top of page

*Özne ve Yapı Arasında: Marksizm ve Hegel

  • Yazarın fotoğrafı: otonomdergi
    otonomdergi
  • 15 Kas 2023
  • 8 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 9 Ara 2023

Özellikle bütün bir yirminci yüzyılı kapsayan Marksist birikim içinde, türlü Marksizm’leri ve Marx yorumlarını özgürleştiren temel sorunlardan birinin, özne ve yapı diyalektiğinin tanımlanması sorunu olduğu söylenebilir. Öyle ki sınıflar mücadelesinin soykütüğüne bakıldığında, kendi pratiğinde bu soruna çarpmamış bir Marksizm’den söz etmek mümkün değildir. Bu çarpmadan özne merkezli bir bütüncülüğe varan Hegelci Marksizmler ile farklı derecelerde de olsa ekonominin belirleyiciliğini vurgulayan yapısalcı Marksizmler arasında bir yarılmanın ortaya çıktığı bilinen bir şeydir. İki savaş arası dönemde yoğunlaşan Marksizm içi tartışmalar, bu yarılmanın ele alınabilmesi için adeta bir laboratuar olarak değerlendirilmeye açıktır. Gerek Ekim Devrimi’nin hemen öncesinde Lenin ile Kautsky ve Bernstein’ın başını çektiği II. Enternasyonal, gerekse devrimden sonra resmi bir ideolojiye dönüşen Sovyet Marksizmi ile Gramsci, Lukacs ve Korsch gibi Batılı Marksistler arasındaki kutuplaşmalar aynı eksende gelişmiştir. Her iki durumda da üretici güçlerin gelişimine tabi evrimci bir sosyalizm anlayışından devrimci bir çıkış arayışı, Marksistleri Hegel’i yeniden okumaya götürmüştür. Lenin’in Nisan Tezleri’ni yazmadan önce Hegel’in Mantık’ı üzerine ayrıntılı olarak çalıştığı bilinir. Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci ise tarihin hem öznesi hem de nesnesi olan işçi sınıfının kurucu bilincini önemsediği için Hegel’in öznelci yorumunun bir ürünü olarak değerlendirilmiştir. Hegelci idealizmin Marksist eleştirisi belleklere tamamlanmış bir olgu olarak kazınmışken, Marksizm’i Hegel üzerinden yeniden devrimcileştirme yönündeki bu girişimler neyi ifade etmektedir? Hakim eğilim Hegel’in Marx üzerinden okunmasıyken, Marksizm’in Hegel üzerinden yeniden okunmasının anlamı nedir?
Marx’ın Hegel eleştirisinin bağlamı, idealizm karşısında maddeciliğin kuruluşu sorunlarıyla ilgiliydi. Hegel’in düşüncede ortaya koyduğu ve aşmaya çalıştığı sorunları Marx toplumsal insani pratik çerçevesine taşımıştı. Onu ekonomi politik çalışmalarına yönelten, toplumsal maddi güçlerin analizini kurmak ve geliştirmekti. Oysa yirminci yüzyıla geldiğimizde, Marksizm içinde Hegel’i gündeme getiren bağlam değişti. Hegel’e idealizmin değil maddeciliğin ortaya koyduğu sorunları aşmak üzere geri dönüldü. Marksistlerin üzerine düşündüğü bağlamın değişmesinde, kapitalizmin uzun bir gönenç dönemine girdiği Avrupa’da devrimci hareketin yaşadığı tıkanıklığın ve başarıya ulaştıktan sonra giderek devletleşen Ekim Devrimi’nin payı büyüktü. Özellikle modernizmin altyapısını hızla tamamlayan ileri kapitalist ülkelerde, ekonomik gelişme sınıflar mücadelesinden özerk kendinde bir toplumsal güç olarak görülmeye başlandı. İşçi sınıfı, sınıflar