermektedir. Son bir iki ayda uygulamaya konulan yönetişime dönük (kriz sonrası) girişimler, devam etmekte olan kriz üzerinde nerdeyse hiç etkili olmamıştır. BIS’in (Uluslararası Ödemeler Bankası) dolaşımdaki türevlerin değerinin nerdeyse 556 trilyon doları bulduğunu (dünyanın GSYİH’nın 11 katı) tahmin ettiği düşünülürse başka türlüsü de olamaz. Geçen yıl içinde bu değer, 200 trilyon dolardan daha fazla likiti yok ederek yüzde 40’tan daha fazla düştü. Tekrar etmek gerekirse, toksik varlıklar “virüs” gibi dolaşmaktadır ve nereye yuvalandıklarını bilmek kelimenin tam anlamıyla imkânsızdır.
Şu ana kadar dünya çapında yeni likidite enjekte etme biçiminde gerçekleştirilen parasal müdahalelerin tutarı 5 milyon doları geçmemektedir: okyanusta sadece bir damla, kayıpları karşılamak ve çöküş eğilimini terse çevirmek için yapısal olarak yetersiz bir miktar. Bunu takiben olanaklı tek politik yönetişim, güven iklimini dönüştürmeye ya da daha ziyade “kamuoyu”nu dinamik bir şekilde etkileyebilen gerçek veya sanal örgütlenmelerle ilişkili olarak diller ve alışkanlıklar üzerinde etkin olmaya çalışmaktır. Bununla birlikte, finansal piyasa dinamikleriyle en haşır neşir olan işlemcilerin bile hesaplayamadığı krizin etkin ağırlığının “aşırılığı”na karşı, sahtekarlıkları damgalamayı ya da güven aşılamayı düşünmek tamamen yersiz ve elverişsiz görünmektedir.
Dolayısıyla yönetişim krizi sadece “teknik” bir kriz değil, daha önemlisi “politik” bir krizdir. 1.Tez’de görmüş olduğumuz üzere, finansal piyasaların genişleme ve reel büyüme aşamalarını destekleyebilmesinin koşulu, finansal tabanın sürekli artışıdır. Başka bir deyişle, küresel zenginliğin finansal piyasalara yeniden yönlendirilen payının sürekli olarak büyümesi zorunludur. Bunun anlamı, borç ve kredi arasındaki ilişkilerde, ister borçlu insan sayısının artışı (finansal piyasaların genişleme derecesi) isterse önceden var olan finansal mübadelelerle beslenen yeni finansal araçların oluşturulması (finansal piyasaların yoğunluk derecesi) yoluyla olsun, sürekli bir artıştır. Türev ürünler, aynı finansal piyasaların genişlemesinin ikinci biçiminin klasik bir örneğidir. Hangi etkenler göz önünde bulundurulursa bulunsun, finansal piyasaların genişlemesi, zorunlu olarak hem borç artışı hem de bununla ilişkili olarak risk üzerine spekülatif faaliyetlerle el ele gider. Bu finansal piyasaların bilişsel kapitalizmin kurucu öğesi olarak görevinin içsel bir dinamiğidir. Aşırı spekülasyonun yöneticilerin ya da bankaların açgözlülüğünden kaynaklandığını söylemek anlamsızdır ve sadece dikkatlerin krizin gerçek yapısal nedenlerinden kaydırılmasına hizmet edebilir. Zorunlu olarak sonuç, her şeyden öte nüfusun yüksek riskli kesimlerinin giderek daha çok borca batmasıyla birlikte, giderek büyüyen borcun yarattığı istikrarsızlıktır. Bu nüfus kesimleri kendilerini, emek güvencesizliği süreçlerini takiben, hisse senedi kazançlarına katılımın daha iyi durumdaki toplumsal sınıflara sağladığı zenginlik etkisinden yararlanamaz durumda bulan toplumsal tabakalardır. Dolayısıyla emlak mortgage’inde ortaya çıkan borçların ödenmemesi krizinin kaynağı, çağdaş bilişsel kapitalizmin çelişkilerinden birinde bulunur: eşitsiz gelir dağılımının, birikim sürecini devam ettirebilmek için finansal tabanı genişletme zorunluluğu ile uzlaşmazlığı. Bu çelişki düğümü, toplumsal bileşenlerin (ister tekil parçalar isterse sınıf tabakaları olarak tanımlanabilir olsunlar) büyük bir bölümünün hayatının (fazlasının) kapitalist boyunduruğa indirgenemezliğinin gün ışığına çıkmasından başka bir şey değildir. Hilebazlık biçimlerinden şirket hiyerarşilerine, yerel yönetişime karşı çıkan toplulukların varlığına, hâkim toplumsal alışkanlıkların dayattığı hayati zorunluluklardan, bireysel ya da grupsal çıkışlardan çalışma dünyasında öz-örgütsel biçimlerin gelişimine ve küresel Güney’in varoşları ve megapollerinde, Batı metropollerinde ve de Güneydoğu Asya ve Güney Amerika’nın yeni sanayileşmiş bölgelerindeki eski ve yeni sömürü biçimlerine karşı gelişen açık isyanlara kadar, bugün kendini bir davranışlar çeşitliliğinde gösteren bir fazlalıktan bahsediyoruz. Dünyanın dört bir köşesinde tek bir ağızdan krizin bedelini ödemeyeceğini söyleyen bir fazlalık. Çağdaş kapitalizmin iflah olmaz istikrarsızlığı bu fazlalığın da bir sonucudur.
