top of page

*1848 Özeleştirisi Üzerine Düşünmek I

  • Yazarın fotoğrafı: otonomdergi
    otonomdergi
  • 17 Kas 2023
  • 23 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 9 Ara 2023

Sınıf siyaseti yeni bir kuruculuğun içinden geçiyor; geçerken de köklü tıkanıklar yaşanıyor ve taşınıyor. Sol bu tıkanıklığı aşamıyor, boğuluyor ve kendine yabancılaşıyor. Bu boğulma ve yabancılaşma ile yüzleşmemizin zamanı geldi ve geçiyor. Devrimci politik pratiğe dönük yüzlerin, bu yüzleşmeyi üstlenmesi gerekiyor. Komünalist otonomistler olarak gücümüz oranında bunu yapmaya çalışıyoruz.
Biz bu tıkanıklık, boğulma ve yabancılaşmayla yüzleşmeye girdiğimizde, önümüzü tıkayan iki temel boyuta çarptık: Bunlardan ilki metafizik, ikincisi ise tarihsel ve maddi boyut. Bu iki boyut üzerinde düşünmek bu metnin sınırlarını aşar; fakat metin ile bağlantısını dikkate alarak düşüncelerimizi ifade etmediğimiz zaman da metinde boşluklar oluşuyor. Bu bağlamda sınırlı bir değinme ile yetineceğiz.
Birinci boyut, “Özne” sorunsalıdır. Descartes ile birlikte, “Ben” varlık olarak kuruldu. Düşünce ile özdeşleştirilen “Ben” bedenden koparıldı. Metafiziğin içinde rasyonalizm ile amprisizmin gerilimi çözülemedi. Kant metafiziğin bu sorunsalına “Zaman” ve “Mekân” kavramını devreye sokarak müdahale etti. Düşünce ile bedeni metafizik üzerinden ilişkilendirerek “Ben” kavramını “Özne” kavramının içinde kurdu. Descartes’ta varlık olan “Ben”, Kant’ta kurucu varlık olarak “Özne” kavramına dönüştü. “Özne”nin kuruculuğunu merkeze alan metafizik, evrensel kurucu kategoriler ile yönetilir oldu. Den eysel ilişkilerden çıkan fakat kendini bağımsızlaştırarak geleceğin üzerine tahakküm kuran kurucu evrensel kategoriler… Bu çok önemli bir çözücü güçtü. Bu bağlamda herkes biraz Kantçıdır. Fakat metafiziğin tarih ve toplum boyutu üzerindeki problemi çözülememişti. Hegel’i, Hegel yapan “Zaman” kavramını devindiren “Tarih” kavramı ile tarihsel-toplumsal metafiziği yeniden kurmasıdır. Hegel’de merkeze alınan kurucu özne “Tin”dir. Artık “Tin”, tarihin diyalektik devinimine içkin kendisini kurmaktadır. Ereksel nedenselliğe bağlı olarak tarih, “Tin”in doğrusal olarak okunmasıdır. “Tin” ve “Tarih” kavramları arasındaki diyalektikte, “Tin” özne, yani kurucu olan; “Tarih” ise “nesne”, yani kurulandır. Özne nesnelleşerek kuruculaşır. Aşkın özne tarihin içkinliğinde devinmektedir. Tarihsel toplumsal maddilik “Tin”in yabancılaşmasıdır. İçkinlik bir yabancılaşma olarak gerçektir. Bu bağlamda “Özne” tarih üzerinde tahakküm kurar. Tin, tarihte kendisini olumsuzlayarak olumlar. Diyalektikte varlık, ötekileşerek, ötekileştirilen kendisiyle çelişerek varlığını üretir. Bu çelişki üzerinden kurulan çatışma, varlığı ortadan kaldırmaz, tam tersi varlığın olumlanmasını devindirir. Bu bağlamda diyalektik, reformisttir ve sınıflı toplumların varlığını meşru kılan felsefi bir rasyonelleştirmedir.
Marx, Hegel’i ters yüz edip yıkmadı; sadece ters çevirip maddeci bir yerden yeniden kurdu. Marx için, tarihi nesneleştiren aşkın bir kurucu “Özne” yoktur. Marx’ta özne kuran varlık değil kurulan varlıktır. Özneyi kuran tarihsel maddi koşullardır. Tarihsel maddi koşulların kurduğu özne Marx’ta artık sınıftır. Böylece egemen sınıfın, emeği, bir emek biçimi altında sınıflaştırması üzerinden bir tarih okumasının yolu açılmıştır. Kurulan öznenin kuruculuğu artık politiktir ve iktidardır; aşkın ve yabancılaşmış olan sınıflardır ve egemen sınıfın egemenlik ve savaş örgütü “Devlet”tir. Sınıflar ortadan kaldırılmalı ve “Devlet” yıkılmalıdır.
Buraya kadar her şey iyi gidiyor. Düşünme, bundan sonra gerilimli alanlara çarpmaya başlıyor. “Kurulan sınıfları kuran tarihsel maddi koşullar nedir?” Yüzümüz tekrar “kuran”a dönmüştür. Marx’ta kuran, ekonomik koşullardır. Kapital’in, kapitalist toplumda politik mücadeleyi belirleyen (ücret, kâr ve ranta dayalı) üç temel sınıfın ekonomik temellerinin açığa çıkarılması için yazıldığını Marx’tan biliyoruz. Gerilim buralarda başlamaktadır. Sorun, “Sınıfların ekonomik maddi ilişkileri nedir?” sorusunun ötesinde, ekonomik maddi koşulların sınıfları ve sınıflar mücadelesini koşullayan ve belirleyen bağımsız bir yapı olarak algılanmasına neden olan potansiyeldir. Marx ilişkisellikten çıkmasına karşın “yapı”ya çubuğu büker. Devrim, devrimin ekonomik maddi koşullarının belirlenimi oluşmadan gerçekleşemez. “Devlet”in sönümlenmesi ekonomik maddi koşullara bağlıdır. Proletarya, ücretli emek olmaktan çıkmasını sağlayacak ekonomik maddi koşullar olgunlaşmadan sınıf olarak kendisini yok edemez. Bu yapı diyalektik çalışır. Sınıflar mücadelesinin işlevi bu ekonomik maddi yapının devinimini durdurmak ya da hızlandırmaktan öteye gitmez ve yapının diyalektik işleyişi olgunlaşmadan yapı ortadan kaldırılamaz. Bu durum, bizi bilimsel maddeciliğin determinist metafiziğiyle karşı karşıya bırakıyor. Bu metafizikle yüzleşmek kaçınılmazdır.
