Sermayenin üretiminin ve yeniden üretiminin sırrı, emeğin üretken ve yaratıcı etkinliklerini kendine mal ederek kendi olumlamasının gücü haline getirmesidir. Sermaye; canlı emeğin kendisi, eylemi ve toplumsallığı üzerindeki egemenlik hakkını gasp ederek kendi toplumsal devinimini güvence altına alır. Bu anlamda sömürü, sermayenin emeğin üretken ve yaratıcı potansiyeline olan bağımlılığından doğar. Sömürünün ön koşulu, emeğin mülksüzleştirilerek emek gücünü satmaya zorunlu kılınmasıdır. Bu yüzden sömürünün sınıfsal anlamı karşılığını; sadece emeğin üretmiş olduğu değer değil, bu değeri üretebilmesinin toplumsal koşulları üzerindeki egemenlikten dışlanmasında, yoksunlaştırılmasında bulur. Sömürü emeğin mülksüzleştirilerek sermaye karşısında bir sınıf olarak kurulduğu, ücretli emek olarak sınıfsallaştırıldığı andan itibaren başlar. Sermayenin üretimi ve yeniden üretimi, ancak ücretli emek ve sermaye arasındaki sınıf ilişkisinin üretimi ve yeniden üretimiyle mümkündür.
Kapitalizm bütünlüklü bir iktidar işleyişidir ve toplumsal bedenin, toplumsal ilişkilerin bütünü içinde devinir. Kapitalizmin modern döneminin iktidar işleyişinde emeğin ücretli emek olarak sınıfsallaştırılmasının, diğer bir deyişle sınıf ilişkisinin üretimi ve yeniden üretiminin siyaset alanı; ücretli emeğin bir sınıf olarak kendi çıkarını temsil edebilmesine dayalıydı. Emeğin siyaseti, bir sınıf olarak örgütlenerek ücretli emeğin ekonomik ve demokratik çıkarlarını temsil etmekle sınırlandırıldı ve emeğin ücretli emek olarak sınıfsallaştırılmasıyla kendini sınıf olarak reddetme potansiyeli bastırıldı. Yirminci yüzyılın sınıflar mücadelesi pratiğinde, sermayenin emeği sınıf olarak kuran ve özneleştiren iktidar işleyişi ortadan kaldırılamadı ve emeğin temel çatışkı alanı ücretli emek ile sermaye arasındaki çelişkilerin içinden kuruldu. Emeğin toplumsal ve siyasal örgütlenme biçimleri olarak sendika ve parti işleyişi, emeğin karşıdan da olsa ücretli emek olarak sınıfsallaşmasının siyaset alanını yeniden üretti. Ücretli emeğin reddi ve emeğin kendisi, eylemi ve toplumsallığı üzerinde doğrudan egemenlik hakkını yeniden kurması; devrimin kurucusu olarak değil, ancak devrim sonrası mümkün olabilecek bir kuruluş olarak algılandı. Toplumsal bedenin bir bütün olarak yeniden yapılandığı bu tarihsel koşullar, devrimin tarihsel koşullarının da değiştiği anlamına geliyor. Yeni toplumsal gerçekliğin dayattığı sınırlar, bu gerçekliği yıkmanın yeni olanaklarını da içinde barındırıyor. Bugün emeği kuran (ve emeğin kurduğu) çatışma alanının nasıl dönüştüğü, emeğin karşıdan kurucu bir güç olarak nasıl siyasallaşabileceği, doğrudan komünizmin kuramının ve pratiğinin ne olduğu sorularına yanıt üretebilmenin tarihsel uğrağındayız. Yaşadığımız dönemin toplumsal ilişkileri üzerine yeniden düşünerek emeğimizin özgürleşmesinin söylemini ve pratiğini yeniden kurmamız gerekiyor.
Değer üretim tarzı ve öznelliğin üretimi
Modern kapitalist değer üretim tarzında ücretli emeğin bir sınıf olarak kuruluşunun maddi süreçleri fabrikada örgütleniyordu. Toplumsal emeğin ölçülemez yaratıcılığının ve üretkenliğinin değerinin fabrikada yalıtılmış emeğe ödenen ücret ve çalışma saatleriyle ölçülebilir hale getirilmesi; emeğin ücretli emek olarak sınıfsallaştırılmasının söylemi ve pratiği olarak kuruldu. Fabrika merkezli üretim ilişkileri aynı zamanda sınıfın öznelliğinin üretiminin mekanını da belirledi. Ücret artışı ve daha kısa çalışma günleri talebi, fabrikada kapitalizmin dayattığı iş ilişkisine tabi kılınan emeği kuran temel çatışkı alanları olarak ortaya çıktı. Ancak ücretli emeği merkeze alarak daha fazla ücret ve daha kısa iş günü üzerinden kurulan mücadele, çatışmayı fabrikayla mekansallaştırarak kapitalist değer üretim tarzının bütünlüklü işleyişini görünür hale getiremedi. Emeğin ürettiği değerin harcanan emek zaman birimleriyle ölçülebilir hale getirilmesi, emeğin toplumsal niteliğinin parçalanarak yalıtılmasıyla sonuçlandı. Sömürünün alanı fabrika duvarlarıyla sınırlı olarak algılandı. Bu durum politik ifadesini; yoksulluk, köylülük, ev içi emek gibi diğer emek biçimlerinin mücadeleden dışlanmalarına ya da sınıf mücadelesinin doğrudan öznesi olarak değil destekçisi olarak görülmelerine neden olan “işçi sınıfının politik öncülüğü” söyleminde buldu.