5. Tez Finansal kriz tek taraflılığın bir krizi ve jeo-politik yeniden dengelenme sürecinin bir uğrağıdır
Mevcut kriz, finansallaşma süreci içinde ABD’nin finansal hegemonyasını ve Anglo-Sakson borsalarının merkeziliğini sorunlu hale getirmiştir. Krizden çıkış zorunlu olarak finansal ağırlık merkezinin Doğu’ya ve kısmen de Güney’e (yani Güney Amerika’ya) kaymasını getirecektir. Daha şimdiden küreselleşme süreçleri, üretkenlik ve ticari değişimlerin kontrolü seviyesinde, başka bir deyişle reel bir seviyede üretim merkezinin Doğu’ya ve küresel Güney’e kaydığını ortaya koymaktadır. Bu bakış açısından, mevcut finansal kriz, bilişsel kapitalizmin nüfuzunun ilk aşamasını ayırt eden bir tür istisnanın sonuna işaret etmektedir: finansal hegemonya Batıda tutulurken teknolojik merkeziliğin ve bilişsel emeğin Hindistan ve Çin’e doğru hareketi. Doğu ülkeleri (Çin ve Hindistan), Brezilya ve Güney Amerika’nın gelişimi, Batılı şirketler tarafından uygulanan dışsallaştırma ve yerelliğin çözülmesi süreçleri ile yönlendirilirken, bilişsel kapitalizmin iki temel komuta değişkeni arasında mekânsal bir distoni tanımlamak mümkün değildi: bir yandan nakit-finansın kontrolü, öte yandan teknolojinin kontrolü. 90’ların sonunda yeni sanayileşmiş ülkeler, taklit kapasitesi ve bilginin dağılımına dayalı bir üretim modelinden “insan sermayesi”nin oluşumuyla hâlihazırda başlamış olan, bilginin üretimi, mülk edinilmesi ve biriktirilmesi süreçlerini destekleyen bir üretim modeline geçerek, Batının ve Japonya’nın teknolojik liderliğini krize sokmaya başladılar. Tayland bahtının değer yitirmesiyle başlayan ve özellikle (eski SSCB ülkeleri olan Asya ülkeleri hariç) Asya ve Güney Amerika borsalarını vuran 1997 finansal krizi, Anglo-Sakson borsaların küresel düzeyde yeniden üstünlük kurmalarını sağlamakla birlikte tekno-üretim liderliğinin Doğu’ya doğru kaymasını hiçbir şekilde engelleyemedi. Böylelikle küresel jeo-ekonomik dengede ilk çelişki ortaya çıkmış oldu: finansta Batı üstünlüğü, “reel” ekonomi ve uluslararası değiş-tokuşta Doğu üstünlüğü. Nitekim bu denge, yeni bin yılın ilk beş yılında Afganistan ve Irak’ta sürekli savaş yoluyla hızı kesilmeye çalışılan ve Doha’dan (Kasım 2001) Cancun’a (Eylül 2003) ve Hong Kong’a (Aralık 2005) kadar çeşitli uluslararası ticaret zirvelerinin başarısızlığa uğramasının temelde altında yatan istikrarsız bir dengedir.
Yine de Amerika’nın artan (iç ve dış) borcu ve finansal piyasaları giderek daha da riskli hale gelen borç ve kredi ilişkileriyle giderek genişletme zorunluluğu, hâlihazırda istikrarsız olan bu dengenin daha fazla devam edemeyeceğine işaret ediyordu. Mevcut finansal kriz, bu mekânsal distoniye bir son vermiştir. Teknolojik ve finansal üstünlük, jeo-ekonomik bir düzeyde birleşme eğilimindedir. Sonuç olarak, biyo-ekonomik bir birikim paradigması olarak bilişsel kapitalizm, Çin, Hindistan ve küresel Güney’de bile hâkim hale gelmektedir. Ancak bu, açıkça belirtmek gerekirse, kapitalist değerlenme süreçlerinin ve sermaye tarafından komuta edilen ve sömürülen iş bileşiminin sürekli olarak eklemlenmelerini sağlayan, farklı mekânlar ve zamanlar arasındaki radikal farklılıkların işlemediği anlamına gelmez. Nairobi, New York ve Shangai’a ayırt etmeksizin uygulanabilecek, her kapıyı açabilecek kilit kavramlar oluşturmak da mümkün değildir. Mesele şu ki yerler, bölgeler ve kıtalar arasındaki radikal farklılıkların anlamının, bilişsel kapitalizmi oluşturan üretim sistemlerinin, zamansallıkların ve öznel emek deneyimlerinin heterojen bir şekilde iç içe geçmişliği içinde yeniden ifade edilmesi gerekmektedir.
6. Tez Finansal kriz ekonomik Avrupa Birliği’nin kuruluş sürecinin zorluklarını ortaya koymaktadır
Avrupa parasal Birliği’nin kuruluşunun hedeflerinden biri, Avro bölgesi ülkelerini para piyasalarının spekülatif girdabından korumak amacıyla, olası finansal krizlere karşı bir kalkan oluşturabilecek güçlü bir para birimi oluşturmaktı. Aslında 1997-97 ve 2000 krizleri boyunca, avronun varlığı uluslararası spekülasyonun anti-Avrupalı bir işlev etrafında birleşmesini önledi. Bununla birlikte, finansal kriz Amerikan hegemonyasının kalbinden başlayarak sadece ana Batılı yatırım şirketlerini diz çöktürmekle kalmayıp “reel” ekonomi üzerinde de etkisini göstermeye başlayınca bu akıl yürütme çöktü.