Hegel’in Tin’i Marx’ta üretim araçlarına, tarihsel diyalektiği sermayenin hareketine dönüşmüştür. Belirleyen fakat belirlenemeyen, artzamanlı ve altyapı-üstyapı hiyerarşisi ile işleyen kurucu bir özne-yapı ile karşı karşıyayız. Yapısalcılar, öznenin kuruculuğu karşısına kurulan özneyi diktikleri andan itibaren, yapının kurucu “özne”liğine çarparak tıkanmışlardır. Bu yapı “Tin”leşiyor ve ilişkisellikten aşkınlaştırılarak teorisizmin kavram hapishanesinde deviniyor. Toplumsal hayatın üretimi ve yeniden üretimine içkin güç ilişkilerinden bağımsız bir ekonomik yapı ve bir “Tin” yoktur. Bizim önemsediğimiz mesele, Marx’ı tıkayan metafiziği ve reformist diyalektiği Marksizm’den çıkarıp atmaktır.
Varlık, gücünü oluş içinde kurar. Güç, aşkın değil içkin bir oluştur. Doğru, bir başlangıç değil tam tersi yanlışlarla kirletilmiş sonuçtur. Varlık, kuruculuğu ve kurulanı ile eşzamanlı bir oluştur. Varlık dokunulamayan, mutlak bir doğru değildir. Marx metafizik bir varlık değildir. Marx, dokunulan, mutlak olmayan eleştiriye içkin devinen bir varlıktır. Anarşizmden en temel farkı buradadır. Anarşizmin temel ilkesi “anti-otoriterlik”tir. Mutlak “doğru” ve mutlak “iyi”den çıkar. Tarih-dışı bir etikçilik kurar. Anarşizmin ilkesi, varlık olarak eleştiriye kapalıdır. Asla kirlenmez. Tarih-dışı ve metafiziktir. Tam bir aşkınlıktır. Anarşizmin bu aşkın ilkesi, anarşizmin değerli yürüyüşünü hep içerden çelmelemiştir.
Solun tıkanıklıkları, boğuntuları ve yabancılaşmaları ile yüzleşmemizde çarptığımız birinci boyut, “izm”lerin mutlak doğru olarak kurucu bağlamda özneleştirilmesidir. Tarih iktidarların merkezinde bir çizgi olarak okunur. Ne Marksizm ne Anarşizm, “ist”lerin tekeli altında çizgileştiremez. “İst” bizim eylemimizdir. Bütün “izm”ler sınıflar mücadelesi tarafından kurulandır. Biz geçmişe değil geleceğe aidiz. Geleceği kuracaksak geçmişten alacağımız çok şey var. “Gelecek”, geçmişin içinde özgürce dolaşmalıdır. Özgürlük tarihinde “gelecek” özgürce dolaşacaksa, “bugün” “izm”leri özgür bırakmalıdır. Ancak bu koşullarda özgürlükçü bir tarih okuması olan “soykütük” çalışmasına girilebilir. Soykütük, varlığı tek çizgi üzerinden değil, tıkanmaları, boğulmaları, anlamlılığı, melezleşmeleri ve yabancılaşmaları üzerinden okur. Bu bağlamda iktidarın merkezinde bir çizgi olarak okunan tarih, özgürleştirilir.
Çarptığımız ikinci tarihsel maddi boyut, Modernizmdir. Egemen sınıflar, emeği, belirli bir emek biçimi altında sınıflaştırırlar. Bu sınıflaştırma bir tahakküm biçimidir. Politik mücadelenin alanı, emeği bir emek biçimi altında sınıfsallaştıran tahakküm alanlarıdır. Bu tahakküm biçimlerinin çözümlenmesi politik çatışma alanlarının kurulmasıdır. Tahakküm biçimlerinin çoğalması, derinleşmesi ve yaygınlaşmasındaki değişikliklere bağlı olarak emek biçimindeki pozisyonlar da değişmektedir. Eşzamanlı, eşitsiz, dengesiz ve bileşik bu devinim, belirli politika yapma biçimlerini de yeniden kurmaktadır. Tam da bu nokta, solun yabancılaşmasıyla yüzleşmemizde yüzümüze çarpan modernizmdir. Sermayenin genişleyerek üretiminin ve yeniden üretiminin geldiği bu tarihsel noktada, emeğin sınıflaştırılmasındaki tahakküm biçimlerinin derinleşmesine, dönüşmesine ve değişik biçimlerle çoğalarak yaygınlaşmasına tanık oluyoruz. Bu bağlamda sermaye modernizmin iktidar işleyişini terk etmiştir; yeni bir egemenlik biçimi altında sermayenin genişleyerek üretimi ve yeniden üretimine geçmiştir. Sermaye artık post-moderndir. Biz post-modernist değiliz biz komünalistiz. Bizim işimiz post-modernleşen sermayenin iktidar işleyişini devrimci bir yerden çözümlemektir. İçinden geçtiğimiz bu tarihsel koşulların içinde komünalizmin kuruculuğunun olanaklarını yeniden ve yeniden keşfetmektir. Bize getirilen post-modernist suçlamasının arkasında yatan argüman, emeği sınıf siyasetinin altından çektiğimize dairdir. Bu ucuz, ajitatif ezberlerin bizi anlamasını beklemiyoruz. Ne tesadüf ki aynı bağlamda biz de onları modernist olmakla suçluyoruz. Emek, sınıf siyasetinin altından çekilmesi bir yana, tam tersi toplumsal ilişkileri boydan boya kesen komünalist bir olanağa dönüşmüştür. Emeği politik güç olarak mekâna sıkıştırarak sınırlayan modernist soldur. Bugün modernist sol, burjuva özlü siyasal demokrasi sorununu devrim sorunu olarak görerek, sınıf eksenli komünalist siyasete yabancılaşmıştır. Biz ise bugün sınıf siyasetinin toplumsal ilişkilerin bütün hücrelerine dağıldığını iddia ediyoruz. Politik devrimden sonraya ertelenen Komünist siyasetin bugün politik talep olarak kendisini güncelleştirdiğini söylüyoruz. Sorun, emeğin kapitalizm karşısında politik güç zemini olmaktan çıkması değildir. Sorun, modernist söylemle yapılanmış solun politika yapma biçimleri ve araçlarındaki tıkanmalardır.
Modernist solun tıkanıkları ve kendine yabancılaşmasıyla bu iki boyut temelinde yüzleşmeden, bizim açımızdan çıkış görünmüyor. Bu iki boyutu kavramsal düzeyde netleştirebiliriz: birincisi politik felsefenin yeniden kurulması, ikincisi ise politik teori ve pratiğin kurulduğu maddi ilişkilerin yeniden çözümlenmesidir. Bunun da kökü solun pek de üzerinde düşünmediği “değer teorisi”dir.