mücadelesi içinde kurulan bir özne değil, üretici güçlerinin gelişimi içinde kurulan bir özne olarak düşünüldü. Marx’tan sonra devrimci hareketin ideolojik, politik ve örgütsel merkezi haline gelen önce II. Enternasyonal ve daha sonra Sovyetler Birliği’nin hakim söylemi buydu. Komünizme ister kopuş isterse aşamalı bir evrim üzerinden geçiş, ancak tarihsel toplumsal koşulların yeterince olgunlaşmasıyla mümkündü. İşçi sınıfını içinde bulunduğu toplumsal koşullara tabi bir özne olarak gören bu söyleme direnen Marksistler, işçi sınıfının çatışmacı eylemselliğini kuramsallaştırabilmek adına özerk bir özne teorisine yöneldiler. Bu yönelimden hümanist, varoluşçu Marksizmler doğdu. Özne olarak bilincin tarihsel yetkinleşmesinin yapısını kuran Hegel yeniden hatırlandı. Marksizm’i ekonomi politiğe indirgeyen yapısalcı eğilimlere karşı, politik olanın göreli özerkliği, farklı biçimler alsa da temel olarak bilincin ve öznenin özerkliğiyle desteklenmeye çalışıldı. Marksizm, ekonomi politiğin nihai belirleyiciliğini olumlayan bir yapı söylemi ve kurulan değil kurucu bir figüre gönderme yapan bir özne söylemi arasında bölündü.
Yirminci yüzyılın sınıflar mücadelesinin krizi, modernizmin yol açtığı öznellik ve nesnellik ikiliği sorununu özne ve yapı karşıtlaşması biçiminde Marksizm içinde yeniden üretti. Kapitalizmin nesneleştirerek özneleştiren iktidar işleyişi çözümlenemedi. Kapitalizmde toplumsal maddi güçler olarak nesnellik ile insanın toplumsal pratiğinin öznelliği arasındaki yabancılaşmanın politikliği görülemedi. Sorunun çözümünü tarihsel olarak gören yapısalcı eğilim, nesnelliği öznel olarak kavrayamadığı için toplumsal emeğin üretici gücünün politikliğini özgürleştiremedi. Yabancılaşmayı ve nesneleştirilmeyi emeğin politikleşmesinin mutlak koşulu haline getiren özne merkezli yorumlarsa, toplumsal emeğin yabancılaşmış biçimler altında özneleşmesini göremedi. Yapısalcı eğilim, üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi önsel kabul ederek emeğin ücretli emek biçimi altında yabancılaşmasını olumladı. Özne merkezli yaklaşımlar ise ücretli emek ve sermaye arasındaki çelişkiyi merkeze alması nedeniyle sermayenin yabancılaşmış biçimi olan ücretli emeği sınıfsal bir özne olarak olumladı ve eleştirel hale getiremedi. Sonuçta her iki yaklaşım da sermayenin kendini ücretli emek biçiminde olumsuzlayarak olumlayan iktidar işleyişini yeniden üretmenin ötesine geçemedi. Bizce Marksizm ve Hegel arasındaki ilişkinin yeniden tanımlanmasının gerçekçi zemini budur. Marx’ın dediği üzere, Hegel’in bakış açısı ekonomi politiğin bakış açısıdır. Kendiyle çelişerek devinim, sermayenin kendini olumlamasının pratiğidir ve kuramsallaştırılması Hegel’e aittir. Bu durum bizi kaçınılmaz olarak Marksizm ve Hegel ilişkisi üzerine yeniden düşünmeye götürmektedir. Marksizm içinde özne ve yapı geriliminin gerçekçi bir biçimde aşılması, üzerine düşündüğümüz zeminin yeniden kurulmasıyla mümkündür.