Dünya para otoritelerinin yarısının ve krizin vurduğu önde gelen hükümetlerin buna verdiği yanıt, kredi ve gayrimenkul sektörlerinde açılan delikleri kapatmak üzere olabilecek en fazla miktarda likidite sağlamak oldu. Ne var ki bu gibi –devasa miktarlarda kamu parasını harekete geçiren- müdahaleler, Avrupa bağlamında rastgele bir sırayla, nerdeyse tamamen teknik ve hiç de politik olmayan bir koordinasyonla gerçekleştirildi. Sonuç, her bir Avrupa devletinin, somut anlamda, özerk bir şekilde ve farklı tarzlarla hareket etmesi oldu. Aslında her bir üye ülkenin etkisinden bağımsız bir bütçeye dayanan bir Avrupa mali politikasının öncüllerini yaratmayı önemsemeden sadece para birliğine odaklanmalarının bedelini ödüyorlar. Bugün finansal krize karşı gerçek bir karşı saldırı oluşturabilir nitelikte, koordinasyonlu bir mali müdahale için araçlar bulunmamaktadır. Bu, Avrupa’yı ekonomik ve sosyal olarak (politik olarak hiç demiyoruz bile) inşa etmedeki başarısızlığın gizli bir belirtisidir.
7. Tez Finansal kriz neoliberal teorinin krizine işaret etmektedir
Mevcut finansal kriz, kapitalist sistemin nasıl yapısal olarak istikrarsız olduğunu ve serbest piyasa teorisinin bu istikrarsızlıkla nasıl bir türlü başa çıkamadığını göstermektedir. Neoliberal düşüncenin hâkim öğretilerine göre, piyasanın serbest işleyişi sadece verimli bir birikim sürecini değil aynı zamanda kişilerin katkılarına ve bağlılıklarına göre doğru ve dengeli bir gelir dağılımını garantilemelidir. Toplumsal farklılaşmanın varlığı, ekonomik aktörlerin özgürce ifade bulan tercihlerine dayalı seçimlerinin sonrasında ortaya çıkan bir sonuçtur.
Bu tür bir yönelim, iki varsayıma dayanır. İlki, doğal ve yapay olmayan kaynaklara dayalı üretim kapasitesinin tanımı gereği sınırlı ve dolayısıyla da kıtlığa tabi olduğu bir bağlamda, ekonomik sürecin tamamen, tüketicinin (ekonomik talep) arzı belirlediği değişim etkinliğinde yürütüldüğü fikriyle ilgilidir. Kaynakların dağılım sürecinin üretim süreci üzerindeki üstünlüğü, müşteri egemenliği ilkesi sayesinde piyasanın ekonomik etkinliğin belirlendiği tek yer haline gelmesini ima eder. Bu ilke doğrusal bir biçimde, her bir bireyin kendisinin tek yargıcı olduğunu (özgür irade ilkesi) ve toplumsal farklılıkların sadece tekil bireyler tarafından ifade edilen değerlendirmeler üzerine kurulması (bireyciliğin üstünlüğü) gerektiğini öne süren bireysel egemenlik ilkesine dönüşür. Bununla birlikte, tüketici egemenliği bireysel egemenliği tüketim etkinliğine indirger. Dolayısıyla bu meşhur özgür irade, yalnızca serbest tüketimde ifade bulur, ancak bu, bir bireyin özgül harcama gücü ve piyasa erişilebilirliğiyle sınırlı olduğu için asla mutlak bir özgürlük değildir. Sonuç olarak, piyasada mallar ve hizmetler için talep yaratmalarına olanak verecek parasal kaynaklara sahip olmayanlar, örneğin göçmenler, ekonomik bir bakış açısında yer almazlar. Gerçekten önemli olan –her bireyin ihtiyaçlarını karşılamak için arzuladığı malların ve hizmetlerin bütünü olarak- talepten ziyade eldeki nakitte ifadesini bulan, ödeme gücü olan taleptir. Paranın olmamasından dolayı piyasalarda karşılanamayan talep fiili olarak var değildir. İnsanların çoğu açısından tüketim için harcanabilecek (gelirle sınırlı) miktarlar ücretlere bağlı olduğundan, bundan (ne kadar inkâr edilse de) çalışma koşullarının bireysel özgürlüğün etkinlik derecesini belirlediği sonucuna varılabilir.
İlkiyle sıkıca ilişkili olan ikinci nokta, endüstriyel-Fordist kapitalizmin krizinin ve bunun biyo-ekonomik kapitalizme dönüşümünün sonucu olarak mülkiyet bireyciliğinin üstünlüğünü olumlar. Her bir ekonomik aktör, tüketim ve yatırım seçimlerinden sorumlu tek aktör olarak görülür. Finansal açıdan bu, ulusal borcun bireysel borca indirgenmesine dönüşür; politik ve ekonomik düzeyde ise bu kuramsal yaklaşım konjonktürel finansın defedilmesini ve bireysel borca dayalı özel harcamaların meşrulaştırılmasını sağlamaya hizmet eder. Ekonomik birikim olarak kapitalist sistemin daima borca dayalı parasal bir ekonomi olduğu tespitinden başlayarak ve 1929 ekonomik krizinden sonra devlet, kamu borcunu yönetme sorumluluğunu alarak son borç veren mercii rolünü üstlenmiştir (Keynesçi bütçe açığı harcamaları politikaları). Bunun yerine, mülkiyet bireyciliği adına Fordizmden bilişsel kapitalizme geçiş, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kazanılan sosyal hakların finansal “özelleştirilmesi” yoluyla kamu borcundan bireysel borca dönüşüm tarafından belirlenmiştir.