Değer teorisi

Bu konu derin bir konu olmakla beraber üzerine düşünmenin sınırı yoktur. İlerde göreceğimiz konunun anlaşılabilmesi açısından yol açıcı değinmelerle yetineceğiz.
Varlığı var kılan, varlığın devinimidir. Varlık devinim dışında var değildir. Sorun varlığı var kılan deviniminin çözümlenmesidir. Diyalektik, bir devinim felsefesidir; mutlağa karşı hareketi önceler ve her varolan yok olmayı hak eder. Bu böyle bilinmiştir. Fakat Hegel diyalektiğinin özü bu değildir. Varlık, devinebilmek için kendisini başkalaştırarak olumsuzlar ve ötekileştirir. Başkalaşmış ve ötekileşmişin olumsuzlaması ile tekrar kendisini olumlar. Diyalektik varlıkta olumlama, olumsuzlamanın olumsuzlamasıdır. Olumsuzlamanın olumsuzlamasını kuran çelişkidir. Varlık, başkalaşım ve çelişki üzerinden devinerek kendini olumlar. Çatışma, çelişkinin açığa çıkmış formudur. Çatışma çelişkinin yabancılaşmış biçimidir. Kendini başkalaştırarak olumlayan varlık, gelişmesinin en üst noktasına gelene kadar asla yok olmaz. Varlık nasıl ki olumsuzlayarak kendini olumlama hakkını kullanıyorsa, ölümünü de kendisi belirler. Diyalektikte çelişki, varlığı yok edecek Azrail değildir; tam tersi, onun varlığını devindiren güçtür. Diyalektiğin özü, başkalaşım, yabancılaşma ve çelişkidir; ve diyalektik bir olumsuzlama felsefesidir. Diyalektik herkesi kesen evrensel ve bilimsel bir hareket yasası olarak bilindi. Oysa diyalektik, bir iktidar, bir tahakküm felsefesidir. Egemen sınıfların sınıf iktidarını meşrulaştıran bir sınıflaştırma felsefesidir.
Diyalektik, “başkalaşım” ve “çelişki”den çıkarken olumlama felsefesi “fark” ve “çatışma”dan çıkar. Bu bağlamda emeğin olumlamaya dayalı devrimci politikliği diyalektik değildir. Emeğin devrimci politikliği emekle sermaye arasındaki diyalektik ilişki üzerinden kurulamaz. Eğer kurulur ise bu reformizmdir. Emeğin kendini olumlama politikliği, sermayenin kendini olumlama pratiği olan diyalektiğinden sürekli bir kaçıştır. Sınıflaştırma pratiğine karşı sürekli sınıfsızlaşma pratiği emeğin politik direnişi ve kuruculuğudur. Spinoza, Foucault ve Deleuze üzerinden bir Marx okuması, emeğin olumlanmasını, sermaye-emek arasındaki diyalektik ilişkiden çekip çıkarmak, fark ve çatışma üzerinden devrimcileştirmektir.
Sermayenin olumlama pratiği, diyalektik ilişki içinde kurulan bir değer teorisi, bir sınıflaştırma pratiğidir. Kapitalizmde emek, bir emek biçimi olan ücretli emek biçimine dönüştürülerek sınıflaştırılır. Sermayenin bu değer teorisi, sınıflaştırmanın tözüdür. Değer teorisi, somut emeğin soyutlanması değil, soyut emeğin somutlaşmasıdır. Bu bağlamda değer teorisi bir toplumsal ilişki olan sermaye kavramına içkin bir ilişkiselliktir. Sermaye gibi değer de bir mekâna ve somut emeğe indirgenemez. Kapitalist değer üretimi, toplumsal ilişkilerin hücrelerinin mekânında değişik biçimler altında başkalaşıma girerek kendisini üretir ve yeniden üretir. Kapitalist değer üretimi, toplumsal ilişkileri sınıflaştırarak hayatın üretimi ve yeniden üretimi demektir. Değerin başkalaşım biçimleri arasında bir artzamanlılık yoktur, tam tersi eşzamanlılık, dengesiz, eşitsiz ve bileşik bir devinim söz konusudur. Bu durum, bizi tam da toplumsal emek zamanı belirleyen genel zekânın uzamına sokar. Artı- değerin fabrikada ölçülebilir olması, değerin yalnızca fabrikada üretiliyor olması anlamına gelmez. Kapitalizmin doğası ise tam tersi eşzamanlı, eşitsiz, dengesiz ve bileşik devinimdir. Bu durum, ölçünün sürekli değişken olduğunu gösterir. Bu bağlamda ölçü nedir? Ölçü, ölçülemez olanın kapatılması ve sürekli ama sürekli kontrolüdür. Ölçü, sabitlenemez olanın sabitlenmesi bağlamında politiktir. Sermaye yalnızca sömürü ilişkisi değildir. Sömürüye içkin sınıflaştırma ilişkisidir. Sermayenin temel eğilimi toplumsal hayatı sürekli sınıflaştırmanın üretimi ve yeniden üretimi olarak kurmasıdır. Sermayenin emeği biçimsel tahakkümü altına almasından gerçek tahakkümü altına almasına geçmesi olgusundan bizim anladığımız bu politikliktir. Bu bağlamda değer teorisi ve buna bağlı üretici güçlerin gelişimi, bağımsız bir ekonomik alana indirgenerek hapsedilemez. Değer teorisi aynı zamanda güç ilişkilerine içkindir.
Kapitalist toplumsal ilişkileri üreten ve yeniden üreten temel dinamiğin meta ilişkisi olduğunu biliyoruz. Meta kavramının kullanım değeri ve değişim değeri özelliklerini taşıdığını da biliyoruz. Merceği meta kavramının üzerine biraz yaklaştırdığımızda, meta kavramının toplumsal ilişkileri eşitleyen bir özelliğini de göreceğiz. Güçten başka somut emeklerin niteliksel farklılıklarını eşitleyecek bir ölçü olmadığından pre-kapitalist toplumsal ilişkilerde ölçü, ya tanrının yeryüzündeki temsilcisi kral ya da devlettir. Bu aynı zamanda zenginliğin de ölçüsüdür. Kapitalist toplumsal ilişkilerde ise, emeğin niteliği soyut emektir. Soyut emek, somut emeğin niteliğini niceliğe indirgeyerek, metanın değişim değeri üzerinden toplumsal ilişkileri eşitler. Bu bağlamda liberaller meta üretimine taparlar ve onlar için zenginliğin kriteri, “muazzam bir meta üretimidir.” Böylece kapitalizm, kullanım değerini, değişim değerinin tahakkümü altına sokarak kapatır. Artık toplumsal hayat, değişim değerinin tahakkümü altında tüketilecektir. Karşımıza kullanım değeri olarak yalnızca değişim değerini işleten çalıştıran tüketim çıkar.
Klasik ekonomistler, kapitalizmin bu eşitlikçiliğine taptılar. Meta üretiminin önüne engel olan her şeyden nefret ettiler. Politikliği, toplumsal ilişkileri eşitleyen meta üretiminin engelleri üzerine oturttular. Bu eşitliğin kurulmasını yalnızca dolaşım alanına indirgemekle kalmayıp, üretim alanına da indirgeyerek, sömürüyü, eşitsizliği ve tahakkümü gizlediler. Ekonomik alanı eşitliğin, politik alanı da bu alanı devindirme ya da durdurma alanı olarak kapattılar. Ekonomik alanı politik alandan kopartarak, ekonominin politik özünü sakladılar. Kapitalizmi politik toplumdan soyutlayarak ekonomik toplum olarak yutturdular. Bütün bu rasyonelleştirmenin tözü, emeğin meta olarak algılatılmasıdır. Emek meta olmalıdır. Ücretli emek, emeğin metalaşmış biçimidir. Liberallere göre üretim sürecinde canlı emeğe ödenen ücret, metada donmuş emeğin karşılığıdır. Emek sermaye piyasası da bu bağlamda eşitlik alanıdır. Emek, ücretli emek olarak metalaştırılarak sınıflaştırılır. Sendikalizm, ücretli emeği meta olarak sermaye piyasasında emeğin değerini koruyan ve artıran bir şirketleşmedir. Emeği ücretli emekle özdeşleştirmedir ve emeğin sınıf olarak üretimi ve yeniden üretimidir. Aslında ücretli emek, sermayenin başkalaşmış biçimidir ve emek ile sermaye arasındaki diyalektiğin ürünüdür. Bu diyalektikte çelişki vardır. Çatışma bu çelişkiye oturtulur. Evet, ücretli emek olarak sınıflaştırılmış emeğin sınıf siyaseti, sermaye ve emek diyalektiğinin çelişkisi üzerine oturtulabilir. Fakat bu, burjuva demokrasisidir ve reformizmdir. Bu durumda devrimcilik, bu diyalektiğin çelişkileri üzerine oturtulmuş çatışmanın, devrim sorunu olup olmadığına bağlıdır.
Marx emeği, ücretli emekle özdeş kılmaktan ve meta olmaktan çekip çıkarır. Marx için üretim süreci eşitlik alanı değil tam tersi tahakküm alanıdır. Sermayenin diyalektiği içinde üretim alanındaki artı-değer sömürüsü ve eşitsizlik, tam da sermayenin emek üzerindeki tahakkümünü açığa çıkarmaktır. Emek, meta değildir ve değişim değeri taşımaz. Emek tüketilen değil, üretken bir kullanım değerine sahiptir. Ücret, emeğin canlı emek sürecindeki üretkenliğinin karşılığı değil, bedeninin ve aklının tüketiminin karşılığıdır. Politik olan, insan bedeni üzerinde tam bir kullanım hakkıdır. Köleci ve feodal toplumlara politik toplum denilmesinin özü burada yatar. Özel mülkiyet kavramı, sadece üretim araçları üzerindeki mülkiyete indirgenerek ruhsuzlaştırılamaz. Bütün sınıflı toplumlarda özel mülkiyet, emeğin bedeni üzerinde tam bir tahakküm kurmanın teknolojisidir. Kapitalizm, emeği mülksüzleştirir ve bireyselleştirir. Emek, kendi emeğini değerli kılacak maddi koşullarla ve kolektivizmle buluşamaz. Kendini üretmeyi unutur. Düşüneceği tek şey, yeniden üretimi için bedeninin kullanım hakkını sermayeye bir süreliğine satmaktır. Bakunin’in şu değerli lafı, ajitatif bir edebiyat değil ontolojik bir gerçekliktir: “Emeğini sattığın an, kişiliğin mülkiyet altındadır.” Emek, sermayeye emeğini satarak bedeninin kullanım hakkını tam bir özel mülkiyet altına sokar. Liberaller tarafından ekonomik alan politik alandan kopartılmışken, Marx ve komünist anarşizmle birlikte, ekonomik alan tam da politik olanın en yoğunlaşmış biçimi olarak karşımıza çıkar. Kapitalizm, eşitlikçi değil tam tersi, eşitsizliği üreten ve yeniden üreten politik bir toplumdur. Bu bağlamda bütün ekonomik kavramlar, tahakkümün teknolojileri olarak okunmalıdır. Emeğin olumlanmasının politikliği bağlamında emek ve sermaye arasında diyalektik bir çelişki yoktur. Tam bu noktada, “Emeği politik olarak kuracağımız zemin nedir?” sorusuyla yüz yüze geliyoruz. Yol ikiye ayrılıyor: Ya sermayenin kendini olumlama pratiğinin diyalektiğinin çelişkisi üzerinden emeği politik olarak konumlandırmak ya da emeği sermaye karşısındaki farkı üzerinden çatışma içinde kurmak. Birincisi sermayenin kendini olumlama tarihselliğinin olgunlaşmasına bağlayarak, komünalist siyaseti sermayenin içine kapatır. İkincisi, sermayenin kendini olumlama tarihselliğinin her uğrağında sermayeyi kilitleyerek komünalizmin önünü açar. Marx’ın sırrı budur. Marx’taki maddeci metafizik ve diyalektik, komünalizmi sermayenin olumlama diyalektiği içine kapatmak zorunda bırakmıştır.