Hegel’in Gözünden Marksizmler
Marx’ın Hegel eleştirisi, bilindiği üzere temel olarak Hegel’in Görüngübilimi’nin bir eleştirisidir. Görüngübilimi, kendi etkinliğinin dolayımıyla kendine yabancılaşarak kendi bilincine varan bilincin tarihidir. Geriye dönük bakıldığında, bütün bir tarih, kendi bilinci olarak Tin’in açılımıdır. Bu yönüyle Hegel’de Tin, tarihin hem öznesi hem nesnesidir. Görüngübiliminin önemi tam da buradadır. Kendinden önceki idealizmlerden farklı olarak, Hegel idealizminde maddi dünyanın tekil karakteri ile bilincin evrensel karakteri birbirine zorunlulukla bağlıdır. Bilincin kendi bilincine vararak kendini gerçekleştirmesinin koşulu, tarihte çeşitli tekil biçimler içinde kendine yabancılaşmasıdır. Tekillik biçimi altında her yabancılaşması, Tin’in kendi bütünlüğüne, evrenselliğine doğru ilerleyişinin bir aşamasıdır. Dolayısıyla bütün tekillikler, başka bir deyişle farklılaşması içinde bütün bir nesnellik, kendine geri dönüş hareketi içindeki Tin’in yabancılaşmış biçimleri, onun görüntüleridir. Buradan bakıldığında, Hegel’de özne ve nesne ilişkisi, öz ve biçim ilişkisidir. Özne ve nesne, bu ilişki dolayısıyla bir birliği ifade eder. Nesne, özneden bağımsız, başka bir töz değil, onun belli bir belirlenim altındaki cisimleşmesidir. Hegel’in Tin’i töz olarak kavramasının anlamı budur. Bütün tekillikler, aynı tözün bu ya da şu belirleniminin nesnelleşmiş biçimidir. Tözden bağımsız bir nesnellik olmadığı gibi, nesnelleşmesinden bağımsız bir töz de yoktur. Tözün kendine yabancılaşması onun varoluş koşuludur. Bu yüzden Hegel’in görüngübiliminin özgüllüğü, öz ve biçim, özne ve nesne ilişkisinin durağan değil, diyalektik olması itibariyle dinamik olarak kavranmasıdır. Özne ve nesnenin birliği, aynı zamanda bir süreç, diyalektik olarak tanımlanmış bir oluştur. Çünkü Tin töz olarak kavrandığı kadar özne olarak da kavranmıştır.[1] Özne olarak kavranışında Tin, kendi etkinliğiyle kendini dolayımlayabilen, etkinleşebilen tözdür. Tin’in eylemselliği; yabancılaşma, kendini başkada olumsuzlama yoluyla kendini gerçekleştirme hareketidir. Tin’in eylemselliği olumsuzlamanın olumsuzlamasıdır. Kendinin olumsuzlaması olan başkayı olumsuzlayarak kendini olumlar. Çünkü her şey kendinde kendi karşıtını içerir. Hegel’de varlığı devindiren dinamik, harekete geçiren güç onun kendi içindeki bu çelişkisidir. Çelişki, varlığın eylemselliğinin içkin ve özsel bir belirlenimidir. Hegel’in deyimiyle:

“Çelişkinin özdeşlik kadar özsel ve içkin bir belirlenim olamayacağı yargısı, geleneksel mantığın ve her yerde rastlanan tasarımlama tarzının düştüğü belli başlı bir önyargıdır; ama işin aslında, aşama sırası söz konusu olsaydı ve her iki belirlenimin ayrı ayrı korunup sürdürülmesi gerekseydi, çelişkiyi özdeşlikten daha derin ve özde bir şey olarak göz önüne alma zorunluluğu çıkardı ortaya. Çelişkinin karşısında özdeşlik, yalın dolayımsızın, ölü varlığın belirleniminden başka bir şey değildir; oysa çelişki, her türlü hayatın ve her türlü hareketin köküdür, bir şey olarak, kendi kendine bir çelişkisi olan bir şey olarak hareket edebilir ve gene ancak böylece bir içtepiye ve bir etkinliğe sahiptir.”[2]

Dolayısıyla Hegel’de özne ve nesne karşıtlaşması, eylemselliği ortaya çıkaran çelişki; özne ve nesnenin özdeşliği ise bu karşıtlaşmanın, daha üst bir aşamaya taşınmak üzere, geçici olarak çözümüdür. Özne ve nesnenin nihai özdeşleşmesi, tarih içinde açılarak kendini nesnesi haline getirmiş bilincin, kendi bilincine varmasıyla mümkündür, bu yüzden tarihseldir. Çelişkileriyle devinen Tin, tarihi de devindiren güç olarak tarihin öznesidir. O halde, Alman idealizminden kalan ve bütün bir yirminci yüzyıl boyunca Marksist politik felsefe ve teoriyi meşgul etmeye devam eden özne ve nesne ilişkisi sorununun Hegel’deki çözümü, iki boyutlu olarak düşünülmelidir: Özne ve nesne karşıtlaşmasının diyalektik bir tarihsel “süreç” içinde çözülüşündeki nesnel yan ve bu diyalektik süreci işletip çalıştıran dinamiği, öznenin etkinliğine ve bunun olumsuzlayıcı niteliğine bağlayan öznel yan. Diyalektik bir süreç içinde birleştirildikleri için nesnel yan ve öznel yan arasında mutlak bir ayrım yoktur. Özdeşleşmelerinin sağlanacağı nihai uğraktan geriye doğru bakıldığında, birlikleri baştan verilmiştir. Özne ve nesne arasındaki karşıtlaşma, varlığın çelişkili özünden ileri gelir. Çelişki, kendini olumlamanın zorunlu bir uğrağı olarak konduğu için aslında ortadan kaldırılmak üzere konmuş bir çelişkidir. Son başta verilidir. Bu yüzden Hegel’de çelişki, varlığı yok etmez; tersine devindirerek yeniden üretir.
Hegel’in soyut bir kendi bilinci olarak kavradığı Tin’in Marksizm içindeki yapısalcı eğilimler açısından karşılığı, üretici güçlerdir. Hegel’in ayakları üzerine oturtulmasının yapısalcı yorumdaki biçimi budur. Hegel’in felsefesi, başı üstünde duran maddeciliktir. Tarih, Tin’in kendi bilincinin değil üretici güçlerin gelişiminin bir açılımıdır. Tarihi devindiren etken, soyut bilincin kendi içindeki çelişkiler değil, üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çelişkidir. Gerekli emeği ortadan kaldıracak toplumsal bir zenginliğe erişesiye kadar toplumsal sermaye birikimi ve bunun ürettiği çelişkiler devam edecektir. Komünizm, toplumsal sermaye birikiminin varacağı son noktadır. Üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çelişki nihai olarak bir gönenç toplumu olan komünizmde çözülebilir. Bu uğrağa kadar, ister kapitalist ister sosyalist devlet biçimi altında, emek ücretli emek biçiminde sermaye birikimini devam ettirmek zorundadır. Kapitalizmin ürettiği çelişkiler, üretici güçlerin tarihsel gelişimine içsel ve yine bu gelişimin ilerleyen çizgisi içinde çözülecek zorunlu çelişkilerdir. İşçinin kendi ürettiği ürüne yabancılaşmasının ortadan kalkmasıyla özne ve nesne özdeşliğinin sağlanması, insanın kendi dışındaki bütün doğal ve toplumsal güçleri egemenliği altına alacağı komünizmde mümkün olacaktır. Bu çerçeveden bakıldığında, Marksizm içindeki yapısalcı eğilim özünde Hegel’in görüngübiliminin nesnelci bir yorumudur. Çelişkilerin çözümü tarihseldir ve varlığın kendini olumlamasına içkindir. Çelişkili devinimiyle tarihi devindiren özne, üretici güçlerin nesnel gelişimidir. Hegel’de özne olarak bilincinin hareketini veren diyalektik şema, aynen korunarak nesnelliğe aktarılmıştır. Yapı ya da nesnellik, özne olarak kavranmıştır. Bu nedenle öznenin özerkliğini eleştirel hale getiren yapı söylemi aslında, yapıyı özerkleştirerek özneleştirmenin ötesine gidememiştir. Yapısalcılık, eleştirdiği özne söylemini farklı bir biçim altında yeniden üretmiştir. Hegel diyalektiğinin içinde kalındığı sürece bu kaçınılmaz görünmektedir. Hegel’in görüngübilimi, özne ve yapı diyalektiğidir. Nihai uğrakta örtüşmek üzere, özne yapının, yapı öznenin dolayımlanmış biçimidir. Dolayısıyla özne ve yapı merkezli yorumlar arasındaki fark, öznenin ne olarak algılandığına bağlı olarak sadece biçimseldir.