Neoliberal ideolojik kriz, serbest piyasanın kaynak üretimi ve dağılımının verimli bir mekanizması olarak başarısız olmasında ve gelirin yeniden bölüşümünün mekanizmaları olarak finansal piyasaların rolünde yatar. Birinci durumda, serbest rekabet kusura bakmasın ama kapitalizmin tarihinde daha önce hiç görülmemiş bir biçimde finansal ve teknolojik bir yoğunlaşma sürecine tanıklık etmekteyiz. İkinci durumda ise, finansal piyasaların yeniden bölüştürücü yönetişimi, tam bir başarısızlık örneği olduğunu ortaya koymuş durumdadır.
8. Tez Finansal kriz bilişsel kapitalizmin çelişkili iki içsel ilkesini açığa çıkarır: emeğe karşılığının ödenmesinin geleneksel biçimlerinin yetersizliği ve mülkiyet yapısının kepazeliği
Mevcut finansal krize dönüşmüş olan günümüz bilişsel kapitalizmin yapısal istikrarsızlığı çerçevesinde, yeniden bölüşüm değişkenlerinin tanımının çağdaş bilişsel kapitalizmde değer üretimine göndermede bulunacak bir şekilde yeniden düşünülmesi zorunlu hale gelmektedir.
Emek alanı söz konusu olduğunda, bilişsel kapitalizmde emeğin karşılığının ödenmesinin hayatın karşılığının ödenmesine dönüşmesi gerektiğini görmek gerekmektedir. Buna bağlı olarak, oluşum halindeki çatışma, sadece (Keynesçi terimlerle söylersek) sürekli olarak yüksek ücretler için zorunlu bir mücadele değil, daha ziyade herhangi bir sözleşme türüyle belgelenmiş bir emek etkinliğinden bağımsız olarak gelirin sürekliliği mücadelesidir. Fordist-Taylorist paradigmanın krizinden sonra, hayat ve emek zamanı arasındaki farkı ayırt etmek artık çok kolay değildir. Çalışma dünyası içinde en çok sömürülen insanlar, hayatları işe en çok koşulmuş olan insanlardır. Bu, öncelikle, hizmet sektöründe çalışma saatlerinin uzatılmasıyla ama her şeyin ötesinde göçmen emek gücü içinde gerçekleşmektedir: Üçüncü sektör etkinliklerinde harcanan emek-zamanın büyük bir kısmı gerçekte iş sırasında gerçekleşmemektedir. Ücretler üretken olarak tanımlanan belgelenmiş emeğe karşılığının ödenmesiyken bireysel gelir, yaşam standardını belirleyen, bir yerdeki yaşam ve ilişkilerden (iş, aile, yardımlar, olası rantlar vb.) türeyen bütün geri dönüşlerin toplamıdır. İş ve hayat arasındaki ayrım var olduğu sürece, ücretler ve bireysel gelir arasındaki kavramsal ayrım da devam edecektir, ancak hayat zamanı işe koşulduğunda gelir ve ücret arasındaki ayrım da bulanıklaşmaya meyleder.
Dolayısıyla mesele, birincisini sektörel direnişe ve ikincisini ise sadece ideolojik bir önermeye teslim ederek, ücret mücadeleleri ile gelir mücadelelerini karşı karşıya getirmek değildir. Politik düğüm noktası daha ziyade, üretimdeki dönüşümlerden ve emeğin yeni bileşiminin öznel maddiliğinden başlayarak maharet gerektiren bir bileşim üzerine yeniden düşünmektir.
Fiili olarak, iş ve hayat ve bunun sonucunda da ücretler ve gelirler arasındaki çakışma eğilimi henüz kurumsal düzenlemelerin sınırları içinde düşünülmüş değildir. Farklı bakış açılarından, temel gelirin kapitalizmin yeni eğilimlerine uygun kurumsal bir düzenleme öğesini olabileceği öne sürülmektedir. Bizi en çok ilgilendiren ise bir sosyal adalet teorisine doğru kaymak ya da üretim rasyonalitesinin kabul görmeyişinden yakınmak değildir, hele kapitalizmin kendi krizini aşmasına olanak verecek düzenleyici aygıtların olmayışından yakınmak hiç değildir. İlk ve öncelikli olarak gelir, çağdaş kapitalizmin değişimleri içinde bir mücadele alanının, başka bir deyişle, karşıt öznelliğin kurucu süreçlerinin içinde politik bir programın bir öğesinin tanımlanmasıdır. Bu bakış açısından, temel gelir yeniden bölüşümcü değil doğrudan bölüşümcü bir değişken olarak görülebilir.
Üretim alanı söz konusu olduğunda, dikkate alınması gereken ikinci boyut fikri mülkiyet haklarının oynadığı roldür. Bu haklar, sermayenin toplumsal elbirliği ile birlikte genel zekâyı mülkleştirmesine olanak veren araçlardan biridir. Bilgi toplumsal elbirliği ile üretilen ortak bir mal olduğu için, yenilikçi etkinlikle ilişkili olarak bunun kullanımından doğan artı değer ve emeğin üretkenliğindeki artış sadece fiziksel veya bireysel bir sermaye birikimine (yani ister kişi isterse bir iş yeri olsun tek bir varlık olarak tanımlanan bir kapitalistin sermayesine) yapılan bir yatırımın ürünü değildir ve daha ziyade bir toprak alanı üzerinde tortulaşmış ve bireysel girişimcilerin inisiyatifinden bağımsız olan toplumsal bir mirasa (ya da bazı ekonomistlerin söylediği üzere “toplumsal insan sermayesi”ne) dayanmaktadır. Dolayısıyla buradan çıkan kâr oranı, bir işin değerini tanımlayan yatırım düzeyi ile ana sermaye arasındaki basit orandan ziyade var olan “toplumsal” sermaye ile birlikte bu iş girişiminin dayanağını oluşturan “bir şey”dir. Başka bir deyişle, kâr giderek daha tutarlı ölçülerde bilgi gibi ortak malların özel amaçlar için sömürüsü ve mülkleştirilmesinden doğduğu oranda, bu kısmen ranta benzetilebilir: topraktan ve öğrenmeden gelen rant, başka bir deyişle fikri mülkiyet haklarının ve bilgi mülkiyetinin uygulanmasından gelen rant.