Biyo-politik üretim
 
Kapital ve Grundrisse arasında özsel bir fark yok. Fakat aynı özün değişik bir yöntemle ele alındığını söylemek yanlış olmayacaktır. Grundrisse’nin Kapital’in taslağı olarak kaleme alındığını biliyoruz. Daha bütünsel bir bakış açısıyla kaleme alındığından dolayı Marx’ın anlaşılması açısından Grundrisse anlamlıdır. Marx’ı Kapital 1’ üzerinden okumakla, Grundrisse üzerinden okumak, Marx’ı konuşturmada farklar yaratmaktadır. Grundrisse’de sermaye, yok-yer’dedir. Bir başka deyişle her yerdedir. Bu bağlamda, yok-yer’deki sermayenin yeri, bir soyutlama olan “ilişkisellik”tir. Sermaye somutlamada değil soyutlamada görünür kılınır. Kapital 1’de ise sermaye, analitik çözümlemeyle somut yerdedir. Analitik yöntemin görünür kılma biçimi somut ölçüyü gerektirir. Soyutlama yöntemiyle görünür kılma ise ölçülemezliktir. Bu bağlamda, analitiğin ölçü-içiliği, ilişkiselliğin ölçülemezliğini saklar. Görünür kılmada ölçü-içi dil ile ölçü-dışı dil arasında anlama ve kavramada ciddi farklar yaratmaktadır. Anlaşılır kılabilmek için analitik ölçü-içi bir dile girildiğinde, ilişkiselliğin ölçü-dışılığı ve zenginliği anlam kaybetmeye başlar. Bu durum ciddi zorlukları da beraberinde getirir. Ülkemizdeki anlama ve kavramadaki düşünme dilinin analitik olduğunu hatırladığımızda işler daha da içinden çıkılmaz hale gelmektedir. Sermaye post-modernleşmiştir. Post-modernizm, sermayenin olumlama diyalektiğinin en derinleşmiş ve yoğunlaşmış biçimidir. Bugün sermayenin görünür pratiğini anlamak ve kavramak, ancak ölçü-dışı dil ile mümkündür. Kapital 1’in dili, 19. ve 20. yüzyıl kapitalizmini anlamanın dili idi, 21. yüzyıl kapitalizmini anlama dili ise Grundrisse’nin dilidir.
Sermaye bir ilişkisellik olarak uzamı ifade eder. Burada “uzam” kavramını kullanmamızın anlamı “mekân-dışılık” değildir. Mekânın sınırlarını tanımamaktır. Sermaye için mekân sınırlarını yıkmak kendi olumlama pratiğinin özgürlüğü iken, mekân sermaye tarafından emeğe konulan bir yasaktır. Mekânlaşma, sermayenin emeği tahakküm altına almasının teknolojisidir. Sermayenin uzamı, emeği tahakküm altına alan mekânlaşmayla kurulur. Sermaye, bütün mülkiyet biçimlerini ve emeği kendi birikim süreçlerine göre biçimlendirdiği oranda egemen olabilir. Ve bu gücü dünya pazarı ve ekonomisini ele geçirebildiği zaman kazanabilir. Sermaye için fabrika, ulusal sınırlar yetmez. Ulusal sınırlarda tıkanmak sermaye için ölümdür.
Sermayenin ilksel birikim döneminde, emeğin tahakküm altına alınmasının mekânı fabrikaydı. Topraktan kopartılarak mülksüzleştirilen emek, ücretli emek biçimi altında sınıflaştırılarak bir beden olarak fabrikada tahakküm altına alındı. Fabrika dışındaki toplumsal hayat ise, politik zorun açık şiddeti üzerinden disipline edilmekteydi. Sermaye yalnızca fabrikada emeği tahakküm altına almakla yetinemez. Dolaşım alanını da düzenler. Bu bağlamda diğer mülkiyet ilişkilerini ve sermaye içi güçleri biçimlendirir, düzenler ve yönetir. Bütün somut emekleri soyut emeğin tahakkümü altında sınıflaştırarak sermayeyi işletip çalıştıran bir özne haline getirir. Üretim ile dolaşım alanının sınırı, Marx’ın ifade ettiği gibi, sermayenin ölüm taklasının atıldığı süreçtir. Bu ölüm korkusu, dolaşım alanının üretim alanının tahakkümüne sokulmasını emreder. Emeği, sermaye içi güçleri ve diğer mülkiyet ilişkilerini sürekli düzenleme ve yönetme, bu emrin politik ifadesidir. Bu politikliğin mekânı ulus, ekonomik dile çevrilmiş ifadesi ise, sermayenin yoğunlaşması ve tekelleşmesidir. Bu süreç, kapitalizmin rekabetçi dönemi olarak adlandırılmıştır. Geldiğimiz noktada durarak günümüzü de içeren bir soyutlama yaptığımızda şunu kabul etmemiz gerekir: Sermayeyi devindiren güç, toplumsal ilişkileri soyut emeğin tahakkümü altına alma gücüdür. Sermayenin, emeği biçimsel tahakküm altına almasından gerçek tahakküm altına almasına geçmiş olmasıdır.
Bu bizi ölçü-içi analitik bir fabrika mekânından, ölçü-dışı toplumsal fabrika tanımına, toplumsal hayatın bedeni üzerinde tahakküm kurulmasına götürür. Bu bağlamda, beden üzerinde tahakküm kurmanın politikliği, ölçü-dışı görünür kılma diline dönüşür. “Biyo-politik üretim” kavramı, bu boşluğu dolduran bir kavramsallaştırmadır. Biyo-politik üretim, sermaye birikim süreçlerinin işletilip çalıştırılmasına içkin, toplumsal hayatın üretimi ve yeniden üretimidir. Biyo-politik üretim, toplumsal hayatın fabrikalaştırılmasıdır. Toplumsal hayat üç aşamadan geçerek günümüze gelmiştir: Fabrika, ulusal fabrika ve küresel fabrika. Biyo-politik üretim, aşkın ideolojik üretime, ya da ideolojik hegemonya aygıtlarının disiplin toplumlarına indirgenemez. Biyo-politik üretim ontolojik bir üretimdir ve toplumsal soyut emek paranın denetim toplumunu ifade eder. Bu bağlamda, ideolojik ve disiplin toplumlarının kurumsal üretimi de metalaştırılarak ticarileştirilmiştir. Toplumsal hayat şirketleşmiştir.