Marksizm içindeki özne merkezli yaklaşımlara geldiğimizde, tüm çeşitliliğine rağmen bu yaklaşımların son tahlilde bir tür bilinç felsefesine dayandığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu yaklaşımların yüzlerini Hegel’e döndükleri nokta tam burasıdır. Ancak önemli bir farkla ki bu yaklaşımlarda sözü edilen bilinç, yine Hegel’deki gibi soyut bir bilinç değil, kapitalizm altında emeğini satmak zorunda kalarak yabancılaşan ücretli emeğin bilincidir. Hegel’de bilincin kendine yabancılaşarak kendi bilincine doğru tarihsel ilerleyişi, Marksizm zemininde, kapitalizmde ücretli emeğin bilincinin ve eylemselliğinin yapısının incelenmesini özgürleştirmiştir. Hegel’de bilincin eylemselliği ve özdeviniminin kaynağı çelişkiydi. Varlığın hareket ettirici nedeni, kendi kendine olan çelişkisiydi. Hegel’e yaslanan Marksistler açısından, tarihsel bir uğrak olarak kapitalizm altında, kendi kendine çelişkisi olan bu varlık, toplumsal koşulların üreticisi ve öznesi olduğu halde, sermaye tarafından nesne haline getirilmiş olan ücretli emekti. Ücretli emek ancak kendi çelişkisinin nesnelleşmiş biçimi olan sermayeyi olumsuzlayarak kendini olumlayabilirdi. Sermaye ücretli emeğin olumsuzlamasıysa, ücretli emeğin kurtuluşu bu olumsuzlamanın olumsuzlanmasındaydı. Dolayısıyla ücretli emeğin sınıfsal bir özne olarak ayrıcalıklı ve özerk bir konuma sahip olmasının nedeni, onun içinde bulunduğu koşullar altındaki nesneleşmesi ve yabancılaşmasıydı. Kapitalizm kendi yarattığı çelişkilerin aşılmasının koşullarını da kendinde barındırıyordu. Bu yönüyle çelişkilerin çözülüşü yapısalcı yorumlarda olduğu gibi nesnel koşulların tarihsel olgunlaşmasına değil, ücretli emeğin sermayeyi olumsuzlayıcı mücadelesine bağlanmıştı. Hegel’in diyalektiğini, öznelci bir yorumla ücretli emeğin diyalektiği olarak okuyan bu yorum, diyalektiği üretici güçlerin gelişimine oturtan nesnelci yorumunun kapalılığının bir yönüyle aşılması anlamına geliyordu. Sınıflar mücadelesinin kavranışı, nesnel toplumsal koşulların boyunduruğundan kurtarılmış görünüyordu. Oysa aynı kapalılık başka bir biçimde yeniden üretildi. Emeğin öznelliği, ücretli emeğin öznelliğine indirgendi. Ücretli emeğin sermayenin yıkıcı değil kurucu gücü olduğu görülmedi. Sermayenin yabancılaşmış biçimi olarak ücretli emek, sermayenin nesnesi değil, onu üreten ve yeniden üreten güç olarak öznesidir. Kendini başkada, ücretli emekte olumsuzlayarak olumlayan sermayedir. Sermaye, emeği ücretli emek biçimi altında nesneleştirerek özneleştirir. Sermayenin işleyişinin bakış açısından, yapısalcı eğilim haklıdır; özne kuran değil kurulandır. Ücretli emek, emeğin sermayeleştirilerek özneleşmiş biçimidir. Bu yüzden ücretli emek ve sermaye arasındaki çelişki, ücretli emeği özne olarak yeniden üreterek sermayeyi üretir. Hegel’in diyalektiği, sınıflar mücadelesinin değil sermayenin işleyişinin mantıksal biçimidir. Marx’ın “Hegel’in bakış açısı, ekonomi politiğin bakış açısıdır” sözünün derinliği buradadır. Hegel’in Mantık Bilimi, sermayenin işleyişinin mantığıdır. Bunu görmeden, çelişkileri üzerinden devinen özneyi mutlaklaştıran bu öznelci yaklaşımlar, Hegel diyalektiğinin çelişki mantığını sınıflar mücadelesinin yasası haline getirdiler. Emeğin kendini olumlama pratiğini, ücretli emeğin mücadelesine indirgeyerek yapısallaştırdılar. Sonuçta, eleştirdikleri yapısalcı eğilimi radikal bir yerden yeniden ürettiler.
Yirminci yüzyıl Marksizmi, özne ve yapı gerilimi altında, sermayenin kendini olumlamasının mantığı olarak diyalektiği teorik ve politik olarak yeniden üretti. Yirmi birinci yüzyıl Marksizmi, emeğin kendini olumlamasının pratiğine içkin yeni bir politik felsefeyi üretecektir.

Yazar: Sinem Özer
[1] “Benim görüşüme göre -ki ancak açımlanması yoluyla doğruluğu kanıtlanabilir- her şey Hakikatin sadece Töz olarak değil, eşit şekilde Özne olarak anlaşılmasına ve ifade edilmesine dayanmaktadır.” (Hegel, Tinin Görüngübilimi, Önsöz) [2] Hegel’in Mantık Bilimi’nden aktaran Lenin, Felsefe Defterleri, Sosyal Yayınlar, 1976, s. 113

Son Yazılar

Hepsini Gör
*Fark mı Başka mı?

Deleuze'de ontolojik bir statü kazanan “fark” ile Levinas’ta Aynı’nın terimlerini sorgulayabilecek etik bir özne olarak konulan “Başka,”...

 
 
bottom of page