Keynes’in Genel Kuram kitabının son bölümünden alıntılanarak şöyle denilebilir: “Bilginin sahibi, bilgi kıt olduğu için kâr elde edebilir, tıpkı toprak sahibinin toprak kıt olduğu için rant elde edebilmesi gibi. Ancak toprak kıtlığının onun doğasına özgü nedenleri olabilmesine rağmen, bilgi kıtlığı için böyle hiçbir neden söz konusu değildir.”
Üstelik son birkaç yıldır çeşitli liberal teorisyenler, uzun dönemde yaratıcı sürecin önünde engel olma riskini taşıyan telif haklarının sınırlandırılmasının ya da hatta ortadan kaldırılmasının zorunluluğunu öne sürmüştür. Bu teorisyenler demektedir ki bilişsel kapitalizm, web 2.0’da bir ön ifadesini ve Google ile Microsoft arasındaki çatışmada ise bir örneğini görebileceğimiz bir model olarak, bir tür “mülkiyetsiz kapitalizme” dönüşmelidir. Sermaye toplumsal elbirliğini a priori örgütleyebilmek için uğraşırken, onu takip etmek ve sonradan ele geçirmek zorundadır: birikim ve artı değer sonuçta aslen bir finansallaşma sürecinden geçmektedir. Finansal kapitalizme yakın çevrelerin “sermayenin komünizmi” olarak tanımladıkları şey budur. Mülkiyetsiz de yapabileceğini kabul etse bile kapitalizm elbette kontrolü elden bırakamaz, bu sürekli olarak bilişsel emeğin potansiyelinin önünün kesilmesi anlamına gelse bile. Bu noktada üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki klasik çelişki tamamen yeni terimler içinde yeniden tanımlanır.
Kâr ve rantın birbirine karışması, bilişsel kapitalizmde birikim sürecinin, Fordist endüstriyel kapitalizmde artı değer üretmeyen ve de soyut emeğe çevrilmeyen insani gayelere ilişkin etkinliklerin içerilmesiyle birlikte tam da birikimin tabanını genişletmiş olmasından kaynaklanır.
Bu açıdan, paradigmatik 1929 krizinden sonra Keynes tarafından önerilen politik ekonomik bulgular bilişsel kapitalizmde ortaya çıkan yeni unsurlar göz önünde bulundurularak yeniden yazılabilir.
Temel gelir ölçüsü daha yüksek ücret siyasetinin yerini alırken Keynes’in rantiyerinin ötenazisi; mekânsal değerlenme, bilgi ve finans akışlarının oynadığı rol akılda tutularak, değerlendirilmeye açık olan tabanı yeniden tanımlayabilecek mali politikaların eşliğinde, fikri mülkiyet haklarından (ya da bilişsel rantiyerden) türeyen rant pozisyonlarının ötenazisi olarak yeniden ifade edilebilir. Bu ideal bir durum değildir, ama en azından çatışma biçimlerini ve ortak olanın yeni kurumlarını örgütlemenin olası koşullarının yeniden düşünülebileceği bir gerilim alanını tanımlayabilir.
Keynes’in yatırımları toplumsallaştırma önerisine ilişkin olarak, bilişsel kapitalizm, teknolojik ve finansal akışların, yani bugün esnek ve taşeronlaştırılmış üretimin kontrolüne ve komuta edilmesine olanak veren kaldıraçların, daha da yüksek bir yoğunlaşması karşısında üretimin toplumsallaştırılmasıyla ayırt edilir. Yatırım akışlarının temelinde yatan bu tür bir yoğunlaşmayla kesişen herhangi bir politik program, dolayısıyla, doğrudan mülkiyet yapısını etkiler ve bunun temelinde yatan kapitalist üretim ilişkisinin altını oyar.
Bu nedenle, bilişsel kapitalizmde toplumsal bir sözleşmeyi tanımlayabilecek olası “reformist” öneriler, temel gelire ve (fikri mülkiyet rantının ötenazisine yol açması mümkün olan) fikri mülkiyet haklarının ağırlığının azaltılmasına dayalı yeni bir ücret düzenlemesinin uygulamaya konulmasıyla sınırlıdır.
9. Tez Mevcut finansal kriz, yeni bir New Deal’i tanımlayacak reformist bir politikayla çözülemez
Mevcut durumda, yeni bir toplumsal sözleşmenin (ya da New Deal) tanımlanabilmesinin ekonomik ve politik öncülleri mevcut değildir. Dolayısıyla bu sadece bir yanılsamadır.
Fordist Yeni Düzen üç varsayımın varlığına dayalı kurumsal bir birleşimin (Büyük Hükümet) sonucuydu: 1) başka devletler tarafından koordine edilse bile ulusal ekonomi politikalarını bağımsız olarak geliştirebilen bir ulus devlet, 2) üretkenlik kazançlarını ölçebilme ve dolayısıyla da bunların kâr ve ücretler arasındaki yeniden dağılımını sağlayabilme, 3) karşılıklı olarak tanınan ve kurumsal bir düzeyde meşrulaştırılan toplumsal bileşenler arasında, girişimci çıkarlarını ve işçi sınıfının çıkarlarını yeterli ve açık bir şekilde (keyfilik payını dışlamayarak) temsil edebilen endüstriyel ilişkiler. Bugünün bilişsel kapitalizminde bu varsayımların hiçbiri mevcut değildir.