Kriz

Analitik bir çözümlemede artı-değer üretimi, nispi artı-değer ve mutlak artı-değer üretimi olarak ayrımlaştırılmıştır. Mutlak artı-değer, emek yoğun bir üretimi ifade ederken, nispi artı-değer emeğin verimliği üzerinde yürütülen bir üretimi ifade etmektedir. Üretimde canlı emek süreci, gerekli emek zaman ve artı emek zaman olarak ayrılır. Mutlak artı-değer, gerekli emek zamanı uzun tutarak artı-değer miktarını artırmayı hedefler. Nispi artı-değer ise üretim araçlarındaki teknolojik gelişmeyle gerekli emek zamanın kısaltılarak artı-emek zamanın uzatılmasıdır. Bu süreç, sınıfsal güç ilişkilerinin kuruluşuna içkindir. Kapitalizmin mutlak artı-değer üretimi sürecinde çalışma saatleri uzun tutulduğundan, örneğin 12 saat, işçi sınıfı çalışma zamanını kısaltmak için politikleşir. Gerek çalışma zamanının kısaltılması talebi, gerekse emek yoğun üretimin getirdiği kitlesellik ciddi bir politik krizi de beraberinde getirmektedir. Sokak çatışmalarıyla 19. yy Avrupası’nı kasıp kavuran proletaryanın en önemli taleplerinden biri çalışma saatlerinin kısaltılmasıdır. Emek ve sermaye arasındaki bu çatışma, sermayeyi mutlak artı-değer üretiminden nispi artı-değer üretimine geçmeye zorlamıştır. 20. yüzyılda ise işçi sınıfının talebi, toplumsal artıdan daha çok pay almak için ücret artışı talebine dönüşmüştür. Fakat üretim zamanı 8 saate çekilerek emek verimliliğine dayanan üretime geçiş, 12 saatlik zaman içindeki artı-emek zamanı küçültmemiş tam tersi daha da artırmıştır. Bu durum artı-emek zamanı görecelileştirmektedir. Sermaye, mutlak artı-değer üretimi dönemindeki krizi, kârlı çıkarak hem çözmüş hem de işçi sınıfının talebini ücret artırma talebine indirgemiş, emeği ücretli emek olarak sınıflaştırarak kapitalist toplumsal ilişkilerin üretimi ve yeniden üretimini işleten özne haline getirmiştir.
Nispi artı-değer üretimini hızlandıran ikinci önemli politik neden, sermaye içi güç ilişkileridir: rekabet. Metadaki donmuş emek miktarını küçülterek fiyatı düşürmektir. Sermaye bunu, üretim araçlarının teknolojik üstünlüğü üzerinden emeği verimli kılan bir üretim ile gerçekleştirir. Bu durum, metadaki donmuş emek miktarını kuran toplumsal emek zamanını belirler. Kapitalizm, diğer mülkiyet biçimlerini tahakküm altına alır ve teknolojik olarak geri kalan rakiplerini tasfiye eder. Sermaye birikim sürecinin yoğunlaşması ve tekelleşmesi bu durumun ürünüdür. Sermaye içi güç ilişkileri sürekli hareketlidir. Bu hareket, güç ilişkilerini yeniden kurar ve düzenler.
Mutlak ve nispi artı-değer, rekabet, üretim araçlarının teknolojik üretimi derken kavramsal yürüyüş bizi toplumsal emek zamanına getirmişti. “Toplumsal emek zamanı kavramı” ise, kendisini belirleyen “toplumsal genel zekâ” kavramıyla bizi tanıştırır. Genel zekâ kuruluşu, kapitalist toplumsal hayatın, eşitsiz, dengesiz, bileşik gelişim ve birikim yasasının devinimine bağlıdır. Ne yazık ki, yasa, kavramsal olarak kendisini yok eden eşitsiz ve dengesiz bir gelişimin sürekli hareketinin ölçülemez uzamına bizleri götürür. Kapitalizmin en doğal yasası post-moderndir. Bu bağlamda sermayenin post-modernleşmesi, bu yasanın en yoğunlaşmış ve canlı bedenidir. Yukarıda ifade ettiğimiz kavramlar arası ilişki hiyerarşik ve artzamanlı işlemez. Tam tersi eşzamanlı dengesiz ve eşitsiz zorunluluk ve olumsallıklarla işleyen birleşik bir devinimdir. Analitik ölçü-içi görünür kılma, ölçü-dışı görünür kılma alanına girdiği an yeniden kendisini tartıştırır.
Genel zekâyı kuran, toplumsal ilişkilerin eşzamanlı, eşitsiz ve dengesiz birikim devinimi, toplumsal emek zamanını sürekli hareketli kılar. Toplumsal emek zamanın bu hareketi, artı-emek zamanını sürekli değişikliğe uğratır. Bu harekete içkin bütün güç ilişkileri politik devinimi içinde kurulur ve düzenlenir. Bütün tahakküm teknolojileri, makineleri, toplumsal, bireysel, ekonomik ve politik ilişkiler birbirinin içine geçerek melezleşir. Toplumsal hayatın üretimi ve yeniden üretimine içkin güç ilişkilerinden bağımsız ekonomik bir yapı yoktur. Kapitalizm, başından itibaren bir kriz toplumudur ve bir kriz yönetme sanatıdır. Bu sanat tamamen politiktir. Politikliğin kuruluşu, kriz yönetiminin iktidar işleyişini çözümlemekten geçer. Sermaye birikim sürecinin diyalektiğini işletip çalıştıran egemenlik biçimi kavramıyla karşı karşıyayız. Egemenlik, yalnızca “ölçü”nün işletilmesini ifade etmez, aynı zamanda ve gerçek anlamda ölçülemez olana müdahale anlamına gelir. Bu bağlamda egemenlik, toplumsal emek zamanına müdahaledir. Liberalizmle Marksizmin arasındaki fark tam da burada yatar. Liberalizm, toplumsal emek zamanının piyasa tarafından belirlendiğini, bir başka ifadeyle politik alandan bağımsız bir ekonomik alan olduğunu söyler. Marx’ın ifadelerinde de bu okunabilir. Fakat Marx, yazmak istediği altı başlıktan ancak üç tanesini yazabilmiştir. Yazamadığı üçünden biri “Devlet”, diğeri “Dünya ekonomisi”dir. Bu konuda bir yargıya varmak ciddi bir haksızlıktır. Fakat Negri, bu konuda sorun üretecek alanlar açmaktadır. Sermayenin pratiğini okumadaki politik felsefe yanılsamasıdır. Sermayenin olumlama pratiğini Spinoza üzerinden okuyarak sermayenin diyalektik işleyişini reddetmesidir. Spinoza üzerinden doğru bir okuma yaparak emeğin olumlama pratiğini sermayenin diyalektik ilişkisinden kurtarırken, sermayenin pratiğindeki diyalektiği de ortadan kaldırmaktadır. Sermayenin modern döneminde ölçebilir olan politiklik, sermayenin post-modernliğinde ölçemez olmuştur. Buraya kadar bir sorun yoktur. Egemenlik ve temsiliyet bağlamında kriz daha da derinleşmektedir. Politik kriz teorisi anlamlı bir yerden kurulmaktadır. Sorun, ölçebilir olan politikliğin ölçme eyleminde bulunamaması sonucuna varma potansiyelidir. Bu, politik olanı görünmez kılar. Dolayısıyla Negri, politik olanın ölçülemez olanı kontrol edememe durumuyla, ölçü-dışı olanı birbirine karıştırmaktadır. Sermayenin post-modern dönemi olan günümüzde, değeri ölçecek zamanı belirleyen ulusal toplumsal emek zamanı değil, küresel toplumsal emek zamanıdır. Bu bağlamda toplumsal emek zamanın belirlenmesi, ulus devletin egemenlik alanından çıkmıştır. Küresel emek zamana müdahale eden onu işleten yeni bir devlet teorisine ihtiyaç vardır. Küresel sermaye, bu kaotik duruma, küresel egemenlikle yanıt vermektedir. Fakat bu emperyal yanıt, küresel güç dengelerini bozmak ve toplumsal sınıflar arası ilişkileri yeniden düzenlemek olacaktır. Bu bağlamda biz üçüncü dünya savaşı içinden geçiyoruz diyoruz. Sermayenin post-modernleştiği günümüzde kapitalist imparatorluk, eşzamanlı eşitsiz ve dengesiz bileşik devinimini en yoğun biçimde yaşamaktadır. Bu krizin yönetimi ise bir egemenlik biçimi olarak post-modern emperyal faşizmdir.

1848 Özeleştirisi
 
19. yüzyıl, Avrupa sokaklarının devrim istediği bir yüzyıldır. İşçilerin, köylülerin ve yoksulların devrim talebinin sokak barikatlarında somutlaştığı bir yüzyıl. Burjuvazinin aristokrasiyle, burjuvazinin burjuvaziyle ve burjuvazinin proletarya ile savaştığı bir siyasal coğrafyanın yüzyılı. Bu yüzyıl, bütün modern sınıfların ekonomik ve politik olarak en derin çelişki ve çatışmalarla kurulduğu siyasal bir tarihtir. 1848 konjonktürel bir dönemi ifade etmemektedir. Tam tersi 19. yüzyılın bütününü ifade eden bir simgedir. Buna bağlı olarak “1848 özeleştirisi” de 19. yüzyılın politik olarak eleştirisi ve özeleştirisidir. Engels’in, Marx’ın yazdığı Fransa’da Sınıf Mücadelesi kitabına, ölmeden önce 1895’te kaleme aldığı önsöz, bizim açımızdan tarihi bir metindir.
Marx’ın, 19. yüzyılın teorik sorumluluğunu politik olarak üstlendiği doğrultusunda yorumlar vardır. Bu yorum yanlış olmamasına karşın çok ciddi bir eksikliği de taşımakta ve bu eksiklik Marx’ın 19. yy üzerindeki politik sorumluluğunu unutturmaktadır. Bu bizi, Marx’ı yalnızca metin içinde okumaya yönlendirmekte ve Marx’ı kavramlara kapatmaktadır. Kavramlarla tarih arasındaki ilişkiyi kuran politiklikten bizi uzaklaştırmakta, Marx okumasını Kapital’e ve iktisada sıkıştırmaktadır. Marx’ı bu sıkışıklıktan kurtaran Lenin olmuştur. Lenin, Marx’ın politik olarak okunmasıdır. Marx’ın “Marksizmleştirilmesi” Lenin’le başlatılmıştır. Oysa Lenin’den önce Marx’ın Marksizmleştirilmesi ve Marx’ta yaşadığı dönemi çözümleyen politik kriz teorisi vardı.
Genel olarak Marx, Alman felsefesi, İngiliz iktisadı ve Fransa devrimci pratiği olarak yorumlanır. Marx’ın Fransa pratiğinde politik bir sorumluluğu yoktur. Fransa’daki sınıf mücadelesine ait devrimci pratiğin sorumluluğu, anarşistler ve Blanquistlere aittir. Marx’ın Fransız üçlemesiyle yaptığı şey, kurduğu kavramsal dünyayı tarihsel ve toplumsal bir pratik içinde sınamaktır. 1848 devrimine kadar Marx için her kriz bir devrimdir. Fakat 1848 devriminin yenilgisinden sonra artık her kriz bir devrim değildir. Gerçekçi bir devrimin koşulu, iktisadi maddi koşulların olgunlaşmasına bağlıdır. “Kapitalist toplumsal ilişkilerin yıkılmasının ekonomik maddi koşulları ne?” sorusunun yanıtı teorik olarak verilmesine karşın, “peki ne zaman yıkılacak?” sorusunun yanıtı bir sır olarak kalmıştır. Bu sır, 1848 Avrupası’nın sokaklarında yükselen devrim istemine karşı kuşkulu bir pozisyon almayı beraberinde getirmiştir.
Marx, 1871 Komün yenilgisinden sonra, yüzünü Alman sınıflar mücadelesinin yürütüldüğü coğrafyaya dönmüştür. Marx’ın politik olarak üstlenmek zorunda olduğu sınıflar mücadelesi pratiği Almanya’dır. Almanya, Marx’ın Marksizmleştiği ilk uğraktır. Alman Marksizmi, Leninizm, ya da Rus Marksizmi üzerinden okunmuştur. Fakat Marksistler, Alman Marksizmi’ni, 1848 ve 1871 Komün Avrupası üzerinden okumayı unutmuştur. Özellikle Alman Marksizmi bunu unutturmuştur. Çünkü Alman Marksizmi, sokakları devrim isteyen bir devrimci pratiğin yenilgisi üzerinden kendisini kurmuştur. Alman Marksizmini devrime çeken Anarşizm artık yoktur.
Engels’in tarihsel metnini yeniden hatırlamak, bu unutulmuşluğa bir müdahaledir.