Değer üretim tarzının bugün içinden geçtiği niteliksel dönüşüm süreci, değerin üretimini fabrikadaki maddi üretime indirgeyerek algılamayı olanaksızlaştırıyor. Üretim tarzında bilişsel, iletişimsel ve duygulanımsal maddi olmayan emek süreçlerinin hakim hale gelişiyle birlikte üretim tek bir merkez üzerinden tanımlanamıyor. Aksine çalışma süreçlerinin zamansal ve mekansal olarak esnekleştirilmesi sayesinde üretimin toplumsal örgütlenmesi daha yaygın ve akışkan hale geliyor. Üretimin bio-politikleşerek maddi üretimin ötesinde toplumsal ilişkilerin üretimine ve yeniden üretimine dönüşmesiyle iş ve iş dışındaki zaman arasındaki ayrım giderek bulanıklaşıyor. Toplumsal bedenin kapitalizmin iş ilişkisinin tahakkümü altında fabrikalaştığı bu koşullar içinde, emeğin değerini belirleyen zamansal bir ölçü belirlenemez. Emeğin ölçülebilirliğini ön varsayan değer yasasının işlemesini olanaksızlaştıran bu koşullar; değer üretim tarzında, toplumsal ilişkilerin üretimini ve yeniden üretimini sağlayan iktidar işleyişinde meydana gelen değişikliğin bir ifadesi. Değer üretiminin toplumsal uzamı, bu anlamda sömürü ve sınıfın öznelliğinin üretim alanı fabrika merkezli olmaktan çıkarak bütün toplumsal ilişkileri kapsayacak kadar genişlemiş bulunuyor. Emeğin ölçülemezliğinin anlamı onun toplumsal ilişkileri ve kolektifliği üretebilme kapasitesidir. Emeğin değerinin zamansal birimlerle ölçülebilir hale getirilerek soyutlanmasının olanağının ortadan kalktığı bu koşullar içinde, emeğin ölçülemez toplumsal niteliği üstü kapatılamayacak kadar açıkta duruyor. Tarım, sanayi, hizmet gibi geleneksel üretim biçimleri içinde bile üretim yapılarının bilgi, iletişim ve duygulanım merkezli hale gelmesiyle birlikte, emeğin toplumsallığını parçalayarak soyutlayan farklılıklardan söz etmek artık mümkün görünmüyor. Sermayenin emeğin ölçülemez yaratıcılığı ve üretkenliği üzerindeki tahakkümüne karşı emeğin kolektif öznelliğinin doğrudan örgütlenebilmesinin koşulları hazır.
Çokluk ve otonomi
Fabrikadaki ücretli emekle sınırlandırılmış bir emek anlayışı, bugün sermaye karşısında emek cephesinin bütün kesimlerini karşıdan bir güce dönüştürebilecek etkiden yoksun. Emek ve değer arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlayarak sınıfsallığın, emeğin çatışma alanının yeniden kurulması sorunuyla yüz yüzeyiz. Üretimin maddi üretimin sınırlarını aşarak bilgi, iletişim ve duygulanım yapılarıyla doğrudan hayatın üretimine dönüştüğü bio-politik üretim koşullarında, emek ve değer arasındaki ilişkinin ölçülebilirlik yerine emeğin ölçülemez toplumsal niteliği üzerinden yeniden kurulması zorunludur. Kapitalizmin emek üzerindeki komutasının toplumsal ilişkisi olarak işin toplumsal hayatın bütününe yayılması, bu deneyimin yaratmış olduğu karşıtlığın tek bir özne tarafından temsiliyetinin koşullarının ortadan kalktığı anlamına geliyor. Üretim toplumsal bedenin üretimi ve yeniden üretimi olarak anlaşıldığı ölçüde, bütün emek biçimleri kolektif olarak toplumsallığı üretir ve bu toplumsallığa sermaye tarafından el konulmasına karşı kolektif olarak direnebilirler. Bu anlamda çokluk, birbirine indirgenemeyen ama aynı zamanda sermayenin tahakkümüne karşı kolektif olarak direnebilen öznelliklerin ortak adıdır. Çokluk, toplumsal hayatı bütünüyle yaratma ve üretme kapasitesine sahip toplumsal emektir.
Sermaye, çokluğun hayatı doğrudan üretme kapasitesini iş ilişkisinin disiplini ve denetimi altına alarak kendi gücü olarak örgütler. Ücretli emek, emeğin mülksüzleştirilerek sermayenin tahakkümü altına alınmasının ve bireyselleştirilerek toplumsal bedeninin parçalanmasının kategorisidir. Bu anlamda emeği kapitalizmin tahakkümünden özgürleştirecek çatışma alanı ücretli emek ve sermaye arasında değil, emek ve ücretli emek arasındadır. Sermayenin reddi, ancak emeğin kendini sınıf olarak reddiyle mümkündür. Emeğin kendini sınıf olarak reddetme potansiyeli, sermaye karşısında hayatı üretebilme gücünü elinde tutmasıdır. Çokluğun gücü otonomisindedir.
Toplumsal emeğin kendini değerli kılabileceği maddi koşullarla buluşması ne mülkiyetin ne de devletin dolayımına bırakılamaz. Değeri üreten toplumsal emeğin kendini gerçekleştirmesinin koşullarıyla özgürce buluşabilmesi, bu koşullar üzerinde doğrudan egemenlik hakkına sahip olmasıyla mümkündür. Bu anlamda otonomi, emeğin eylemi ve toplumsallığı üzerindeki egemenlik haklarını aşkın bir iktidara devretmek yerine doğrudan uygulayabilmesinin politik kuruluşudur. Otonomi; çokluğun örgütü, içkin demokrasisi, politik bedenidir.