Ulus devletlerin varlığı, üretimin uluslararasılaşması ve finansal küreselleşme süreçleri tarafından krize sokulmuştur. Ulus devletlerin bilginin, enformasyonun ve savaş aygıtlarının teknolojik kontrolünü kaybetmeleri ise ulusüstü emperyal bir iktidarın tanımlanmasının temellerini ifade etmektedir.
Bilişsel kapitalizmde en azından –ekonomik ve sosyal politika açısından bir referans birimi olarak- ulusüstü ve coğrafi bir mekânsal varlığı tahayyül etmek olanaklıdır (ve bugün ABD, Brezilya, Hindistan ve Çin gibi küresel düzeyde başı çeken ülkelerin klasik Avrupalı ulus devletten farklı kıtasal mekânlar olması tesadüf değildir). Bu bakış açısından Avrupa topluluğu, Yeni Düzen’in uygulanabileceği kamusal bir sosyo-ekonomik alanın yeni bir tanımını temsil edebilir. Oysa ki mevcut koşullar altında, Avrupa’nın inşası, finansal piyasa dinamikleri tarafından koşullanmamış kamusal bir alan ile özerk ve bağımsız bir mekân yaratma olanağını yok eden mali politikalar ve para politikalarını takip ederek ilerlemektedir (bkz. 6. Tez).
Üretim dinamikleri, gayri-maddi üretime ve geleneksel kriterlerle ölçülmesi zor olan bilişsel insani yetilerin içerilmesine dayalı hale gelme eğilimindedir. Toplumsal üretkenliğin ölçümünde yaşanan mevcut zorluklar, ücretler ve üretkenlik arasındaki ilişkiye dayalı bir ücret düzenlemesine izin vermemektedir.
Temel gelir önerisi, çok farklı çevrelerden muhalefet ve çekinceyle karşılanmaktadır. Öncelikle girişimciler bu öneriyi, ihtiyaç şantajını ve emek üzerinde baskı kurmaya bağımlılığı azaltabildiği ölçüde yıkıcı bir öneri olarak değerlendirmektedir. İkinci olarak, temel gelir doğru bir şekilde (olması gerektiği gibi) başka herhangi bir koşula tabi olmaksızın önceki üretim etkinliğinin doğrudan karşılığı olarak anlaşılırsa, genel vergi sistemi tarafından finanse edilse bile hiyerarşik yapı tarafından kontrol edilememe riski taşır. Bunun yerine, (esnek güvenliğe uygun olarak “güvencesiz işçileri de içerecek şekilde”) genişlemeye doğru yönlendirilse bile sosyal güvenlik paylarına ilişkin bir reform önerisi hiyerarşik bir bakış açısından farklı bir şekilde kabul edilecektir. Bunlar aslında (temel gelirin olacağı gibi) doğrudan bölüşümcü değil “yeniden bölüşümcü” bir ölçü olacaktır, başka bir deyişle, rantın doğrudan bölüşümü uygulamaya konulur konmaz sosyal güvenlik payları rant transfer edecektir ve dolayısıyla bunları etraflıca reforme etmek emeğin karşılığının ödenmesine ilişkin dinamiklerde bir oyuk açacaktır. İkinci olarak, sınırlandırmalara ve kesin bölüşüm koşullarına tabi olarak sosyal güvenlik payları sadece işgücünün farklılaşmasının ve tabakalaşmasının bir öğesi haline gelmekle kalmayacak, aynı zamanda “workfare” yönelimli bir sosyal politikayla da uyumlu olacaktır.
Oysa temel gelir, emek sendikaları için varoluşlarını dayandırmaya devam ettikleri iş etiğiyle çelişir. Son olarak ama daha az önemli olmamak üzere, hem girişim alanında hem de emek sendikaları alanında toplumsal temsiliyet biçimlerinin krizine tanıklık ediyoruz. Tek bir örgütsel modelin bulunmayışı hem sermayenin hem de emeğin parçalanmasına neden oluyor. İlk bölünme, çoğunlukla hiyerarşik alt-tedarik ilişkilerine bağlı olan küçük işletmeler ve büyük çok uluslu şirketlerin çıkarları ile para ve finansal piyasaların spekülatif etkinlikleri, dağıtım, ulaşım, enerji, askeri anlaşmalar, araştırma ve geliştirme tekellerinden gelen kârların ve rantın mülkleştirilmesi arasındadır. Özellikle strateji ve değişik zamansal ufuklar açısından endüstriyel ve ticari sermaye ile finansal sermaye arasındaki çelişki ve ayrıca jeo-ekonomik ve jeopolitik etki açısından ulusal sermaye ile ulusüstü sermaye arasındaki çelişki, kapitalist sınıfın isteklerinin homojenliğini ve ortak amaçların tanımlanmasını problemli hale getirmektedir. Sermayenin çıkarlarını en çok birleştiren unsur, (farklı yerlerden kaynaklanan) kısa dönem kâr arayışıdır ve bu durum, Fordist kapitalizmden farklı olarak, ilerici politik reformların oluşturulmasını pratik olarak imkânsız kılmaktadır.