Ekonomik maddi koşullar

***“Ama tarih bizi de haksız çıkardı, bizim o zamanki görüşümüzün bir yanılsama olduğunu ortaya koydu. Hatta daha da ileri gitti: yalnız bizim o zamanki yanılgımızı savurmakla kalmadı, proletaryanın, içinde dövüşmek zorunda olduğu koşulları da baştan aşağı altüst etti.”[1]***

1895’te durarak 1848 Avrupası üzerine düşünen Engels’in bu ifadesi, sorunun köklü ve bütünlüklü bir sorun olduğunu bizlere gösteriyor. Metnin içinde yürümeye devam ettiğimizde:

***“Tarih bizi ve benzer düşüncede olanların hepsini haksız çıkardı. Tarih gösterdi ki, kıta üzerindeki iktisadi gelişme durumu, o zaman, kapitalist üretimin kaldırılması için henüz yeterince olgunlaşmamıştır ve tarih, bunu 1848’den bu yana bütün kıtayı kaplamış olan ve Fransa’da, Avusturya’da, Macaristan’da ve son olarak Rusya’da büyük sanayiye ancak şimdi gerçekten söz hakkı veren ve Almanya’yı da birinci sınıf bir sanayi ülkesi durumuna getiren –bütün bunlar kapitalist bir temel üzerinde, yani 1848’de pekala genişlemeye elverişli bir temel üzerinde olmak üzere– iktisadi devrimle tanıtlandı.”[2]***

ifadesi ile karşılaşıyoruz. Dikkatimizi çeken iki nokta var. Birincisi, “iktisadi devrim” kavramıdır. Burjuvazi politik devrimini yapsa bile üretici güçleri geliştirme bağlamında iktisadi devrimini devam ettirmektedir. İkincisi ise, üretici güçleri geliştiren bu iktisadi devrimin yalnızca 1848 dönemini ifade etmemesi ve 1895 yılını da içine alan bir süreci kapsamasıdır. Gözümüze çarpan iki konu üzerinde düşündüğümüzde durum çelişkilerle dolu görülmektedir. Üretici güçlerin gelişimi ve ekonomik devrim, burjuvazinin siyasal ilericiliğini ifade etmez mi? Oysa burjuvazinin siyasal gericiliği 1848 devrimiyle başlamıştır. O zaman karşımıza farklı bir durum çıkmaktadır: Burjuvazi siyasal olarak gericileşse de ekonomik devrim devam edebilir. Gerek burjuvazinin ilericiliği, gerekse gericiliği üzerinden yürüsek de karşımıza çıkan sonuç: “iktisadi devrim” devam ettikçe, devrimin maddi koşulları yoktur. Peki, o zaman sokakları devrim isteyen 19. yy Avrupa gerçekliği neyi ifade etmektedir? Bu gerçeklik, yenilgiye mahkum trajik bir romantizm midir? Bu durumun politik sonuçları düşündürücüdür.
Bu düşünme bizi iki noktaya götürür: Birincisi “Dikkat! Problem var”. İkincisi “Yürüyelim bakalım durum bizi nereye götürecek”. Şimdilik ikinci şıkkı izleyerek yürüyelim. Bu yürüyüş bize iki soru sordurtmaktadır. 1) Devrimin tarihsel ekonomik koşulları ne zaman olgunlaşacak? Sermayenin kendini olumlama pratiğini tamamlayan ve sermayenin kendi elleriyle kendisini yok edecek ekonomik maddi koşullar ne zaman gerçekleşecek? 2) “O zaman” gelene kadar işçi sınıfının politik taktiği ne olacak? Birinci soruya yanıtı Marx’ın değişik yapıtlarında açıkça bulabiliriz. İkinci soruya yanıt ise Alman Marksizmi’dir.
Marx’ın birinci soruya verdiği yanıt çok açıktır: Üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki diyalektik çelişki. Devrimin ekonomik maddi koşulu, üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişimini durdurarak üretim sürecini kilitlemesi ve burjuva üretim ilişkilerinin anlamsızlaşmasıdır. Üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki diyalektik çelişki olgunlaşıp bu noktaya gelmeden gerçekçi bir devrimin maddi koşulları oluşamaz. Peki bu diyalektik çelişkinin olgunlaşmasının kriteri nedir? Marx’ın bize verdiği yanıt şudur:

***“Burjuva toplumun üretici güçlerinin, içinde burjuva koşullarının izin verdiği bollukta geliştikleri bu genel gönenç dolayısıyla gerçek devrimden söz edilemez.”[3]***