Bunun tersine, çalışma dünyası, sadece hukuksal bir bakış açısından değil, her şeyin ötesinde “niteliksel” bir bakış açısından çok daha parçalanmış görünmektedir. Ücretli sanayi işçisi figürü dünyanın pek çok yerinde ortaya çıkmakla birlikte bu aynı figür Batılı ülkelerde, örgütsel ve temsil güçleri, bireysel sözleşmenin hâkim hale gelişi ve Fordizmde oluşturulmuş olan sendika yapılarının uyum sağlayamaması yüzünden sınırlı kalan, güvencesiz, göçmen, boyun eğdirilmiş ve otonom olma gibi özellikler taşıyan atipik ve çeşitli bir işçi çokluğu aleyhine azalmaktadır.
Tüm bunların sonucu, bilişsel kapitalizmde onu ayırt eden istikrarsızlığı azaltabilecek bir kurumsal politik reform alanının olmayışıdır. Toplumsal hareketler ve özel çıkarlar tarafından yağma edilmiş ve kamusal politika içinde dondurulmuş bir refah sisteminin yeniden temellük edilmesi yoluyla örülecek otonom kurumsallık pratikleri tarafından zorlanmadığı takdirde yenilikçi bir Yeni Düzen mümkün değildir. Temel gelir önerisine dayalı bir ücret düzenlemesinden bilginin serbest dolaşımına dayalı bir üretime kadar tanımlamış olduğumuz birtakım ölçüler, birtakım neoliberal teorisyenlerin de öne sürdüğü üzere, sermayenin birikim ve boyunduruk süreçleriyle zorunlu olarak uyuşmaz değildir. Her durumda, yeni toplumsal çatışmalara ve ortak zenginliğin yeniden temellük edilmesine dönük kampanyalar başlatılabilir ve bunlar yoluyla kapitalist üretim sisteminin temelinin, başka bir deyişle emek üzerindeki baskı rejiminin, bir sınıfın başka bir sınıfa karşı şantajının aleti olarak gelirin ve üretim araçlarının (dün makineler, bugün ise bilginin de) özel mülkiyeti ilkesinin altı oyulabilir.
Başka bir deyişle, bilişsel kapitalizmde, Keynesçi kökleri olan ancak yeni birikim sürecinin özelliğiyle uyumlu hale getirilmiş, olası bir toplumsal uzlaşmanın teorik bir yanılsamadan başka bir şey olmadığını söyleyebiliriz, kaldı ki bu aynı zamanda politik bir bakış açısından da uygulanabilir değildir.
Bugün bilişsel kapitalizme ilişkin istikrarlı bir yapısal paradigmayı güvence altına alabilecek (sermaye ve emek arasında, her ikisini de memnun edecek bir dolayım biçimi tanımlayabilecek) tam teşekküllü bir reformist politika belirlenemez. Dolayısıyla toplumsal dinamiklerin reformist pratiklerin ve bunun da ötesinde reformist kuramların gelişimine herhangi bir yer bırakmadığı tarihsel bir bağlam içindeyiz.
Buradan devam ederek, kurama yön veren praksis olduğu için, insanlığın toplumsal gelişimine –her zaman olduğu gibi- ancak çatışma ve çokluk hareketlerini yaratabilme gücü olanak verebilir.
Mevcut kriz durumunun aşılabileceği koşullar ancak ulusüstü bir düzeyde güçlü bir toplumsal çatışmanın yeniden canlanmasıyla yaratılabilir. Apaçık bir paradoksla yüz yüzeyiz: Yeni reformist perspektifleri ve kapitalist sistemin göreli istikrarını mümkün kılmak için, kapitalist komuta yapısının üzerine dayandığı eksenleri dönüştürebilecek, devrimci türden ortak bir eylem zorunludur.
O halde kapitalizm sonrası bir toplumu tahayyül etmeye başlayabilir ya da daha iyisi, krizde refah için verilen mücadeleyi ortak olanın kurumlarının dolaysız bir örgütlenmesi olarak yeniden ele alabiliriz. Bu kesinlikle politik dolayım işlevlerini ortadan kaldırmaz ama bunları kesinlikle temsili yapıların elinden alır ve otonom pratiklerin kurucu gücüne katar.
10. Tez Mevcut finansal kriz yeni toplumsal çatışma senaryoları sunar
Sosyalizm geleneksel olarak, daha üstün bir gelişim mantığı sayesinde yaygın olarak görülen istikrarsızlığı diyalektik olarak aşmak suretiyle, kapitalizmi döngüsel krizlerinden kurtaracağını iddia etmiştir. Başka bir deyişle, kapitalizmin yapısal olarak yerine getirmesi imkânsız olan vaatlerini yerine getirmenin sorumluluğunu üstlenerek. Bugün, sosyalizm ve kapitalizmin emek hiyerarşisi, teknoloji ve üretimin varsayılan nesnelliğinde birbirinin aynası olduğu dönem neyse ki bitmiştir.
Bir kez daha tekrarlamak gerekirse, sadece bizim eylemlerimiz, içinde yaşamak zorunda olduğumuz adaletsiz toplumsal sistemi yıkabilir ve eşit yaşam şansının ve özgürlüğün maddi temelini geliştirebilir. Komuta biçimlerini sürekli gerilime sokan şey, direnişin düzeyidir. Mortgage kredisini ödeyemeyip ilk panik anından sonra aslında en az üç yıl önce evinden çıkartıldığını fark eden ve sonra düşünmeye başlayanlarımız var. Borsa canavarına asla inanmamış olan ve finansal piyasalardan bol kazanç vaatleri veren geniş çaplı medya ve sendika kampanyalarına rağmen kıdem tazminatlarını yatırım fonlarına yatırmamaya karar verenlerimiz var.
Bu tür eylemler direniş ve başkaldırının simgesi olan daha birçoklarıyla birlikte özel bir önem kazanmaktadır. Çünkü bunlar, mülkiyet bireyciliği retoriğinin, liyakat ve bağlılık davranışlarına dayanan sözde-hayali bir toplumsal uyumun yardımıyla kurmayı başardığı elle tutulmaz toplumsal kontrol içindeki çatlakları ifade eder.
Bu yöndeki önemli sinyallerden biri İtalya’daki “Aykırı Dalga”dan gelmiştir. Bu hareketin gelir ve ortak olanın zenginliği konularında bir çığır açması devasa bir öneme sahiptir. Aykırı Dalga salt kuramsal bir değerlendirme ya da öncü bir politik pozisyonla sınırlı değildi: Gelir sorunu, bilgi üretimi üzerinde ve declassification ile güvencesizliğe karşı ortaya çıkan çatışmalarla şekillenmiş toplumsal bir bileşimin olağanüstü hali içinde ortak bir anlayış haline geldi. Bu şekilde kendisini somut hedefler içinde tanımlayarak (örneğin stajlardan mesleki eğitim programlarına, güvencesiz araştırmacılar tarafından üstlenilen öğretim sorumluluklarına kadar üniversitenin şirketleşmesini desteklemek için sunulan emek karşılığında para ya da ücret talebi) ideolojiden arındırmıştı. Aykırı Dalga içinde, dolayısıyla, gelir sorunu, “krizin bedelini biz ödemeyeceğiz” sloganına somut bir anlam kazandırarak kriz içinde politik bir program haline gelmiştir.
Ticari bir ürün olarak bilginin eleştirisi, eğitim uğrağı ile üretim uğrağı arasındaki farkın bulanıklaşmaya başlamasının anlaşılması (ki eğitim süreçlerinin karşılığının ödenmesi ihtiyacı buradan gelir), toplumsal elbirliği ve genel zekâ ortamını oluşturan maddi ve maddi olmayan hizmetlere erişim talebi, ortak olanın yeni bir anlatı olarak üretimi, yeni bir toplumsal ilişkiler ve elbirliği ufku sonuç olarak “kamusal-özel” ikiliğinin ötesine geçer: Bunlar, bir sentez içinde, sistemik krizi eylem ve öneriler için bir olanak alanına çevirebilecek bir politik sürecin belirlenmesinde çok yararlı olabilecek birkaç programatik unsurdur.
Sadece Avrupa panoramasına bakarsak bile son birkaç ayda ortaya çıkmış olan birçok isyan işaretinden bahsedebiliriz: Yunan isyanından ve İspanya, Fransa ve Almanya’da eğitim sektörünü kasıp kavuran toplumsal hareketlerden ayrı olarak, Copenhag, Malmö, Riga ve diğer Avrupa metropollerinde açığa çıkan, farklı toplumsal tabakaları ilgilendiren çatışmacı gerilimlere de işaret edebiliriz. Uğraşımız, “sermayenin komünizmi”nin, çağdaş toplumun bir “ortakrefah” yapısı geliştirebilecek ve kendisini insani özgürlük ve eşitlik tercihinin etkin ve gerçek bir koşulu olarak kurabilecek canlı bir gücü olarak “genel zekânın komünizmi”ne dönüştürülmesidir. “Sermayenin komünizmi” ile ortak olanın kurumları arasında hiçbir spekülasyon ya da doğrusal bir zorunluluk ilişkisi yoktur: Başka bir deyişle bu, üretilmiş olan toplumsal zenginliğin kolektif olarak yeniden temellük edilmesi ve sürekli kriz içindeki boyunduruk ve kapitalist komuta aygıtlarının yıkılmasıyla ilgilidir.
Böylesi bir süreçte, toplumsal hareketlerin oynadığı otonom rol sadece politik bir program olarak değil aynı zamanda ve her şeyin ötesinde krizin en çok vurduğu ve dolandırdığı o öznellikler, tekillikler ve sınıf kesimleri için bir referans noktası olmak bakımından çok önemlidir.
Hayatı işin ve üretim süreçlerinin gerçek boyunduruğu altına alma gücü, bireyciliğin unsurlarından (mülkiyetçi bireycilikten başlamak üzere) ve “güvenlik” ölçülerinden istilacı kültürel ve sembolik imgelemlerin yayılımı; işçi ve proletarya davranışlarının toplumsal ve bilişsel kontrolünün temel dayanak noktalarını oluşturur. Direniş pratiklerinde ve yeni bir sınıf bileşiminin üretiminde zaten yaşamakta olan otonom bir öznelliğin başarılması ve örgütlenmesi, mevcut sosyo-ekonomik hiyerarşileri dönüştürmeye muktedir çatışmacı süreçlerin tetiklenmesinin zorunlu koşullarıdır. Bu bakış açısından, göçebe öznelliklerin gerçekleştirmeyi ve canlandırmayı başardığı bütün aşırılıklar ve isyanlar memnuniyetle karşılanmalıdır. Yeniden bölüşüm dinamiklerini tersine çevirerek, krize neden olanları krizin bedelini ödemeye zorlayarak, yeni bir toplumsal ve ortak refah yapısını yeniden düşünerek, çevreye, bu dünya üzerinde yaşayan bütün erkeklerin ve kadınların onuruna saygılı yeni öz-örgütlenme ve üretim olanaklarını tahayyül ederek zenginliğin ve bilginin yeniden temellük edilmesinin biçimlerini hayata geçirmek, ancak bu şekilde, tıpkı binlerce damlanın bir araya gelerek bir nehre dönüşmesi ya da binlerce arının sürüler halinde kovanlarından dört bir yana dağılmasıyla mümkün olabilir.
Kral çıplak. Önümüzdeki yol çetin bir yol ama o yoldan yürümeye gerçekten başladık bile.