***“Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman toplumsal devrimler çağı devrimler çağı başlar.”[4]***

***“İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olamaz…”[5]***

***“Yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrından çiçek açmadan, asla gelip yerlerini alamazlar.”[6]***

Marx yanıtlarıyla, sermayenin kendini olumlama diyalektiğinin, tarihi nasıl kapattığını bizlere gösteriyor. Yürüyüşümüzü bu yanıttan sonra durduruyoruz. Tekrar “Dikkat, Problem var!”, diyerek düşünmeye başlıyoruz. Emeğin kendini olumlama politikliğini, sermayenin kendini olumlama pratiğinin diyalektiği içine kapatmakla, ondan çıkarmak arasında politik bir tercih yapmak zorunluluğu ile karşı karşıyayız. Bu durum, günümüz sınıf mücadelesinin bütün Marksistlerin yüzüne tuttuğu aynadır.
Metin içinde kavramların yürüyüşüne biz de katılabiliriz. Sermayenin eğilimi, toplumsal ilişkilerin bütününü fabrikalaştırmak ve şirketleştirmektir. Dünya tek tekele gidene kadar üretici güçleri geliştirmek sermayenin genel yasasıdır. Bu bağlamda kapitalizm sürekli bir ekonomik devrim içindedir. İçerebileceği bütün üretici güçleri içermek sermayenin diyalektiğidir. Sermayenin emeği gerçek tahakküm altına alması, doymak bilmez bir oburluktur. Fakat metin içindeki kavramların yürüyüşüne, tarihsel maddi hayatın ontolojisi içinde katıldığımızda, yanımızdakilerin kavramlar ya da üretim araçları değil, tam tersine güç ilişkilerinin çatışmaları olduğunu göreceğiz. Üretici güçlerin gelişimi, emeğin sürekli tahakküm altına alınması ve sermaye dışı ve sermaye içi güçlerin yeniden ve yeniden düzenlenmesidir. Bu bağlamda üretici güçlerin durması ve gelişimi politiktir. Üretici güçlerin gelişimi, emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılmasının politik teknolojisidir. Emeğin sınıflaştırılmasına karşı sınıfsızlaştırılması, sermaye birikiminin diyalektiğine içkin, üretici güçlerin gelişimini politik olarak kırmaktır. Üretici güçler ile siyasi güç ilişkileri arasında bir hiyerarşi yoktur. Yani, politik güçlerle üretici güçler arasında ast-üst ilişkisine dayalı bir belirleme yoktur. Üretici güçler ile güç ilişkileri eşzamanlı, birbirlerine içkin eşitsiz, dengesiz ve birleşik bir devinimdir. Üretici güçler, güç ilişkilerinin bedeninde konuşur. Tarih gerçek anlamda sınıflar arası mücadelenin tarihidir. Mülkiyet ilişkisinden bağımsız bir üretici güçler gelişimi yoktur. Mülkiyet ilişkileri üretici güçlerin dilidir. Devrim, Devlet, emeğin sınıfsızlaşması, güç ilişkilerinden bağımsız ve güç ilişkilerini belirleyen üretici güçlerin gelişimine bağlı değildir. Böyle bir “Tin” yoktur. Devrim, üretici güçlerin gelişimine içkin politik güçlerin çatışmasına bağlıdır. Güç ilişkilerinden bağımsız ekonomik maddi koşullardan bahsedilemez.
Bizim ekonomik determinizmin metafiziği ifadesinden kastımız ekonomik yapının tek belirleyici güç olmamasıyla sınırlı değildir. Marksizmin verdiği biri örtük, üç öz eleştiriden biri de ekonomik alanın belirleyiciliğini öne çıkartıp diğer belirleyici dinamiklerin “savsaklandığına” dair özeleştiridir. Engels’in, 1890 tarihinde Bloch’a, 1893 tarihinde Mehring’e ve 1894’te Borgius’a yazdığı mektuplarda açık ve net olarak bu durum okunabilir. Meselemiz, klasik fakat tüketilmemiş altyapı-üstyapı tartışmasına geri dönmek değildir. Bu tartışmanın tıkanmasının nedeni Marx’ın zenginlik sorunsalı ile ele alınamamasıdır. Bizim üzerinde düşündüğümüz sorun sınıflar mücadelesinin ekonomik gelişmeye tabi bir şekilde işlevlendirilmesidir. Marx’taki “zenginlik” sorunsalına bağlı komünizm anlayışıdır. Bir başka ifade ile “zorunluluk ve özgürlük” üzerine düşünceleridir. Çok açık biçimde Gotha ve Erfurt Programının Eleştirisi’nde görülecek olan bu konu, devletin sönümlenmesine neden olacak zenginlik sorunsalıdır. Değer teorisi, Marx’ın “zenginlik teorisi” ile bağıntılı ele alınmadığında anlamsızlaşır. Bu konu üzerinde düşünmek gündemimizdedir.
1848 Avrupası’nın sokakları gerçekti ve haklıydı. Çünkü devrimin tarihsel koşulları mevcuttu. Marx’taki ekonomik determinizmin maddeci metafiziği ve diyalektiği, devrimi, ekonomik maddi koşulların olgunlaşmasına bağlayarak bekletti. Bu beklentide politik taktiğimiz ne olmalıydı? Metnimize geri dönerek Engels’ten yanıtımızı alalım.

1848 Avrupası'nın politik taktiği 

***“1848’in savaşım tarzı bugün her bakımdan eskimiş, zamanı geçmiştir.”[7]***

***“Dünya tarihinin acı cilvesi her şeyi altüst ediyor. Biz, ‘devrimciler’, ‘kargaşalık çıkaranlar’, legal yollarla, illegal yollarla ve kargaşa ile olduğundan çok daha iyi gelişiyoruz, başarılı oluyoruz. Kendi kendilerine verdikleri adla düzenin partileri gene kendilerinin yaratıkları yasal (legal) durum yüzünden yok olup gidiyorlar. Onlar, Odillon Barrot’un ağzından umutsuzlukla bağırıyorlar: yasallık (legalite) bizi öldürüyor, oysa biz, bu legalite içinde kaslarımızı sağlamlaştırıyor, yanaklarımızı pembeleştiriyoruz ve sonsuz gençliği soluyoruz.”[8]***

Engels’in bu yanıtı politik taktik açısından açık görünüyor. Edebi ve ajitatif bir dille eleştirmek basitliğine gitmek bize yakışmaz. Sorunumuz eleştiri yapmak değil bir soy kütük çalışmasıyla varlığın oluşuna içkin değişimleri görebilmektir. 1848 Marksizmi, azınlık öncü bir güçle, kriz anında vurup, çoğunluğu konuşturmak ve sürekli devrimi politik olarak koklamak iken, 1848 sonrası ve Alman Marksizmi farklı düşünmektedir. 19. yy işçi sınıfını politikleştiren simgesel iki talepten bahsedebiliriz. Birincisi 8 saatlik işgünü, ikincisi ise genel oy istemidir. Alman Marksizmi’nin genel oy talebi ile güçlendirildiğini söylemek eksik olmasına karşın yanlış olmayacaktır. Genel oy talebi yasal sendika, yasal parti ve parlamento siyasetini de beraberinde getirmiştir. Amaç harekete içkindir. Hareket bir araç değil oluşun ta kendisidir. Yasallık, Alman Marksizmi’ni içine çekerek sistem içi özne haline getirmiştir. 1848 Avrupası’nda kriz devrimdi ve devrim, harekete içkin politik bir talepti. Alman Marksizmi’nde ise her kriz devrim değildi. Devrimin krizi beklendi ve devrim, harekete içkinlikten amaca dönüştü. Harekete içkin siyaset ise reform ve talep siyaseti idi. Harekete içkin olan varlığı kurdu. Reform ve devrim ikiliği Marksizmin politik gündemine oturdu. Devrim, amaç ve soyut; reform ise araç ve somuttu. Dolayım siyaseti Marksizmin içine hiç çıkmamacasına girmişti. Tarih, dolayım siyasetinin, amaç ve araç diyalektiğinin işe yaramadığını gösterdi. Bernstein devrimci Marksizmin reddidir fakat Alman Marksizmi’nin de çocuğudur. Bernstein, Engels’in mirasçısı olarak kendisini görür. Bernstein’ın sorduğu soru, “Sosyalist devrimin tarihsel ekonomik maddi koşulları ne zaman olgunlaşacak, gerçekçi kriz ne zaman gelecek?” sorusuydu. Bu soruya yanıtı, “Böyle bir kriz yoktur ve böyle bir kriz gelmeyecek” oldu. 1848’deki Marksizm için kriz devrim demekti. Engels’te her kriz devrim değildi. Bernstein’da ise “kriz yok, devrim de yok” oldu. Ekonomik determinizmin metafiziği ve sermayenin olumlanma diyalektiği Alman sınıflar mücadelesi pratiğinin somutluğuna çarptı. Devrimci ve reformist Marksizm ayrışmasına neden oldu. Bernstein sorununu reformizm üzerinden çözdü. Emek siyasetini tamamen sermayenin olumlama diyalektiği içine kapattı. Lenin, Kautsky’nin yalpalamalarını açığa çıkartarak safını belirledi. Rosa, Almanya’da yalnız bırakılmıştı. Lenin’i önemsemesi kaçınılmazdı. Rosa kapitalizmin nihai krizini emperyalizm teorisi üzerinden çözdü, devrimin sosyalist karakterinden dolayı reform ve devrim diyalektiğinin ikiliğinden kurtulamadı. Bundan dolayı işçi köylü ittifakı, emperyalizme karşı ulusal bağımsızlık sorununda Lenin ile gerilimlere girdi.
Alman reformist kanadının Devlet teorisi üzerindeki düşüncelerine değinmeden geçmek bir boşluk bırakacaktır. Kısa bir değerlendirme şarttır. Bernstein, Kautsky ve Hilferding kapitalizmi reformist bir yerden politik olarak okudular. Kapitalizm politik toplumdu. Krizlerini çözebilecek yeteneğe sahipti. Kapitalizmin emperyalist aşamasında tekelleşme ve tekellerin devletle bütünleşmesi kapitalizmin kaotik yapısını örgütlü bir yapıya dönüştürmüştü. Devlet, bir zor aygıtı olmaktan çıkmış planlayıcı ve düzenleyici bir araç konumundaydı. Hükümeti ele geçirerek bu alet planlayıcı olarak çalıştırılabilirdi. Bu bağlamda devleti yıkacak olan devrime gerek yoktu. Genel oy, seçimler, parlamento ve hükümet olma ve bu bağlamda radikal demokrasi, Sosyal Demokrasinin siyaseti oldu. 1848 Marksizmi’ndeki sosyal demokrasi, Alman Marksizmi’nde bambaşka olmuştu.
1848 Avrupası… Burjuvazi; burjuvazi, proletarya, aristokrasi, köylülük ve bütün toplumsal sınıflar ile savaşımından ulus devlet egemenliğinin zaferiyle çıktı. İşçi sınıfı, enternasyonalist en örgütlü güçtü. Devrim isteği, insanların bedenlerinde taşıdıkları devrimci bir ruhtu. Burjuvazi, işçi sınıfını ulusal bir güce dönüştürerek siyasi mülkiyeti altına aldı; burjuva demokrasisiyle kapitalist toplumsal ilişkileri işletip çalıştıran sınıfsal bir güç, bir özne haline getirdi. Bu imzanın sahibi Alman Marksizmi’dir. “Kriz yok ve devrim de yok!” Söyleminin bedellerini insanlık çok ağır ödedi. 1. Dünya Savaşı, Ekim Devrimi’nin yalnız bırakılması ve Faşizm…

Lenin

Lenin, Alman Marksizmi’nden kopuş, 1848 Avrupası ruhuna dönüştür. Lenin’le birlikte talep siyasetinin yerini devrim isteği tekrar aldı. Her şeyden önce Lenin için asıl olan devrimcilikti. Kadro, örgüt, gizlilik, teorik, politik ve örgütsel kişiliğin birliği, sınıflar mücadelesinin ruhundaki devrimciliği açığa çıkartan mücadele… Lenin, 1850-60 yılarında kabararak gelişen, dönem dönem gerileyen ama asla durmayan köylü hareketinin özgürlük talebinin, Nihilizmin yıkıcı etikçiliğinin ve Narodnik hareketin Çarlık otokrasisinin darağaçları altında yılmayan bir siyasal coğrafyanın çocuğuydu. Rus toprakları, sosyalizmle, sosyal demokrasiyle bu koşullarda tanıştı. Lenin, Avrupa sosyal demokrasi dalgasını bu toprakların devrimci ruhuyla tanıştırarak devrime dönüştürmesini bildi. Devrim süreci boyunca Lenin’e çok şey yakıştırıldı. Bunların haklılık payı da vardı. Lenin, bütün devrimci birikimin ruhunu bir biçimde taşıyordu. Lenin; Jakoben, Babeuf, Blanquist, Bakuninci ve Narodnik ruhun üzerine kurulu bir Marx yorumudur. Lenin, bu yorum üzerinden Marx’ı Marksizmleştirdi. Lenin, bu Marksizm’dir ve bu Marksizm, Ekim devrimini gerçekleştirdi.
Lenin’in emperyalizm çözümlemesi teorik bir çözümlemeden ziyade politik bir çözümlemedir. Teorik çözümlemeler zaten önceden yapılmıştı. Lenin, bu teorik çözümlemelerin politik okunuşudur. Lenin, sermaye birikiminin yoğunlaşması ve merkezileşmesine bağlı olarak kapitalizmin, tekelci evreye girdiğini, mali oligarşi ve sermaye ihracı dönemine geçtiğini teorik olarak bulmadı. Bu teorik çözümlemeleri, politik bir kriz teorisi olarak kurdu. Kapitalizmin eşitsiz, dengesiz, bileşik gelişim yasasını kapitalizmin emperyalist aşamasıyla politik kriz teorisine dönüştürdü. Eşitsiz, dengesiz, bileşik gelişimi ulusal ekonomiler arası dengesiz gelişime dönüştürdü. Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesini belirleyen ekonominin coğrafyası ulusaldı. Sermayenin ulusallığı ile sermaye ihracı üzerinden sermayenin uluslararasılaşması arasındaki gerilimi politikleştirdi. Ulusal tekellerin, dünya pazarı üzerindeki rekabetini, ulus devletlerin açık askeri bir savaşla sürdüreceğini açıkça gördü. Ulusal devletler, ulusal tekellerin dünya pazarı üzerindeki rekabetin açık temsilcisiydi. Kapitalizmin militaristleşmesi ve açık savaş! Bu durum devrim için iki olanak sunuyordu. Birincisi emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürmek, ikincisi sömürge ülkelerde anti-emperyalist ulusal bağımsızlık mücadeleleri. Lenin emperyalizm dönemini politik kriz teorisine dönüştürerek 19. yüzyıl kapitalizmini, kapitalizmin rekabetçi dönemi olarak kapattı. Bu saatten sonra, 1848 Avrupası’nın politik krizine kimse bakmadı. Kapitalizmin rekabetçi dönemi ilerici, emperyalist dönemi gerici idi. Oysa, 19. yy kapitalizminin eşitsiz ve dengesiz gelişimi politik kriz üzerinden okunabilirdi. Bu durum, Marx’taki ekonomik determinizmin metafiziğini sakladı. Lenin’in emperyalizm teorisi ile proleter devrimler çağı başlamıştı.
Lenin için proleter devrimler çağı ne demekti? Bunun üzerine pek düşünülmedi. Marx açısından kapitalizmin nihai krizini oluşturacak ekonomik koşullar ile Lenin’in proleter devrimler çağından anladığı bize göre çok farklıydı. Marx’a göre kapitalizmin toplumsal çözülüşü üzerinden politik çözülüş gelecektir. Lenin’de ise kapitalizmin politik çözülüşü, kapitalizmin toplumsal çözülüşünü getirecektir. İşte bu farklılık Marx’taki ekonomik determinizmin metafiziğini sorgulatabilirdi. Fakat bu farklılık görülemedi. Lenin, emperyalizmle birlikte kapitalizmin politik çözülüşünün imkânlarını gördü. Marx’ta devrim kapitalizmin en gelişmiş ülkelerinden gelecekti. Fakat Lenin devrimi emperyalizmin zayıf halkası olarak algılanan doğuya çevirdi. Lenin’deki proleter devrim 1848 Avrupası’ndaki gibi komünalist bir devrim değildi. Komünalist devrim batıdan özellikle Almanya’dan beklendi, fakat gelmedi. Lenin’in proleter devrimler çağından anladığı, burjuva özlü devrimleri proletaryanın üstlenip üslenmeyeceği idi. Leninizm, burjuva özlü devrimlerin proletarya tarafından üstlenilmesi anlamına gelir. Bu noktadan sonra, “her kriz devrim demektir” söylemi yeniden geri geldi. Rosa’nın komünist devrim, reform, araç-amaç ikiliği Lenin’de ortadan kalktı. Lenin’de reform devrim sorunuydu. Bugünün söylemiyle söylersek demokrasi sorunu devrim sorunu oldu. Tamamlanmamış burjuva devrimini tamamlamak devrim sorunudur. Ülkemizde modernist solun tözü budur. Küresel kapitalizmi, hâlâ emperyalist dönemin politik kriziyle okumaya devam etmelerinin nedeni budur. Politika yapma tarzları ve araçları buraya oturur. Adına Komünist Parti denilmesine karşın, güncel politika adına dolayım siyaseti yapanların demokrasiciliği buradan kaynaklanır. Bu gerçeklikle birlikte Marx’taki sürekli devrim, kesintisiz devrime dönüşmüştür. Sürekli devrim, kapitalizmin toplumsal çözülüşü üzerinden politik çözülüşün sürekliliğine oturur. Kesintisiz devrim ise, politik çözülüşün üzerinden toplumsal çözülüştür. Bu durum bizi aşamalı devrim tezine götürmektedir. Demokratik devrim ve sonrasındaki toplumsal devrimi içeren komünist devrim. Reform ve devrim ikiliği yeniden geri gelmiştir. Şimdi bu ikiliğin kaldırılması dönemidir. Toplumsal devrimi içeren politik devrim. Dolayım araç, komünist devrim amaç değildir. Amaç harekete içkindir. Doğrudan komünalist devrim, politik istençtir. Tarih, eleştirilen 1848 Avrupası sokaklarının komünalist devrim istencine geri döndü. Ekim devrimi dahil, hiç bir devrim Komün’ü aşamadı. Bütün “izm”ler komünü aşan bir yerden yeniden kurulacaktır.

Yazar: Cengiz Baysoy

[1] Karl Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848-1850, Sol Yayınları, 1988, s.13.
[2] a.g.e., s.15.
[3] Marx, Engels, Seçme Yapıtlar, Sol Yayınları, s.226.
[4] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları, 1993, s.23.
[5] a.g.e., s.24.
[6] a.g.e., s.24.
[7] Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848-1850, s.13
[8] a.g.e., s. 30.

Son Yazılar

Hepsini Gör
*Mülksüzleşme ve Tahakküm

Koskoca insanlık tarihi düşünüldüğünde, kapitalizm bu tarihin içinde ne kadar da kısa bir dönem. Buna rağmen insan etkinliği ve doğa...

 
 
bottom of page